Paylaş
Bizim gücümüz bu, bilmem farkında mısınız?
Hani o duvarlar örülürken içine yumurta kırılan sıvalarında saklı o güç. Teknik olarak detayını tam bilmiyorum ama, eğer bir turla gezerseniz Ayasofya’yı, öğrenirsiniz ki, inşaası sırasında sıvasına yumurta karıştırılmış. Hatta Fetih filminde de vardı o ince detay. Beni inanılmaz etkilemişti bu hikayeyi dinleyerek gezmek. Tüylerimi diken diken etmişti o yumurtanın birleştirici ve yüzyıllar geçtikçe artan muazzam gücü.
Yıllanıp yaşlandıkça güçlenmeye, her türlü “şiddete” dayanmaya başlıyor Ayasofya.
Ne hava koşulları, ne depremler zerre kılını kıpırdatıyor.
Ayasofya ne kadar güçlüyse, İstanbul da o kadar güçlü benim için işte. Bir bakın etrafınıza, kim varsa hayran olduğunuz hepsi ona gelmek için kıvranıyor. Akın akın geliyor herkes. Herkes!
Bizde bunca laf edilen James Bond, Skyfall mesela... Ben bayıldım.
O kadar üzüldüm ki bizde çıkan eleştirilere, izlerken okuduklarımı düşünüp iyice sinirlendim. Üstelik adamlar çekim yaparken de demediğimiz, etmediğimiz kalmadı. Oysa Mission Impossible çekimleri sırasında Dubai amma kucakladı Tom Cruise ve ekiplerini. O kadar taşladık ki çekimleri, o kadar acaba bizi şuna mı benzetecek, buna mı benzetecek lafı ettik ki, yemin ederim bir ara içimden ben yönetmen olsam gıcığına yaparım diye geçirdiğim olduydu, ama tabii ben aşırı duygusal bir tipim.
Bence müthiş yakışmış Skyfall ve İstanbul birbirine.
Klasiğe dönüş mü demeliyim, eskiye olan özlem mi... Bayıldım izlerken her bizden sahneye, ışığa, çekime, duyguya.
Herkes ezbere mi biliyor o sokakları da, bu filmde geçişleri “yok artık ne ara İstanbul Adana oldu” bulduk biz mesela!
Komiğiz aslında.
Hadi onu geçtim, ayol ben de çalıştığım eski şirketimde müşterilerimi İstanbul’a getirdiğimde ilk işim hepsini Sultanahmet’e götürmek olmuştu. E izlediğimizden farklı mı Sultanahmet’te manzara? Değil. Neden kendimizi sürekli olmadığımız gibi görmek istiyoruz, neden gerçeklerimizi sürekli yadsıyoruz hiç anlamıyorum.
Nesinden memnun değiliz Sultanahmet’teki o tam bizlik festival havasının?
Nişantaşı’na mı gidecekti James Bond anlamadım ki çekim yapmaya... Ayol Nişantaşı tamam modern ama her yerde var artık o insan yapımı modern kokoş ortam.
Skyfall’u izleyen her “yabancı” yeminle ölüp bitiyor İstanbul’a gelmeye.
Her şehir hakkında binlerce şehir efsanesi dolaşıyor nasıl olsa...
E bu da James Bond yahu! Abartmanın üstadı değil mi ki ezelden beri?
Bi biz mi hikayeye tav olamadık gitti, bilemedim gari.
Bizi bizden başka bu kadar hor gören yok. Ama biz sürekli “ezik” takılıyoruz.
Kime çarpsam İstanbul diyor, kimle konuşsam Türkiye sayıklıyor.
Biz kimselere benzemiyoruz. Benzemeyelim de! Bunca senedir yaşamadığı şey kalmamış bu toprakların.
Hepsini de atlatmış.
Kuvvetlidir genlerimiz, toprağımız.
Yıllandıkça kenetleniriz birbirimize.
Bu toprakların gücüdür bu.
Kolay yıkamaz kimse.
Yonca
“bence öyle”
İlk Türk
Bir yıl içinde, tam dört çöl ultra maratonu bitirerek -yani Atakama, Gobi, Sahara ve en son Antartika- Grand Slam unvanı alan ilk Türk Alper Dalkılıç arkadaşımı huzurlarınızda ellerim patlayana kadar alkışlayarak kutluyorum.
Alper bunları TEMA’nın meşeler yuva arıyor projesi için, “çöllerde koşalım ama çöllerde yaşamayalım” diyerek koştu.
Alper bu yola çıktığında ona sponsor olan Mitsubishi Klima Plus şirketine de ayrıca teşekkürler. Sporun bu kadar farklı bir dalında uğraş veren bir koşu gönüllüsüne destek olmak gerçekten ileri bir zihniyet örneği.
Alper, Antartika’da yalnız değildi. Likya Yolu Ultra Maratonu’nun yaratıcılarından Prof.Dr. Taner Damcı da Antartika’yı onunla bir aştı. Taner hocamız Organ Nakli Destekleme Derneği’ndeki organ nakli bekleyen çocuklar için koştu. www.ordes.org.tr
Alper ve Taner Hoca her finişe bayrağımızla girdiler. Ben bloglarını okurken kendimden geçtim.
Böyle insanlar olduğunu bilmek, onları tanımak benim en büyük şansım ve umudum bu hayatta.
İyi ki varlar!
Yonca
“hayran”
Paylaş