Yener Süsoy

Eşinizle 10 dakika el ele tutuşun, ömrünüz uzasın

27 Ekim 2003
Dünyaca ünlü Biyolog Doç. Dr. Nezih Hekim, 3 kuşaktır tıp bilimiyle halvet olan Gaziantepli bir aileden. Dedelerinden biri de Kilis Şeyhi Abdullah Sermest Vakıf Tazebay'dır. Bebekliğinden beri kafasını hücrelere, parmağının niye uzamadığına takmıştır. 1969'da Diyarbakır Tıp'a girer ama, bu soruların gerçek cevabını bulmak için analitik bir eğitim almaya karar verir, İstanbul'a gidip Fen Fakültesi Kimya Bölümü'ne kaydını yaptırır. Bir yandan da ülkenin en ünlü tıpçısını arar ve sonunda uluslararası tıp dehası Prof. Dr. Ferhan Berker'in asistanı olur. Gündüz tıp, gece kimya derken fizikten de dersler almaya başlar. Sonunda fizik ve kimya bölümlerinden birincilikle mezun olur. Yetmez, Demokritos'a olan hayranlığı onu aklı öğrenmeye yönlendirir. Felsefenin dev hocası Prof. Dr. Takiyettin Mengüçoğlu'nu bulur ve ilk görüşmeden sonra sınava bile girmeden onun doktora asistanı olur. ‘‘İnsanın İzolasyonu’’ konusunda çalışan genç asistan, 2. yıl ‘‘Yanlış bir örnekle doğru teori oluşturulmaz’’ diyerek Takiyettin hocaya itiraz edince kafasına bastonu yer ve ayrılır.O sırada İngilizlerin bir bursunu kazanıp Londra Üniversitesi'nde hormon biyokimyası yapmaya başlar. Oradaki buluşlarımdan dolayı Norveç hükümeti onu Bergen Üniversitesi'ne davet eder. Nezih Hoca, bu fiyort cennetinde 2 yıl hormonların etki mekanizması üzerine çalışmalar yapar ve erkeklik hormonunun ‘‘Single Step’’ modelini bularak uluslararası ün kazanır. Derken biyokimyanın dünya devi, Nobel ödüllülerin yuvası Alman Max Plank Enstitüsü'nün çağrısını kabul edip eşi ve çocuklarıyla birlikte Hanover'e yerleşir. Genç Hekim orada da menopozun tedavisinde kullanılacak ‘‘IGK Tip-2’’ adlı çok önemli bir proteini bulup dünyaya armağan eder. Türkiye'ye döner, 1983'te kurucu ortağı ve yönetim kurulu başkanı olduğu Pakize Tarzi Laboratuarı'nı kurup dünyadaki benzerleriyle eşdeğer hale getirir. Bu arada Yeniden Müdafaa-i Hukuk Hareketi Derneği'nin de kurucuları arasındadır. İTÜ'de biyokimya ve moleküler biyoloji dersleri veren Hekim fakültenin en başarılı öğretim üyesi olarak seçilir, panik hastalıklarının endokrinolojisi üzerine yaptığı çalışmalardan dolayı ödüller alır. Sayın Doç. Dr. Nezih Hekim, iyi ki sizler gibi ‘‘bir şeyler olmaya değil, bir şeyler yapmaya’’ çalışanlarımız var. Türkiye elbet bir gün en az futbolcuları, şarkıcıları, güreşçileri, sinemacıları, mankenleri, aşçılarıyla olduğu kadar sizlerle de gurur duyacak.

27 trilyon hücreden oluşuyoruz

- Yener Ağabey, 27 trilyon hücreden oluşuyoruz, yani bir adımda 27 trilyon hücre bizimle geliyor. Hücrenin her biri ayrı bir evren, bir hücrenin içerisinde bir saniyede 1 milyon kimyasal reaksiyon oluyor. Bunların hepsi beynimizde nöron dediğimiz insanın akıl kısmını oluşturan 0,1 gram ağırlığındaki sinir hücrelerine hizmet ediyor. Mesela sinemaya gitmek, sokakta dolaşmak isteyen can var ya, işte o, nöronlardaki proses. Aşık olmak, tamamıyla kimyasal bir proses, her şeyiyle daha önceden programlı. Ağlamamız, gülmemiz, üzülmemiz, okuduğunuzdan haz duymanız da nöronlarda hazırlanmış birer program. Mesela endişe duyalım diye ayrı nöronumuz var, bu bizde sürekli olarak endişe uyarıyor. Mesela yeni doğduğunda çocuk, endişeyi frenleyen hormon çok çalışmadığı için yere bırakıldığında terk edildiğini sanıp ağlar. Haz nöronları da sürekli neşe üretir. Ağlamak da ayrı bir program, ağlarken hangi kasın nasıl hareket edeceği, gözden yaş akacağı önceden programlanmış. Doğarken hepimizde 1,5 milyon programlı koku nöronu var, her biri farklı bir kokunun alıcısı. Daha doğarken neyi koklayacağınız belli, suyun kokusunu alamayacaksınız ama, kahveyi, gülü koklayacaksınız.

Nöronların yaşaması için sevgi, ilgi ve ümit gerek

Nezih Hekim, yakın dostu, ünlü 1402'liklerden Prof. Dr. Üstün Korugan'la beraber programlı hücre ölümü üzerine çalışıyor.

- Nöronların ölmemesi için sadece sevgi yetmez, yanında mutlaka ilgi, ümit olacak. Ümit olmazsa hemen ölüme karar verir ve kendini ölüme terk eder. Aniden pat diye seni öldürmüyor ama, kötüye gidiyorsun. North Caroline Üniversitesi'nin son çalışması ‘‘Her gün en az 10 dakika sevdiğinizle, partnerinizle ten tene temas et, el ele, yanak yanağa olun’’ diyor. Periferik nöronlarımızın ölmemesi için sinyal almaları lazım, ten tene temas işte o sinyali sağlıyor. Eşler birbirine ‘‘Bana lazımsın, sana ihtiyacım var’’ sinyalini gönderiyor ve nöronlar da bu sayede yaşamlarına devam ediyor. İnsan ömrü 120 yıla programlı, daha da uzatılmaya çalışılıyor ama, bu sefer başka problemler ortaya çıkıyor. Mesela hiçbir stresin, virüsün, bakterinin olmadığı, steril, bütün gıdalarının kontrollü verildiği biyolojik ortamda yaşayan farelerin hepsi kanserden öldü. İnsan mutlaka ölecek; programı öyle, bunu değiştirmek mümkün değil. Vücudumuzda toplam 1 milyar gen var ama, bir hücrede bir anda çalışanların sayısı 30-40 bin arası. Her hücrede ölümü kontrol etmek için yaklaşık 2860 gen var. Hücre ölmek ister ama, yanındaki hücre ölmesin diye ona BCL 2 diye bir sinyal gönderip ‘‘Sakın ölme’’ der.

Doğal vitaminlerin hiçbiri FDA’dan izin belgeli değil

Doğal vitamin hapları, anti-aging çıkana kadar hangimizin aklına gelirdi, doğduğumuz günden itibaren yaşlanmaya başladığımız.

- İnsan yaşlanırken bazı değişmezler var, 40'lı yaşları geçenler şu biyolojik değişmeleri mutlaka yaşıyor: Tiroid bezi daha az çalışıyor, vücudun şekeri kullanmasında, böbreklerin süzmesinde ve sinir iletilerinde yavaşlık başlıyor. Vücudun besinlerin içindeki değerli maddeleri absorbe etmesi yavaşlıyor, gözde değişiklik oluyor, dikkat bozuluyor, refleksler azalıyor. İşte anti-aging'in amacı yaşlanmayı önlemek, durdurmak veya geciktirmek değil, yaşlanmayla ortaya çıkan biyolojik eksiklikleri yerine koyarak sağlıklı yaşlanmayı sağlamak. Doğru, kurallarına uygun yapılırsa gerçekten bir altın nimet. Ama önüne gelen anti-aging'ci kesilirse bunun tam tersi olur. Önce şu çok sözü edilen doğal vitaminleri ele alalım, önce herkes bilmeli ki bunların hiçbiri Amerikan FDA'dan izin belgeli değil. Hepsi aktar gibi sayıldığı için böyle bir denetimin dışında. Doğal bir maddeden elde edilen her şey zararsız demek çok yanlış. Mesela ‘‘efedra’’ doğal bir bitki ama, insanı öldürebilecek kadar güçlü. Onun için efedra içeren hiçbir vitamini kullanmayın. Bu madde, zayıflamak ve yorgunluk hissettirmemek için kullanılıyor ama, yüksek tansiyon krizlerine sebep olup hastanın ölümüne yol açabiliyor. Erken inme ve felç de öteki etkileri arasında, böyle bir vitamin nasıl alınabilir? Uyku için tavsiye edilen ‘‘Kava Kava’’ aslında karaciğer için bir zehir. Eğer kanıta dayalı tıbba önem vermezsek halimiz perişan. Bizde laboratuvar da, eczane de gereğinden fazla önemseniyor, bu yanlış. Asıl önemsenmesi gerekenler doktorlarımız, özellikle Türkiye'nin yüz akı olan aile hekimleri.

Kanser önleyiciler

Brokoli, kırmızı biber, domates, brüksel lahanasının hiç tartışmasız kanser önleyici bitkiler olduğu kanıtlanmış durumda. Bunlar kanser olmuş adamı tedavi etmez, hiç kimse aksini yapıp kendini kandırmasın.
Yazının Devamını Oku

ABD, şimdi PKK'yı karşısına almaz

21 Ekim 2003
Eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, arkadaşımız Yener Süsoy'a ABD'nin şu an için PPK-KADEK'e saldırmayacağını, başında bir sürü sorun varken bir tane daha yaratmayacağını söyledi. Köksal, teröristlerin üslendiği Kandil Dağı'nın sarp bir yer olduğunu, biraz baskı görüce İran'a kaçtıklarını belirtti. Sönmez Köksal, MİT'i yönettiği 6 yılda PKK'yı da dünüyle, bugünüyle, yarınıyla avucunun içi gibi bir hale gelmiş olmalı.

- Amerika'nın Irak'ta çok işi var, bunca eylemle karşı karşıya kalmışken PKK-KADEK'le de uğraşıp bunlara bir fazlasını ilave etmek istemez. Bence ABD'nin şu anda PKK-KADEK'le uğraşması çıkarına değil, herhalde bu aşama karşısına almak istemeyecektir. ABD, bu işi kan dökülmeden götüreceği bir çözüm arayışında ama, ben bunu pek olası görmüyorum. Bölücü teröristlerin konuşlandığı Kandil Dağı pek kolay bir yer değil. Biraz baskı yapınca hemen İran'a kaçarlar. Ben orada eli silah tutan 5 bin adam olduğunu tahmin etmiyorum, bu çok büyük rakam. Bunun içinde aileler, zorla götürülmüş çocuklar filan vardır. Bu olaylarda büyük komşumuz İran'ın dahli olmadığını söylemek de mümkün değil. Amerika'nın Irak'taki mevcudiyeti, İran'daki nükleer silah konusundaki gelişmeler, Türk askerinin Irak'a gidişi gibi nedenlerle İran'ın eski alışkanlığıyla yine bazı unsuları elinde koz olarak bulundurabileceğini de varsaymalıyız.

Tahran’a füze atarsanız Özal’ı vurmuş olursunuz

- İran-Irak savaşının en yoğun olduğu 1988'in ilk aylarında Başbakan Turgut Özal, Tahran'ı ziyarete gitmişti. Tam bir füze savaşıydı, her gece sabaha kadar birbirlerine karşılıklı füzeler atıyorlardı. Irak atışlarda daha başarılı olmaya başlamıştı, attığı her füze Tahran'ın içine düşüyordu. Turgut Bey, Tahran'da eski Hilton olan İstiklal Oteli'nde kalıyordu. Geldiğinin ertesinde gece İstiklal Oteli'nin hemen yakınlarına Irak'ın füze saldırısı olmuş. Bunu Bağdat Büyükelçiliği rezidansına gelen telefonla öğrendim. Saat gece yarısını çoktan geçmiş, o saatte bir yetkili bulmak neredeyse imkansız. Sabah mesai saatiyle birlikte doğru Irak Dışişleri Bakanlığı'na gidip müsteşarla görüşmek istediğimi söyledim, hemen kabul etti. Odasına girer girmez ‘‘Füzelerinizle İran'ı değil, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Turgut Özal'ın kaldığı oteli hedef almış durumdasınız. Bunu Türkiye'ye karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul ederiz, bu itibarla derhal ateşi kesin’’ dedim. Müsteşar telaşla ayağa kalktı, ‘‘Türkiye bizim dostumuz, kardeşimiz, hemen durdururuz’’ derken bir yandan da telefonlara sarıldı, ben çıktım. Hakikaten de Turgut bey Tahran'da olduğu sürece karşılıklı füze saldırısı durdu, böylece bir nevi ateşkes sağlanmış oldu.

Irak’ın terör bataklığı olma riski bulunuyor

- Saddam er geç yakalanacak ama, bunun için önce karşı hareketin boyutlanmaması, asayişin kontrol altında tutulması lazım. Eğer bu terörist hareketler boyutlanır, işgal gücü ve geçici hükümetin kontrolü elden kaçırabileceği inancı yayılırsa iş zorlaşır. Sonunda Irak her türlü terörist örgütün el ele verdiği bir bataklığa dönüşür, bence bu tehlike hálá var. Çeçenistan'dan Somali'ye, Casablanca'dan Afganistan'a uzanan eksenlerin kesiştiği bölgelerin tamamen destabilize olma tehlikesi var. Onun için Irak'ın büyük bir süratle kontrol altına alınması lazım.

Askerimizi öncelikle Kürtler istemeliydi

- Bağdat'taki görevim sırasında Celal Talabani ve Mesut Barzani ile birçok görüşmem oldu. İkisi de Kuzey Irak'ta iki ayrı aşiretin liderleri, Türkiye'de de uzantıları var. İçimizde olan, aynı kökten geldiğimiz insanları yok farz etmek mümkün değil. Gönül arzu ederdi ki, Türk askerinin Irak'a gelmesini önce onlar istesin. Karşılıklı güven kaybından sonra atışmalar başladı, hakarete varan laflara kadar gelindi. Bence ortada iki taraftan da kaynaklanan bazı yanlışlıklar var. Bir kere, aşiret dahi olsalar neticede o aşiret reisinin bir oğlu bugün Irak'ın Dışişleri Bakanı. Siyasetin özünde bazı şeylerin altını çok çizmemek de vardır, bir takım rüyaları içte saklamayı bilmek lazım. Türkiye'de bu konuları ne yazık ki çok amatörce konuşuyoruz. Bu gerginlik giderilebilir diye tahmin ediyorum, çünkü karşılıklı olarak birbirimize ihtiyacımız var. Her şeye rağmen Kuzey Irak'ta kendi sınırlı güçleriyle düzeni muhafaza edebiliyorlar. Kuzey Irak da güney gibi bir bataklık olsaydı, Türkiye için doğacak güvenlik sorunlarını düşünün.
Yazının Devamını Oku

Saddam, Kuzey Irak'ta saklanıyor

20 Ekim 2003
MİT Müsteşarı'nın eskisiyle bile konuşurken insan kendini beynini okuyan çok özel bir röntgen cihazındaymış gibi hissedebiliyor. Eğer bir zamanlar polis muhabirliği yapıp, fazlaca polisiye roman okuyup, filmlerini de izlediyseniz, gizli kameraların, mikrofonların nerelerde olduğunu bile merak edebilirsiniz. O kibar, güler yüzlü kişiyi 1976'da sevgili Şenay-Şerif Yüzbaşıoğlu ile birlikte Uluslararası Altın Orfe Müzik Festivali için gittiğiniz Bulgaristan'ın Slançev Briag kentinde Burgaz Başkonsolosu olduğu günden beri tanısanız bile. Dünyalar güzeli sevgili eşi Filiz Akın'ı gerçek adıyla ‘‘Suna’’ olduğu günlerinden tanıyıp Artist Mecmuası'nda Tanju Gürsu'yla birlikte kapak yıldızı olduğu güne tanık olsanız bile. Sönmez Köksal'la konuşmak kolay değildir, eskiden beri lafını bir kere değil bin kere tartar. 40 yıllık diplomatlık serüveni içindeki başkonsolosluk, müsteşarlık, büyükelçilik görevlerine 6 yıl yaptığı MİT Müsteşarlığı'nı da ekleyin. Nice tarihi olaylara tanıklık etmiş, nice tarihi belgelere imza atmış, nice gizli labirentlerde dolaşmış bu ağzı sıkı ünlü diplomatın ağzından bakalım nasıl laf alacağız. Tereciye tere satmak gibi olacak ama, haydi kolay gelsin.

Saddam'ın elinde büyük mali kaynak var

Sönmez Köksal, dünkü Saddam'ı da iyi bilir, dünkü Irak'ı da... Peki yarın ne olacak derseniz...

- Ben Saddam'ın öldüğüne inanmıyorum, özellikle Kuzey Irak'ta saklanabileceği bir sürü yer var, orada olabilir. Irak'taki bütün terörist hareketlerin arkasında en büyük pay Saddam'ın diye düşünüyorum. Bağdat düşmeden önce Irak Merkez Bankası'nın bütün dolar rezervini TIR'lara yükleyip kaçırmış. Elinde bu kadar büyük mali kaynak olan birisinin bazı hareketleri finanse etmesi çok kolay olur. Hele yaşadıkları bu ekonomik krizde, işlerine son verilen polisler, ayda 50 dolar maaş almak için isyan çıkarıyor.

Bağdat'ta görev yaparken birkaç kez Saddam'la karşılaştım, büyükelçilerle görüşen bir devlet başkanı değildi. Karizması vardı, konuşmalarımızda her zaman konulara hákim görüntü verirdi. Saddam, bir Arap milliyetçisi olduğu için Türklere karşı menfi bir bakış açısı vardı ama, Türkiye gerçeğini de iyi bilirdi. Hiç kimsenin onun görüşünden farklı bir görüş sahibi olması mümkün değildi. Sadece silahlı kuvvetler, parti, halk ordusu değil, bütün toplumun en küçük hücresine kadar her şeyi kontrol edebilecek mekanizmaların başındaydı.

Türk askeri Irak’ı parçalatmaz

Gidelim mi, gitmeyelim mi, vay o ne diyor, vay bu ne diyor, peki Sönmez bey ne diyor?

- Evet, Türk askerinin Irak'a gitmesi gerektiğine inanıyorum, çünkü bölgenin büyük ülkesi olarak orada büyük işlevimiz var. Türkiye'nin bu süreci olumluya çevirecek imkanı var; hem kültür, hem siyasal, hem de sosyal açıdan. Eğer Irak parçalanır, Suriye de bundan etkilenirse güneyimiz bütünüyle istikrarsız bir bölge haline dönüşür. Asker göndermek elbette rizikolu bir operasyon, PKK dahil bütün terörist güçler Türkiye'yi hedef alacak. Ama, Türkiye gelecekte kendi toprağına dönük tehdidi bertaraf etmek için Irak'ta olacak. Türk askerinin oradaki birinci görevi Irak'ın parçalanmasını önlemek. Sadece Kuzey Irak'a girerek Irak'ın parçalanmasını engellememiz mümkün değil. Türkiye'nin Irak'la ilgili gizli bir gündemi yok, başkalarının varsa onu bilemeyiz. Bazı Amerikan yetkililerinin Türk askerinin gitmesi konusunda tereddütte oldukları yolundaki sözleri ise kendi tayin ettikleri Irak Konseyi'nin gönlünü almak için.

Bizim gibiymiş

Arkadaşımız Yener Süsoy, yıllar öncesinden tanısa bile eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal'la röportaj yaparken biraz tedirgin olduğunu itiraf etti. Süsoy ‘‘Kırk yıllık arkadaşım ama, polisiye merakımızın getirdiği önyargıdan olacak, sağında solunda ‘böcek' var mı diye dokunmadan edemedim’’ dedi.


Chirac, Ecevit’i hiç affetmedi

Paris Büyükelçisi 1940 İzmir doğumlu Sönmez Köksal, Türkiye-Fransa ilişkilerinin en tatlı, en tatsız günlerini yaşamış, perde gerisinde çok roller almıştır.

- Türkiye-Fransa ilişkilerinin dönüm noktası, Başbakan Ecevit'in Türkiye'nin açtığı helikopter ihalesinde Fransızların Eurocopter firmasının elendiğini ayaküstü açıklaması oldu. Jacques Chirac ise ülkesinin savunma sanayiini ve bu ihaleyi çok önemseyen bir tavır içindeydi. Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye-Fransa ilişkileri her açıdan çok güzel bir dönem yaşıyordu. Benim de Chirac'la çok sıcak ve yakın ilişkim vardı. Her karşılaşmamızda mutlaka dost olarak vurguladığı Demirel'e selam gönderirdi. Demirel'i Çankaya'dan ayrılmadan önce mutlaka ziyaret edip dostluğunu göstermeye de kararlıydı. Chirac'ın şimdi Fransa'nın BM Temsilcisi olan o zamanki diplomatik müşaviri Jean-Marc de La Sabliere beni ofisine davet ettiğinde ziyaret tarihini tespit edeceğimizi sandım. Ne gezer, o gün meslek hayatımın en zor görüşmelerinden birini yaptım. Meğer bir gün önce Ecevit başbakanlık merdivenlerinde gazetecilerle ayaküstü konuşurken Fransızların elendiğini açıklamış. La Sabliere'in ilk sözü, Chirac'ın bir Fransız malının kötülendiği, üstelik bunun bir başbakan tarafından diplomatik nezaket kuralları dışında yapıldığı için küplere bindiği oldu. Eğer böyle bir karar alınmışsa bunun kendisine özel bir mektupla gerekçeleriyle bildirilmesi gerektiğini söyledi. Daha sonra da Fransa'ya hiçbir izah edici mesaj verilmeden dosya kapatıldı. Bu şartlar altında Chirac'ın Türkiye'yi ziyaret edemeyeceğini, daha olumlu bir dönemin beklenmesi gerektiğini de ekledi. La Sabliere'in yanından çıkar çıkmaz Cumhurbaşkanı Demirel'i telefonla arayıp görüşmeyi kendisine aynen aktardım. Kendimi otomobil kazasından çıkmış gibi hissettiğimi söyleyip, işin vahametinin altını çizdim. Süleyman Bey sözümü kesmeden beni dinledikten sonra ‘‘Ne yapalım artık olan oldu ama, iki ülke birbirinden bu kadar kolay vazgeçmez’’ dedi.

Chirac daha sonra Türkiye'nin bütün tepkisine rağmen oldu bittiyle Senato ve Ulusal Meclis'ten geçirilen Ermeni Soykırımı Yasası'nı itirazsız onayladı. Bu arada hükümetimiz beni görüşmelerde bulunmak üzere Ankara'ya çağırdı. Birkaç ay sonra yeniden Paris'e döndüğümde doğrusu işin tadı, keyfi kaçmıştı. Yener bey, ihale hala sonuçlanmadı, o zaman dost ülkelerin liste dışı bırakılıp elenmesinin anlamı neydi? Lüzumsuz yere Fransa'yı küstürdük, bu yüzden Jacques Chirac da Bülent Ecevit'i hiç unutmadı ve affetmedi.

Kuveyt’e saldırıyı 6 ay önce bildirdim

Sönmez Köksal, atadan babadan kalma istihbaratçı değil, nasıl oldu da ilk sivil MİT Müsteşarı olarak tarihe adını yazdırdı?


- MİT Müsteşarlığı görevine gelmemde Dışişleri'nde sıradışı bir kariyer izlemiş olmamın da rolü var. Bağdat'taki görevim sırasında İran-Irak savaşını yaşadım, bu arada tedviren Tahran Büyükelçiliği görevini de yürüttüm. Bağdat'ta birtakım iyi haber kaynaklarım vardı, bazı değerlendirmelerde bulundum. Saddam Hüseyin'in Kuveyt'e yönelik bir istila hareketine girişebileceğini başlangıcından 6 ay önce Ankara'ya yazmıştım. Hatta, bizim bürokratlar ‘‘Şimdi bu da nereden çıktı’’ der diye bir süre de üzerine yattım. Sonunda elimde kalmasın diye raporu mart ayında Ankara'ya gönderdim, nitekim ağustos ayında da Irak istilası başladı.

YARIN: ABD PKK’YI KARŞISINA ALMAZ
Yazının Devamını Oku

Halk, Güneydoğu’da asıl desteği bize verdi

14 Ekim 2003
Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner, arkadaşımız Yener Süsoy'a terörün ortadan kaldırılmasındaki en önemli payın halk desteği olduğunu söyledi. Aydıner, ‘‘Bölücü örgütün en güçlü olduğu dönemde bile yöre insanı, en büyük desteği bize verdi. Örgüt, silahlı propaganda düzeyinde kaldı’’ dedi. Bütün vatandaşlarımız rahat uyusun, bölücü terör örgütü bütün gayretlerine rağmen hedeflerine ulaşamadı, ulaşamayacak. En güçlü olduğu dönemde ‘‘Halk ayaklanmasını başlattım, bağımsız devletimizi kuruyoruz’’ dediğinde bile o yöredeki insanımızın güvenlik güçlerine verdiği destekle o sözler sadece silahlı propaganda seviyesinde kaldı. Köy korucuları dediklerimiz, ‘‘Devletimi, milletimi böldürmem, bayrağımı indirtmem’’ diyen o yörenin insanlardır. Yener Bey, o halk desteği olmasaydı, biz nasıl başarılı olurduk? Ne zaman ki entelijans servisler pis işleri için bu adamları kullanmayacak, devletler de milli menfaat adı altında bu örgütlerine himayekár tavır almayacak, ancak o zaman terör belası biter.

Karakoldan ürkmeye paydos

- Polis teşkilatında artık hizmeti vatandaşın ayağına götürme dönemi başlıyor. Belirlediğimiz birçok işi polis memurlarımız vatandaşın evine, işyerine gidip bizzat yapacak, karakola çağırıp yapmayacak. Eğer gidip bulamazlarsa bir not bırakın ki, vatandaş ürkmeden karakola gelsin. Aslında ürkecek ne var; demek ki bizim emniyet teşkilatı olarak düzeltmemiz gereken bir hatamız var. Bunu kaldırmanın önemli yolu onu doğru bilgilendirmedir, adamı niçin çağırdığımı söylersem bana da öteki resmi dairelere gider gibi gelecektir.

Ayaküstü konuşmam

- Gazetecileri çok

seviyorum ama, ben ayaküstü cak cak konuşan bir adam değilim, Emniyet Genel Müdürlüğü'ne geldiğimde içerden dışarı biraz fazla

bilgi sızdığını gördüm; emniyet, kevgir gibi bir teşkilat olamaz. Biz 200 bin kişilik silahlı bir gücüz, esas temayüz ettiğimiz nokta disiplindir.

Uyuşturucu tacirleri zengin çocuk peşinde

- Uyuşturucu kullanana ceza vermeyen Batı ülkeleri, uyuşturucu ticaretine zemin hazırlıyor. Turizmini yaratmış adamlar, hafta sonları insanlar turlarla oralara gidiyor, alması da serbest, kullanması da. Ondan sonra çıkıp bana diyor ki, aman güzergáhta sen yakala. Kardeşim ben yakalıyorum, çok ciddi mücadele ediyorum ama, sen rantı yüksek bir yerde uyuşturucu pazarını hazır tutuyorsun. Bizde öyle eroin, uyuşturucu üretimi filan yok, haşhaş izinle ve sadece ilaç sanayii için çiziliyor. Bir nesil göz göre göre gidiyor, medya da uyuşturucu haplarının adını vererek reklamı yapmış oluyor. O hapların hepsi uyuşturucu niteliklidir, bir süre sonra hafıza kayıplarına yol açıp insanı tüketiyor. Biz okullarımıza sivil ekipler gönderip hepsini kontrol altında tutuyoruz. Uyuşturucu tacirleri özellikle zengin çocuklarının okuduğu okullarda pazar oluşturmaya çalışıyor, ama büyük boyutta değil. Mesela satılan bir hap insana 24 saat enerji veriyor, atlatıyor, zıplatıyor ama, ertesi gün külçe yapıyor. Bunun bir küçücük parçası 75 milyon lira, onun için zengin çocukları hedefleniyor, kendi içinde ayakçılık yaptırılıyor. Böyle okulların çevresinde aralıksız görev yapan elemanlarımız var, aileler de evlatlarına dikkat etmeli.

Avrupalı dostlarımız içinde teröriste mayın veren var

- Hem jeopolitik konumumuz, hem yakın uzak komşularımızın Türkiye'deki hedefleri itibariyle terör örgütleri babında maşallahımız var. Türkiye, komşuları itibariyle teröre destek verenlerin çoğunlukta olduğu bir konumda ne yazık ki. Komşularımızdan halkı Müslüman olanlara bakın; bir tek demokratik, laik, sosyal hukuk devleti biziz. Ötekilerin hepsi ne kisveyle olursa olsun bir çeşit diktatörlük. Böyle olunca ayakta kalabilmek için Türkiye'deki rejime terör yoluyla devamlı köstekler göndereceksiniz. Ayrıca anayasasına ‘‘genosid’’ diye Türk düşmanlığını koyan, ilkokuldan itibaren Türk düşmanlığını işleyen komşularımız da var. Bunların yanı sıra Türkiye'de siyasi ve iktisadi istikrarsızlık yaratmayı asırlardır kendilerine ana politika edinmiş, insan hakları şampiyonu Avrupalı dostlarımız da var. Bunların destekleri, mesela mayın ve silah konularında o kadar aşikardı ki, yeri geldiğinde hepsini büyükelçilerinin yüzlerine vurdum. Onlara ‘‘Sizde bakkalda mı satılıyor bunlar?’’ dedim; ‘‘Devletten devlete ve son kullanıcı olarak satılması gereken malzemeler ne geziyor bunların elinde’’ dedim. Sayın Süsoy, Kara Ses denen adamın her türlü belgesi hazır; onu soyut birkaç lafla iadeden kaçınmak nasıl bir standarttır!.. Ya Fehriye Erdal'ın verilmemesine ne diyeceksiniz? O zaman herhalde bunların arkasında önemli politikalar yatıyor diyorsunuz. Amerika'nın 11 Eylül'den sonraki terör listesinde neden KADEK yok? Bütün yöneticileri, işaretleri, sembolleri, kuruluş yeri, hatları PKK ile aynı, o halde?.. Üstelik bunların da örgütsel faaliyeti dünya kadar var; Mardin'de, Silopi'deki suikastlar ortada, o halde bu nasıl standart?..

Polisi ev sahibi yapacağım

- Polisin gerçekten çok önemli sıkıntıları var, mesleğinin riski, çalışma süreleri. Vicdanı olan bunu kabul eder, 12'den 12'ye kadar nerede çalıştırırsınız insanı; 12 saat çalıştırıyorsun, 12 saat dinlendiriyorsun. Özellikle polis memuru emeklilerimiz çok mağdur durumda. 900 milyon lira maaşı olan insan emekli olunca bir anda 453 milyona düşüyor. Bizimkilerin durumu ötekilerden farklı, ben kanun gereği polis memurunu 52 yaşında emekli etmek zorundayım. Bu adamın çocuğu hálá onun bakımına muhtaç, belki okuyor, güle güle dediğin anda sıkıntıya düşüyor, evi yoksa tam perişan. Sandığımız şu anda çok güzel çalışmalar içinde, belediyelerin vereceği arsalarda evler yaptırıp emekli olduklarında başlarını sokacakları bir ev sahibi olacaklar.
Yazının Devamını Oku

Gaffar’ın verdiği Hizbullah raporu, beni dehşete düşürdü

13 Ekim 2003
Gökhan Aydıner, bunca yıllık mülkiye müfettişliğinde, valililiklerinde olduğu gibi Emniyet Genel Müdürlüğü görevinde de yine kendisini saklıyor, susuyor, ser verip sır vermiyordu. Ta ki, Kavaklıdere'deki muhkem mütevazı lojmanında buluşup ailesiyle birlikte gün boyu sohbet edinceye kadar. Sonunda Türkiye'nin nice tarihi olayına tanık olmuş, nice terör örgütlerini araştırmış, nice istihbarat yönetmiş, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ‘‘Savaş Koordinatörü’’ ve son OHAL Bölge Valisi konuştu. Bu arada sevgili eşi Türkan Hanım'ın eliyle yaptığı pastaları, börekleri, çörekleri, krepleri, omletleri, tavşan kanı çaylar eşliğinde afiyetle atıştırdığımızı da itiraf edelim.

Emniyet'e teknolojiyi hákim kılmak istiyoruz

- Her devlette, her kuruluşta olduğu gibi Türkiye'de de rüşvet var Yener Bey, haklısınız. Ama, sadece kendi içindekileri değil, başka kuruluşlardaki çürükleri ortaya çıkaran, yine bu Emniyet teşkilatı. Rüşvetle mücadele için vatandaşla direkt temas ettiğimiz hizmet noktalarında teknolojiyi hákim kılmak istiyoruz. Bugün kim gelirse gelsin 24 saatte pasaportunu alıyor, kim kime ne alıp verecek ki? Trafikte konusunda da ceza nedeniyle cezada nakit para kalktı, ayrıca çok sıkı iç denetimlerimiz de var. Göreve geldikten sonra eski alışkanlığı değiştirdim, artık vatandaş arabasından inmiyor, polisi onun yanına geliyor. Böylece polis hem hizmeti ayağa götürmüş oluyor, hem de sürücüyle yaptığı konuşmaya herkes tanık oluyor. Ben mesleğimi seven bir insanım, onun için meslek gayretine düşerim, meslektaş gayretine düşmem. Mesleğini seven, mesleğini bağlı meslektaşımı çok severim, mesleğe yaramayanları ise ayıklarım.

Radarın amacı ceza değil kurala uymayı benimsetmek

- Trafikte denetimin ana amacı, kazaları olmamasını sağlayıcı tedbirler almaktır. Ceza denetim amacı değil, uymayanlara yapmamız gereken bir görevdir. Bu yüzden radar koyacağım yerler, en çok kaza olan kara noktalar olmalı. Özellikle buralarda sürücülerin çok daha dikkatli, kurallara riayetli olmaları sağlamam lazım. Bunun için gönderdiğim tamimlerde radarları bu kara noktaların saptanıp oraların girişinden itibaren belirli yerlere konulmasını istedim. ‘‘Burada radar kontrolü var’’ tabelasını da koy, buna rağmen riayet etmiyorsa zaten cezayı fazlasıyla hak etmiş demektir. Adam orada ayağını gazdan çekmişse, ben görevimi yerine getirdim demektir, bundan mutluluk duymam lazım. ‘‘Ne kadar çok ceza yazarsam, o kadar çok icraat göstermiş olurum’’ mantığını kaldırmaya çalışıyorum.

Hizbullah, belli bir ülkeye servis sağlayıp himaye görüyor

- OHAL Bölge Valisi olduğumda rahmetli Gaffar'ın bana verdiği Hizbullah brifinginde hayatımda ilk kez dehşete düştüğümü itiraf edeyim. Düşünün ki yılların valisiyim, neler görmüş yaşamışım ama, o bambaşka bir müthiş tehlikeydi. Örgütün felsefesi, belirli bir komşu ülke modelini yansıtacak şekilde şeriata dayalı bir din devleti kurmak. Yaklaşık 20 bin kişi Allah'ın partisi diye bu örgüte katılmak için biyografisine kadar birçok şeyini verip saflarına katılmış. Derhal müşahedem şu oldu; bu örgüt belirli bir ülkeye servis sağlıyor, bunun karşılığında himaye görüyor. Bütün örgütler eylemlerini propaganda amaçlı olarak açıklarken, bunlar hiç üstlenmiyor, ama yapış tarzı itibariyle taraftarlarına ‘‘Bu benim’’ dedirtiyor. Bunun sonucunda devlet, hep yargısız infaz ve cinayet töhmetleri altında kalıyor.

Hemen raporları hazırlayıp İçişleri Bakanlığı'na götürüp verdim. Gördüm ki, yukarıda bu konuda ciddi bir bilgi birikimi yok. O zaman Bölge Valiliğinin verdiği yetkiyle Diyarbakır Emniyeti'ni bilgi bankası oluşturmakla görevlendirdim. Akabinde Türkiye'de ilk defa İstihbarat Derleme ve Değerlendirme Kurulu kurup kuruluşların hepsini bölgede aynı çatı altında topladım. Böylece hem haberler anında yukarıya gitti, hem de kuruluşlar arasındaki birbiri atlatma rekabeti ortadan kalktı. Sonunda Hizbullah'ın çeteleşme safhasını bitirip hayal ettikleri hedefleri yok ettik, eylem yapamaz hale geldiler.

Şu anda Türkiye'de faal olarak KADEK'in dışında, aktivitesi az olan 9 radikal dinci, 93 aşırı sol örgüt var. OHAL görevinden ayrılacağım sırada Kürdistan İslami Devrim Hareketi adlı yeni bir etnik-dini terör örgütünün başkan ve üyeleri, Van, Bingöl, Elazığ'daki tüm uzantılarıyla birlikte kökünden kazıyıp aldık.

Valiyken radara yakalandım, ama cezamı ödedim

- İçel Valisi'yken bir tatilde şahsi arabamla ailece Ankara'da tatilden dönerken Şereflikoçhisar'da radara yakalandım. Arabayı çektirdiler kenara, ehliyeti, ruhsatı istediler. ‘‘Beyefendi ceza yazımı için ekip arabasına gelin’’ dedi. Polis de beni bir yerlerden de tanıyor olacak ki, 'Efendim siz vali değil misiniz?'' dedi. Evet deyince cezayı yazmamaya kalkıştı, reddettim, sadece ‘‘Adresimi sorma, İçel diye yaz yeter’’ dedim. Cezamı ödedim; çocuklar haklı, laf aramızda 140'a kadar çıkmışım. Emniyet Genel Müdürü olarak hedefim, polisi destek hizmetleriyle üst düzeye çıkarıp halkla iç içe koymaktır. Kamu otoritesini temin ederken vakarınızı muhafaza edeceksiniz, hizmet ettiğiniz halkla devamlı temas halinde olacaksınız. Polis sokağı koklayacak, sokağı görecek, duyacak.

Silahtan çok iyi anlarım Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner, ‘‘Bende emeği çok büyük’’ dediği eşi Türkan Hanım ve ODTÜ'de elektronik eğitimi gören en küçük oğlu Güçlü'yle. Aydıner, ‘‘Silahtan çok iyi anlarım, ama yanımda taşımam. Ayrıca kötü atıcıyım’’ diyor.

YARIN: GÜNEYDOĞU’DA HALK ASIL DESTEĞİ BİZE VERDİ
Yazının Devamını Oku

Siirt konuşmasında suç niteliği yok

7 Ekim 2003
Türkiye'nin dünyaca ünlü hukukçusu Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, arkadaşımız Yener Süsoy'a, eskiden hukuk eğitiminin hakim ya da savcı olmak için alındığını, günümüzde ise holdinglere hukuk danışmanı olmak için alındığını söyledi. Prof. Dönmezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın mahkum olduğu Siirt konuşmasında hiçbir suç unsuruna rastlamadığını söyledi. Erdoğan’dan danışmanlık ücreti almadım

- Tayyip Erdoğan, Siirt'te okuduğu şiirden dolayı mahkum edildikten sonra avukatı aracılığıyla benden görüş istedi. Kendisiyle bir ahbaplığım da yok, eskiden benim öğrencimmiş. İstanbul Belediye Başkanlığını yapmış biri haksız muameleye uğramışsa bizim gibi adamlar hizmet etmeli. Dosyasını inceledim, şiir konusunda mütalaamı verdim, elbette hiçbir ücret karşılığında değil. Tayyip Bey'in Siirt konuşmasında hiçbir suç niteliliği yok. Aksi olsa benim gibi bir adam nasıl yok diyebilir, sırf beraat etsin diye yanlış görüş verecek adam mıyım ben? Tayyip Erdoğan'a daha sonra başbakan olabilmesi yolunda engelleri aşabilmesi için yollar göstermeye çalıştım.

Artık hukuk tahsili holding müşavirliği için yapılıyor

Anadolu'daki Hukuk fakültelerine derse gidiyordum, birinin dekanı veterinerdi. Benim öğrencilik yıllarımda kolej mezunu zengin aile çocukları, hakim, savcı olmaya can atardı. Bugünküler ise hukuk tahsilini büyük holdinglerin hukuk müşaviri, danışmanı olmak için yapıyor.

En büyük şansım eşim

Hayatımın en büyük şansı 52 yıllık sevgili eşim Merih'tir, o aynı zamanda benim en esaslı yardımcımdır. Evlendiğimizden bugüne kadar bütün yazılarımı daktiloda, bilgisayarda hep o yazdı, yazıyor.

Gençlik yıllarımda Türk müziği söylenen gazinolara giderdim, en beğendiğim sanatçılar Hafız Burhan ile Safiye Ayla idi. ‘‘Burası Muş'tur’’ şarkısını duyduğumuz anda hanım ve ben ağlamaya başlarız.

28 Nisan olaylarının perde arkası

Sulhi Dönmezer, 28 Nisan 1960 tarihinde öğretim görevlisi olduğu sırada İstanbul Üniversitesi'nde yaşanan ve 27 Mayıs'ın habercisi olan öğrenci olaylarını şöyle anlattı:

- Eğri oturalım, doğru konuşalım, 28 Nisan 1960 üniversite olaylarının tahrikçileri Cumhuriyet Halk Partisi Gençlik Kolları ile bazı aşırı solcu üniversite hocalarıdır. Rektör Sıddık Sami Onar bu işe isteyerek girmedi, ikimiz de cup diye kendimizi olayların içinde bulduk... 28 Nisan günü Hukuk Fakültesi Dekanı Naci Şensoy bir işi olduğunu söyleyip benden bir günlüğüne vekaletimi rica etti. Bir Alman profesör konferans verecekmiş, onu sınıfa götürüp takdim edecekmişim. Alman profesörü sınıfa götürdüm, adam tam konuşmaya başladığı sırada bahçeden silah sesleri gelmeye başladı. Ben de dekan vekiliyim, hemen fırlayıp bahçeye çıktım. Bir baktım çocuklar merkez kapısından içeri kaçışıyor, polis de havaya ateş ediyor. Ateş edenlerden biri de liseden sınıf arkadaşım, polis müdür muavini Yaşar. Yanına gidip ‘‘Deli misiniz, hemen çıkın üniversitenin bahçesinden, biz çocukları teskin ederiz’’ dedim.

REKTÖRE YUMRUK

Geriye dönüp merkez kapısından içeri girer girmez çocuklar ‘‘Yaşa hocam’’ diye bağırarak beni sırtlarına aldı. Yere indirmelerini söylüyorum ama, dinleyen kim. O arada baktım rektör Sıddık Sami otomobiliyle içeri giriyor. ‘‘Hocam silahlar atılıyor, çocuklar ölecek, bunları engellemeye çalışın’’ dedim. ‘‘Peki hoca, bin arabama oraya gidelim’’ dedi. Yolun yarısına gelmiştik ki, otomobilimiz durduruldu. O anda namlı polis Bumin Yamanoğlu bana bir tokat attı, gözlüklerim havaya fırladı. Sıddık Sami ‘‘Sen benim yanımda nasıl bir profesöre tokat atarsın’’ diye gürledi. Hocayı zorla otomobilin içine sokmaya çalışırlarken kafası kapıya vurdu, alnı yarıldı, her tarafı kan içinde kaldı. Beni de hırsla onun yanına itip ikimizi önce polis müdüriyetine, oradan da valiliğe götürdüler. Valilikteyken İçişleri Bakanı Namık Gedik, Ankara'dan telefonla Sıddık Sami'yle görüşmek istedi, ardından telefona beni istedi; ‘‘Sulhi Bey, öğrencileri siz tahrik etmişsiniz’’ demez mi? Tepem attı, bu uydurma bilgileri kimden aldığını sordum. Anladım ki, bu senaryoyu yazan vali bey. O anda valinin masasının üstündeki kağıtlara gözüm takıldı, çoğunun üstünde benim adım yazılıydı.

Oradan çıkıp birlikte üniversiteye döndüğümüzde tankların geldiğini gördük. İkinci kattaki tıp dekanının odasına çıktık. Telefon çaldı, Başbakan Menderes, Sıddık Sami'yle konuşmak istiyordu. Hoca benim konuşmamı işaret edince Menderes'e rektörün rahatsız olduğunu söyledim. Neler olduğunu sorunca da yaşadıklarımızı bir bir anlattım. Bana ‘‘Çocukları üniversite dışına çıkarın, bu kadarla kalsın’’ deyip telefonu kapadı. Birkaç gün sonra Milli Eğitim Bakanı telefonla arayıp, Hüseyin Nail Kubalı hakkında menfi mütalaa vermemi istedi. Bununla hocayı görevden alıp, ortalığı düzelteceklermiş. Çok sinirlendim; ‘‘Sayın bakan, sizler idrakinizi mi kaybettiniz? Hocaları bırakın, derhal buradaki vali ve polis müdürünü görevden alın’’ dedim. 15 gün sonra İstanbul Örfi İdare Mahkemesi beni TCK'nın 146. maddesini ihlal etmek iddiasıyla ifade vermek için çağırmasın mı? O gün bana neredeyse inme inecekti, düşünün ki subayların hepsi iktidarın aleyhinde.

KORKARAK GİTTİM

İfade vermeye ürkerek gittim, neyse ki tutuklamadılar. Oradan çıkıp Şişli'deki eve döndüm, biraz sonra kapı çalındı. Açtım, üniversite olaylarının hepsinin başında olan, ihtilalci öğrencim ‘‘Castro’’ namlı Nuri Yazıcı ve arkadaşları karşımda. Nuri aynen şunları söyledi: ‘‘Hocam sizi örfi idareye götürmüşler, hiç üzülmeyin, birkaç gün içinde bir şeyler olacak.’’

Nitekim birkaç gün sonra 27 Mayıs oldu.
Yazının Devamını Oku

Y.O'ya verilen para az

6 Ekim 2003
Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer... Türkiye'nin dünya çapındaki ceza hukukçusu... Yaşayan tek ordinaryüs profesör unvanlı hukukçumuz... 10 Şubat 1918 İstanbul Fatih doğumlu... İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi 1938 mezunu. 1944'te aynı fakültede doktorluk, ardından ABD İllinois Üniversitesi Kriminoloji Bölümü'nde 2 yıl staj ve araştırma... 1942'de doçent, 1949'da profesör, 1957'de ordinaryüs... O gün, bu gün Türkiye'nin karışık günlerinde, en karmaşık kanunlarında görüşü alınan bilim adamı, hukukçu. ‘‘Hocaların hocasının hocası’’ Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'de, öğrencisi olduğumuz yıllardan bu yana tek değişiklik, biraz kilo vermiş olması. Ses tonundan kaşlarını çatmasına, parmaklarını sallamasından saçlarını düzeltmesine, siyah deri çantasından 40 yıldır oturduğu Gayrettepe'deki mütevazı apartman dairesine kadar her şey eskisi gibi. Bizim hatırımız için o gün spor giyindi, yoksa Sulhi Hoca'yı kravatsız görmek ne mümkün. 52 yıllık eşi, sağ kolu, yavruları Zühal ile Cemal'in annesi Merih Hanım'a da yıllar vız gelmiş. Bir genç kız gibi yine eşinin etrafında pervane, daktiloyu yıllar önce rafa kaldırıp bilgisayarın uzmanı olmuş. Torunları Şölen ve Ülkü de ziyaretlerine gelmez mi, gel keyfim gel. Dönmezer Hoca hazır bu kadar keyifliyken, bize tarihi sırlarla dolu anılarını anlatmasını isteyelim. Bahse girerim bizi kırmayacaktır, siz usuldan çaylarınızı yudumlayın.

Türkiye’de ceza ve hukuk adaleti geç yerine geliyor

- ‘‘Avukat tutma, hákim tut’’ ne kadar felaket bir söz. Evet yargının problemi çok, ama bu kadarı da mübalağa. Bütün hákimler rüşvet alıyor diyemezsiniz, her meslekte olduğu gibi bu camia içinde de yanlış adamlar bulunabilir. Büyüyen ülkelerde rüşvet de olur, hırsızlık da, yolsuzluk da. Hem büyümek, hem de bunlar olmasın yok, bilime aykırı. Türkiye'nin asıl meselesi ceza ve hukuk adaletinin geç tahakkuk etmesi. Ceza davası açılıyor, hazırlık tahkikatı doğru dürüst yapılmadığı için adam 3 sene hapishanede sürünüyor, sonra beraat ediyor, bu zulümdür. Çok yıllar önce bir gazete aleyhinde tazminat davası açtım, tam 8 sene sürdü. Sonunda Allah müstehakını versin deyip bir daha şahsi dava açmamaya karar verdim. Sözde avukatım var, her celsede bana gelerek görüş isteyip neyi nasıl yazacağını soruyor. Karar Yargıtay'a gitti, can ciğer sınıf arkadaşım olan daire başkanı, mahkemenin hükmettiği tazminatı mübalağalı bulup kararı miktardan bozdu. Hákim kararında ısrar edince bu defa Genel Kurul'a gitti. Başkanı olan sınıf arkadaşım Pehlivan Fevzi de miktarı fazla buldu.

Eve dönüş yasasında dağ fare doğurdu gibi

- Halk arasında eve dönüş adı verilen pişmanlık yasası dağ fare doğurdu gibi oldu ama, biraz daha bekleyelim. Terörle mücadelede etkin pişman hükümleri getirmek şart, yani eğer biri insan terörizme katılmış, sonran büyük bir pişmanlık hissetmiş. bu da sabit olmuşsa, belirli şartlarla bu adamın cezasında indirim yapılabilir, hatta hiç ceza verilmeyebilir. 4422 sayılı kanunda biz bu hükmü daimi hale getirdik, mesela mafyaları bildirenin cezası iniyor.

Ezanın Arapça okunması geriye atılmış bir adım

- Bütün tarihimize bakın belki küçük geri adımlar olmuştur ama, hep ileriye gitmişiz, gidiyoruz. O geri adımlardan birisi Demokrat Parti'nin ezanı yeniden Arapça okutmaya başlamasıdır. Ezanda geçen kelimeler Kuran'ın kelimeleri değil ki. Ben dualarımı hep Türkçe yaparım, namaz kılarken çocukluğumda öğretilen birkaç sureyi okurum.

Cemal Gürsel'in umumhane emri

- Cemal Gürsel 27 Mayıs'tan sonra bir gün üniversiteye geldi, hepimiz Mavi Salon'da toplandık. Paşa kendine has şivesiyle ‘‘Bugün size iki şeyden bahsedeceğim’’ diye söze başlayıp devam etti: ‘‘Birincisi, bana şikayet ettiler ki, bazı umumhaneler kaçak çalışıyor diye mütemadiyen kapatılıyormuş. Ben de şimdi emir verdim, kapatmayın bunları yahu diye. İkincisi, ey hocalar haberiniz olsun ki Güneydoğu'da büyük tehlike var, oradan Türkiye'nin başına bela gelebilir, şimdiden tedbirinizi alın.’’

Türban konusu, hukuki olarak çözülmüştür

- Türban konusu hukuki bakımdan Türkiye'de çözülmüştür, mesele bitmiştir. İnsan sokakta istediği gibi giyinir, kimse müdahale edemez, aksi halde insan haklarına aykırılık olur. Fakat her devlet, kamu hizmeti verirken, bundan istifade edecek olanların belirli şartlara uymalarını ister. Laik toplumda bu şart konulurken dini kurallar değil, toplumsal gerçekler dikkate alınır. Ne olmuş Türkiye'de, Anayasa Mahkemesi, Danıştay bu meseleyi bitirmiş, artık bunun tartışılacak tarafı yok. Hukuku değiştirmeye gücün yetiyorsa değiştir kardeşim. Dünyada babam kadar sevdiğim insan Atatürk'tür. Onun kurduğu laik Türkiye'ye hiçbir şey olmaz.

Bütün hayatını karşılayacak ölçüde para verilmesi lazım

- Y.O. adlı çocukcağızın başına gelenler, Avrupa'da da yaşanıyor, Fransız Yargıtayı'nın bu konuda kararları var. Baba tazminat davası açmış, sonunda hakim bey 60 milyarı uygun bulmuş. Olur mu böyle şey, böyle bir hadise için çok komik bir rakam. O zavallı çocuğa bütün hayatını karşılayacak ölçüde para verilmesi lazım. Bu çocuk evlenemez, çocuk sahibi olamaz, cinsel ilişki kuramaz, kimse işe almaz, sırtında hep bu damga ile yaşayacak, felaket bir durum. O halde bütün bunları tasfiye edecek gereklikte bir tazminata niye hükmetmedin sayın hakim?.. 60 milyar o zaman belki büyük göründü ama, bak şimdi işe yaramaz miktar haline geldi.

Hortumcular kapıma dizildi ama hiçbirine görüş vermedim

- Yenerciğim, hepsi günlerce kapıma dizildi ama, hortumcuların hiçbirine mütalaa vermedim. Devlete karşı gelen, silah çeken birilerine de. Eğer verseydim, yemin ediyorum bütün Gayrettepe'yi satın alabilirdim. Bak 40 yıldır bu eski evimde oturuyorum, alnım ak, huzurum yerinde.

Karşı devrimciler laikliği güçlendiriyor

- Senelerce şeriat hukukunun egemen olduğu bir insan toplumunda laiklik esası kabul edildiği zaman, karşı devrimci hareketler olur. Türkiye'de olan da budur ama, bu karşı devrimciler hep çok güçsüzdür, öyle kalmaya da mahkumlar. Bunca yıllık hayat, hukuk, tarih tecrübeme dayanarak büyük bir güvenle söylüyorum, hiç kimsenin gücü Türkiye'de laikliği ortadan kaldırmaya yetmez. Hepimiz aydınlar olarak onun arkasındayız, onun koruyucusu ve savunucusuyuz. Fransızların bir sözü vardır, ‘‘Bazı ihlaller kuralları doğrular’’ derler, çok doğru. Bakın bu yapılanlar laiklik ilkesinin güçlenmesine neden oluyor, insanlar onu unutmayıp hep ayakta tutuyor.

40 yıl önce idamı ben de savunuyordum

40 yıl önce idam cezasını savunup, mutlaka gereklidir diyordum. Adnan Menderes ve arkadaşlarının asılmasından sonra, bende ölüm cezasına karşı fevkalade bir nefret uyandı. Yassıada mahkemeleri ve o idamlar Türkiye'nin yüz karasıdır.

Müthiş bir hafızam var, 3 yaşındaki olayları bile hatırlıyorum. Mesela İstanbul işgal altındayken İngiliz askerlerinin bando mızıkayla caddelerden geçişini gözümün önünde. İstiklal Savaşı başladı, bizimkiler her gün muhtelif şehirleri kurtarıyor. Bizim ev, Fatih'teki Millet Kütüphanesi'nin karşı köşesindeydi. Gece 2'de bütün camilerden toplu halde sela verilmeye başlardı. O zaman anlardık ki, Anadolu'da bir şehrimiz daha kurtarılmış.

En büyük hobim marangozluk, evdeki kütüphaneleri kendi elimle yaptım, tornaları dahil. Yazlık evimizdeki tezgahlarım, el aletlerim dehşettir.

YARIN: TAYYİP ERDOĞAN’IN SİİRT KONUŞMASI
Yazının Devamını Oku

Gullit’in hem futbolu hem kişiliği etkiledi

1 Ekim 2003
- Neredeyse bebekliğimden beri delisi olduğum futbola 4,5 yaşında başladım. O zamanlar Hollanda'da her şehirde birkaç amatör futbol takımı vardı. Bizim yaşadığımız küçük şehirdeki takıma o yaşta kaydolup sahaya çıkmaya başladım. Şoför olan babamın küçük bir nakliye firması vardı, yanında 4 şoför çalışıyordu. İki kardeşiz, çocukluğumuz rahat geçti. O zamanlar futbolda tek idolüm Ruud Gullit'ti. Hem futbol kalitesi, hem de kişiliğiyle beni çok etkilemişti. Sanki kimse ona dokunamazmış gibi dururdu ama, şımarık değildi. Dimdik yürüyüşü, sakinliği ile doğuştan liderdi.

18 yaşında yarı profesyonel oyuncu oldum, ayrıca yarım gün bir spor mağazasında çalışıyordum. Haftada üç gün 80 kilometre uzağımızdaki Rosendhal'e gidip oradaki futbol antrenmanlarına katılıyordum. Oradaki kondisyoner beni ormanlarda koşturarak fizik olarak güçlendiriyordu. Boyum uzundu ama, birisi beni itse düşecek kadar zayıftım. Daha sonra Breda kulübünde tam profesyonel olup mağazadaki işimi bıraktım.

Çok güzel Türk şarapları keşfettim

- Nerden çıkardın futbolcu gece dışarı çıkmaz, erkenden yatağa girer diye. Ben öyle biri değilim, Corine'le birlikte dışarıda yiyip içmeyi, eğlenmeyi çok severim. Elbette maçtan bir gün önce değil. Maçlardan sonra bir yerlere gidip bir kadeh şarap veya bira içerim ama sigara kullanmam. Bazılarının yaptığı gibi kola diye Bacardi'li kola içmem. Son zamanlarda çok güzel Türk şarapları keşfettim, o da hayatımın bir parçası. 18 yaşında amatör takımda oynarken maçlardan sonra kendi aramızda topladığımız parayla bir kasa bira alırdık. Onları içtikten sonra bizim için maç bitmiş olurdu.
Yazının Devamını Oku