Yener Süsoy

Bana baraj kurdurmayan büyük kumar oynuyor

30 Eylül 2003
Fenerbahçe'nin yıldız futbolcusu Hollandalı Pierre van Hooijdonk, arkadaşımız Yener Süsoy'a hem özel yaşamı, hem de futbol anlayışıyla ilgili her şeyi anlattı. Samandıra'da başlayıp Kandilli sırtlarındaki muhteşem malikanede süren röportaj sırasında, ünlü frikikleri konusunda bilgi verdi. Hooijdonk, frikik konusunda gizli hiçbir taktiği olmadığını, her şeyin çok çalışmaya bağlı olduğunu söyledi. Topa vurduğum an gol olacağını hissederim

- Her frikik atışında o anın bizim için bir dönüm noktası olabileceğini düşünürüm. Atışlarımı gole çevireceğimden emin olarak yaparım, seyirci de benimle aynı düşüncededir. Frikiği hangi şartta olursa olsun doğru yere atarım, çok az bir sapma olabilir. Beni dünyanın en büyük stadının içine koyun, tribünlerde yüz binlerce seyirci olsun, ben frikiği kolaylıkla atarım. Çünkü kendime güveniyorum, seyircim de bana güveniyor. Topa vurduğum anda onun gol olacağını ya da çok az bir farkla dışarı çıkacağını hissederim. Gelelim senin söylediğin baraj konusuna. Frikikten gol atan biriysen, karşındaki sana gol attırmamak için kesin önlem aldık diye çeşitli cinlikler yapıyor. Ne yaparsan yap, beni durduramazsın, 30 yıl önce de frikikten gol atılıyordu, 2060'ta da atılacak. Buna yüzde yüz engel olamazsın, sadece yüzdesini düşürebilirsin. Diyelim ki baraj kurdurmadın, yine de doğrudan kaleciyle karşı karşıya kalacak değilim ki. Ceza sahasında bizden, onlardan yine birçok futbolcu olacak, dolayısıyla kalecinin görüş açısı yine kapalı. Ben baraj kurdurmamanın mantığını anlayamıyorum, bunu yapan kumar oynar. Ben koç olsam kalecim karşı çıksa bile frikiklerde mutlaka baraj kurulmasını isterim.

Türkiye’de yemek tercihim galiba hep balık olacak

Yemek yemeyi çok seviyorum, Türk yemekleri de bir harika. Burada tek tercihim hep balık olacak galiba. Hollanda'da balık sofraya gelinceye kadar birçok yerde duraklar. Burada ise denizden çıkıp doğru önümüzdeki tabağa geliyor. Türkiye'de kaldığım sürece doyasıya balık yiyeceğim, Hollanda'ya gittiğimde ise et yemeği siparişi vereceğim.

Asıl adım Petrus Ferdinandus Johannes Pierre van Hooijdonk. Katoliklerde yeni doğan erkek çocuğa azizlerin yanı sıra büyükbabalarının da adı verilir. Ben oğluma bunu uygulamadım, onu adı sadece Sydney.

Sahada ‘ben’ yerine ‘biz’i tercih ederim

- Benim futbol stilimde arkadaşlarıma kafayla, ayakla top atma, pas verme vardır. Ben sahaya o maçın starı olmak amacıyla çıkmam, ihtiyacım da yok, kariyerimde attığım çok gol var. Maça mutlaka gol atmalıyım diye çıkmam. Onun yerine daima ‘‘biz’’ kazanmalıyız derim, ‘‘ben’’ sözcüğünden nefret ederim. Sahada ‘‘biz’’ yerine ‘‘ben’’i tercih eden, şahsi gol atmaya çalışan, mesela 4-1 yenildiğimiz maçta tek golü atmakla övünenin benimle büyük problemi var demektir.

Frikik gollerinde bana yaklaşan yok

- Dünyanın en iyi frikik atan iki oyuncusundan biri benim, öteki Beckham, bunu ben değil istatistikler söylüyor. İsabet yüzdesi olarak sanıyorum ki Beckham dahil bana yaklaşan yok, galiba 60 frikik gölüm oldu. Dediğin doğru, Roberto Carlos da frikik atıyor ama, onunki daha çok güçe dayalı. Ayağının dışıyla sert atışlar yapıyor, bazen kaleyi buluyor, bazen de topu havaya dikiyor. Beckham ve ben atışlarımızı daima sağ ayağımızın içiyle yaparız, hedeflediğimiz nokta çok az şaşar. Bir de Chelsea'nin eski oyuncularından Zola'yı beğenirdim, vuruş tekniği çok güzeldi.

Antenmanlarda bir saat kendi kendime frikik çalıştığım doğru değil, o günler geride kaldı. Eskiden saatlerce çalışırdım, bir gün hissediyorsun ki, o konuda her şeyini öğrenmişsin. Ondan sonra yapacağınız şey, o hissi kaybetmemek. İşte şimdi ben böyle yapıyorum, frikik çalışmalarımı toplasan bir haftada yarım saat tutar. Antrenmanda tek başına frikik çalışmam, gerçek maça benzesin diye mutlaka baraj kurdururum.

YARIN: GULLIT’TEN ÇOK ETKİLENDİM
Yazının Devamını Oku

Böyle dost ülke görmedim

29 Eylül 2003
Pierre van Hooijdonk'la sohbeti Samandıra'daki antenmandan başlayıp Kandilli sırtlarındaki muhteşem malikanesine kadar gün boyu sürdürürseniz, onu futbolcudan çok, uluslararası bir şirketin genel müdürü sanabilirsiniz. Öyle ciddi, öyle oturaklı, öyle kültürlü, öyle seviyeli, öyle olgun, öyle beyefendi ki, bildiğimiz futbolcu kalıbına hiç uymuyor. Fenerbahçe temsilcimiz sevgili Sadi Kemal Yaşar, bize az bile söylemiş. Meğer oyunu çok iyi okumasının, takımı atağa kaldırmasının, olağanüstü pozisyon sezgisinin, vuruşlarının altında neler yatıyormuş. Pierre'le (kendi istediği için böyle hitap ediyorum) her şeyi enlemine boylamına konuştuk.

Antrenmandan sonra Kandilli'de bütün Boğaziçi'nin ayaklar altına serildiği yüzme havuzlu, dev bahçeli, tik döşemeli, plazma ekranlı muhteşem dubleks sarayında sevgili eşi Corine'i ve 3,5 yaşındaki sevgili Sydney'i ile tanıştık. Bizi kapıda karşılayan Corine, elimizi sıkamadığı için özür diledi, meğer köfte için soğan yoğuruyormuş.

Onun tanınmamak için fotoğraf çektirmeme ricasını kırmayıp oğlu Sydney ile yetindik. Diyeceksiniz ki, baba siyah, anne beyaz, nasıl olmuş bu sapsarı saçlı çocuk. Yakından bakınca gördük ki, o sapsarı saçların dibi simsiyah, meğer böyle çiftin çocuğu böyle olurmuş.

Saatler geceye yaklaşırken Kandilli'deki malikanesinden ayrıldığımızda Pierre, bugüne kadar böyle bir röportaj vermediğini söylüyordu. İşte futbolu evrensel dilinde konuşan, 29 Kasım 1969 Hollanda, Steenbergen-Welberg doğumlu, İskoçya'nın, UEFA Kupası'nın, Hollanda'nın unutulmaz gol krallarından Pierre van Hooijdonk.

Türkiye’de futbol, günlük heyecanlarla düşünülüyor

- Bence Türkiye, genelde futbolu biraz daha taktik anlamda düşünse Avrupa'nın ilk 4 ülkesinden biri olur. Dünya Kupası'nda 3. olmanız herkes için sürpriz oldu ama, niye orada sürekli kalmayasınız. Bunun için futbolu günlük heyecanlarla değil, dünya çapında kapsamlı bir düşüncede görmek gerek. Taraftarlık uğruna insanların birbirini kırıp dökmesine, holiganlık yapmasına gerek yok. Tribünlerde de, sahalarda da öncelikle fair-play olacak, ben bunun için de uğraşıyorum. Futbol dediğin neticede bir şov, maç biter, herkes kendi işine, evine dönüp hayatını yaşamaya devam eder.

Fenerbahçe seyircisi çok tutkulu

- Fenerbahçe seyircisi, çok tutkulu, özellikle Kadıköy'de oynarken bizlere mühteşem bir güç veriyor. Bu gücü Trabzon, Diyarbakır deplasmanlarında da aynı şekilde hissettim. Şükrü Saraçoğlu Stadı tribünlerinin sahaya yakın olması muhteşem bir şey. Galatasaray maçında ilk kez gördüğüm Olimpiyat Stadı ise beni hayal kırıklığına uğrattı. Statta 70 bin kişi vardı ama, müthiş rüzgár yüzünden tribünlerin sesi duyulmadan havaya uçup gitti.

Kale arkalarının da üstü kapanıp tribünler sahaya yakın hale getirilse dünya çapında bir stat olur.

Türklere sempatim çok fazla

- Türkiye adını ilk kez okula başladığımda öğrendim, Avrupa ile Asya arasında köprü gibi olması dikkatimi çekmişti. Daha sonra Hollanda'da yaşayan Türkleri gördüm, döner kebabıyla tanıştım. Hiçbir özel nedeni yok ama, nedense Hollanda'da hiç Türk arkadaşım olmadı. Fenerbahçe 1998 Dünya Kupası'ndan sonra beni almak istedi. O sırada formasını giydiğim Nottingham Forrest'le bazı problemlerim vardı. İngiltere'den ayrılılmaya karar verince Arnhem Vitesse'in teklifini kabul edip Hollanda'ya döndüm. O zamanki teknik direktörümüzün İstanbulspor tecrübesi vardı, Türkiye'yi iyi tanıyordu. Fenerbahçe'nin teklifini ona anlatınca bana Türkiye hakkında çok güzel sözler söyleyip teklifi kabul etmemi önerdi. Daha sonra aynı konuyu Trabzonspor'dan bizim takıma gelen Arçil Arveladze'e açtım. O da ikizi Şota'yla birlikte oynadığı Trabzonspor'u, Türkiye'yi, Türkleri anlata anlata biteremedi.

İSTANBUL RÜYASI

Fenerbahçe bu yaz yine benimle ilgilenmeye başlayınca bütün bunlar gözümün önüne geldi. Feyenord'un Fenerbahçe'den anormal bir rakam istemeyeceğini bildiğim için anlaşmamız daha kolay olacaktı. Bu arada İstanbulspor'da oynayan Hollandalı futbolcu arkadaşlarımla ailece Aruba'da tatil yaptık. Onlar da Türklerin ne kadar yardımsever, insan canlısı, yabancı dostu olduğunu anlattılar. Bu arada Corine de onların eşleriyle konuşmuş, hepsi de İstanbul'dan övgüyle söz etmiş. Sonunda İstanbul'un bizim için çok güzel bir rüya olacağına inandık. Türkiye için tek negatif eleştiri, herkesin futboldan çok fazla anladığı yolundaydı. Sokağa çıktığımda herkes tarafından tanınacağım, rahat dolaşamayacağım söylendi. Statlarda beni izleyen on binlerce seyirci elbette her yerde beni tanıyacak, bu da işimin bir parçası. İşte geldim, dolaşıyorum ve insanların beni tanıyıp ilgi göstermesinden hiç rahatsız değilim. Zaten bu boy, bu cüsseyle gizlenmem de mümkün değil.

ÇOK SICAK İNSANLAR

İçinizden fışkıran sıcaklık size normal gelebilir, ama bizim için gerçekten çok şaşırtıcı. Mesela ekmek almaya Kandilli'ye iniyorum, oğlum Sydney ağaçtan bir yaprak koparmak istiyor. O anda herkes yardımına koşuyor, çay, kahve içmeye davet etmeleri de ayrı. Bugüne kadar futbol oynadığım ülkelerin hiçbirinde böyle içten dostluk, sıcaklıklık görmedim. Başkanımız Aziz Yıldırım ile idari menajer Volkan Ballı'nın gösterdiği yakınlığı ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. Türkiye maceramı günün birinde çok başarılı olmuş bir Hollandalı futbolcu olarak bitirmek istiyorum. Bu arada Türkiye'nin İngiltere'yi elemesini çok istiyorum, Türk halkına çok fazla sempati duyduğum kesin. Eğer yenemezseniz, 2'ncilerin oynayacağı play-off kurasında Türkiye-Hollanda maçı olma ihtimali de var. işte ben o zaman yandım.

Başarılı futbolcu medyanın övgüsüne kulaklarını tıkar

- Türkiye'de bulunduğum kısa zaman içinde gördüm ki, medya daha ilk maçını oynayan bir futbolcuyu bile bir anda göklere çıkarıp starlaştırmaya çalışıyor. Ve o genç futbolcu da bunlara inanıp ‘‘Vay ben neymişim’’ diye gökyüzünde dolaşmaya başlayabiliyor. Halbuki bu onun için sadece bir başlangıç, henüz kendi kanıtlamış seviyede değil ki. O genç oyuncu kendisi için kullanılan fantastik sözlere inanıp ayakları yerden kesildiği anda problem başlar. Onun için kafanı her zaman iyi koruyup, seni metheden yazılara aldanmayacaksın. Çok başarılı bir futbolcu olmak istiyorsan, kesinlikle kendine yatırım yapacaksın, inanılmaz derecede çok çalışacaksın. Bir futbolcu 26 yaşına kadar öğreneceğini öğrenir, ondan sonrasında öğrenmek neredese imkansız olur. Ben çok çalışarak frikik uzmanı oldum, başka biri de başka alanda olur, yeter ki çalışsın. Yıllarca hafta sonlarında tatil yapmayıp maçlara çıktım, arkadaşlarım eğlenirken ben top koşturdum.

YARIN: Frikiği nasıl atıyor
Yazının Devamını Oku

Dünyaya tango öğreten Yozgatlı

22 Eylül 2003
Çayıralanlı Metin Yazır'ın yaşamöyküsünü film yapıp Türkiye'nin her köşesindeki analara, babalara, çocuklara, öğretmenlere, öğrencilere ders niyetine izlettirmeli. ‘‘La Cumparsita’’yı ulusal bir marş gibi bütün düğünlerinde açılış şarkısı yapan Türkiye'deki tango tutkunlarına da elbette. Metin Yazır'ın dünya çapında ne işler yaptığını, ne kadar ünlü bir Türk olduğunu öğrenmek istiyorsanız, internete girip arama motorlarından birine bu adı yazın. Ya da Taksim'de buluşup hep birlikte İstiklal Caddesi'ndeki dershanesine gidelim, inanılmaz yaşamöyküsünü bize kendisi anlatsın. Belki bir ara bize Fransız nişanlısı ve partneri Valessa'yla mini bir tango gösterisi de yapar.

Clinton ve Menem’in önünde dans ettim

- Washington'daki derslerim sırasında bir gün Melinda Naumann Bates adlı öğrencim, bana Amerika'da ne yapmayı düşündüğümü sordu. ‘‘Beyaz Saray'da dans etmeye geldim’’ dedim. ‘‘Kolay, yarın ofisime gel birlikte kahvaltı yapalım’’ dedi. Meğer Clinton'un özel asistanı olarak Beyaz Saray Ziyaretçiler Ofisi'nin başındaymış. Beyaz Saray’ın kafeteryasında Melinda beni tango hocası olarak Clinton’a takdim etti. Clinton Türk olduğumu öğrenince çok sevindi, Türkiye'yi ziyaretinde kendisine gösterilen ilgiyi unutmadığını söyledi, övgüler yağdırdı. Daha sonra Clinton'la dört kez daha karşılaşıp konuştum. Her el sıkışmamızda kadın olmadığım için Allah'a şükrettim. Adamda doğuştan öyle bir enerji var ki, erkek olmama rağmen benim bile dizlerimi titretti. Onunla tokalaştığınızda kollarınıza bin ısı yayılıyor, karizması o kadar özel. Melinda'yla baş başa oturduk, bana Arjantin Devlet Başkanı Carlos Menem'in Clinton'u ziyarete geleceğini, bunun Beyaz Saray'da dans hayalimi gerçekleştirmem için tam bir fırsat olduğunu söyledi. Hemen Melinda'yla düzenleyeceğimiz tango gecesinin planlarını yapmaya başladık. Gerçekten çok güzel bir tango gecesi oldu, Clinton ve Menem, bizi defalarca kutladı. İstesem yine Beyaz Saray'da gösteri yapabilirim, Başkan Bush'un Beyaz Saray'ın iç güvenliğinden sorumlu asistanı da şu anda benim öğrencim.

Çayıralan’dan Beyaz Saray’a uzun yolculuk

Yozgat Çayıralan'da 1969 yılında doğdum, eskiden bizim oraya ‘‘Küçük Moskova’’ derlerdi. Ben 3 haftalıkken ailece Almanya'ya gitmişiz, 13 yaşına kadar Münih'te kaldım. 6 yaşında beni oradaki bir Türk okuluna verdiler, 3 ay sonra kaçtım. Hoca da alkolik babam gibi dayakçıydı, evde dayak, okulda dayak. Mahalledeki benden büyük Türk ve Alman serseri takımı, beni ev soymaktan araba çalmaya kadar kullandı. 9 yaşında anne ve babamı beni dövdükleri için polise şikayet ettim. Polis beni evden alıp yurda yerleştirdi, orada çocukluğumun en güzel yıllarını geçirdim. Dördüncü yıl bir gün babam memlekete gidiyoruz diyerek beni yurttan aldı. İki hafta sonra bıraktıkları bir mektuptan öğrendim ki, habersizce Münih'e dönmüşler. Okulu bırakıp bir kahvede ayakçılığa başladım. Sonra garson oldum, onu çobanlık, garsonluk, çatı ustalığı, fırıncılık izledi. Bir yolunu bulup yine Münih’e gittim. O zamanlar en büyük rüyam, kör topal bir Alman kadınla evlenip Almanya'ya yerleşmekti. Düşün ki, şu anda Beyaz Saray'da gösteri organize etmiş, Başkan Clinton'la defalarca sohbet etmiş, davetlerine katılmış biri olarak karşınızdayım, işte hayat.

Madonna da öğrencim olacak

- Ben dans öğrenmeye Almanlarla diyalog kurmak amacıyla başladım. Hayatında müzik, dans bilmeyen biri olmama rağmen, 14 günde 66 tango figürü öğrenip hepsini ustalıkla uyguladım. Büyük usta Gustavo Naveira'dan dersler aldım, çok çalıştım, Arjantin dahil dünyanın her yerinde dans ettim, alkışlandım. Son 6,5 yıldır her 3 günde bir dünyanın başka bir şehrindeyim. Dünyanın dört bir yanında, kendi ekolümü yaşatan Baila adlı 16 okulum var. Ünlü Amerikalı aktör Robert Duvall öğrencimdi, Madonna da olacaktı ama, son anda ertelendi, şimdi sırada o var.

Göbekli erkek tangoda şanslı

Tango aspirin gibi her derde devadır. Boşanmak üzere olan çiftler evliliklerini kurtarabilir, kompleksi olanlar kendini arındırabilir, isteyenler de sosyal çevrelerini geliştirebilir. Tangoyu seks için de yapan var, Amerikalılar gibi spor için de.

Tangoda kadının hareketleri erkeğin hayalidir ama, bu asla kadını yönetmek, yönlendirmek değildir. Başarılı tango erkeği, enerjisini kullandığı partnerini takip edecek.

Son yıllarda psikolog yerine tangoya gidenler çoğaldı. Adam 30 senelik evliliğinde karısına söz geçirememiş; duymuş tangoda erkek yönlendirir, maço dansı diye. Buraya geliyor, yönlendirmek adına dans ettiği kadınların canına okuyor.

Bitişik yapılan tangoda vücutlar birbirine sıkı sıkı yapışır. Erkekte göbek ne kadar büyükse o kadar iyidir, kadını göbeğine yaslayıp rahatça gezdirir.

Tangoyu Türkiye’de öğrenen Arjantinli var

- Benim en büyük özelliğim, tangoyu basite indirgeyip öğrencilerimi pratik sistemlerle yetiştirmek. Türkiye'ye Arjantin tangosu eğitimini ilk getiren de, ilk başlatan da benim. Bugün tango öğrenmek için Türkiye'ye gelen çok yabancı var. Tangoyu burada öğrenip yurtdışında tango starı olan Arjantinliler bile var. Birleşmiş Milletler'in birçok ünlü yöneticisi İstanbul'a gelip kurslarıma katıldı. Tango deyip geçmeyin, bunu ülkenin tanıtımı olarak düşünün. Bence Türkiye'de özellikle bütün üniversite, hatta liselerde tango dersi zorunlu olmalı.

GÖZLERLE ANLAŞMAK

Tangoda bence en ayıp şey, birisinin birisine ‘‘Benimle dans eder misiniz’’ diye sormasıdır; işin doğrusu gözlerle anlaşmaktır.
Yazının Devamını Oku

Mizaç itibarıyla erotiğim

15 Eylül 2003
Erol Büyükburç'u istediğiniz kadar sevmeyin, nefret edin, dinozor deyin, yine de onun ‘‘Türkiye'nin ilk pop starı’’ olduğu gerçeğini değiştiremezsiniz. Dile kolay, 1960'ların Türkiyesi'nde ‘‘Summertime’’ ile ‘‘Hey Onbeşli’’yi aynı sahnede buluşturacaksın... ‘‘Little Lucy’’ gibi İngilizce sözlü besteler yapacaksın... Anadolu turnesine çıkan ilk pop starı olarak Türkiye'nin dört bir yanındaki konserlerinde hem türkü düzenlemelerini, hem de Jones, Sinatra, Elvis, Nat ‘King’ Cole söyleyeceksin... Kızlar paralayacak, erkekler omuzlarda taşıyacak, nineler, dedeler yanaklarından öpecek... Devrin en sosyetik, en lüks, en kaliteli alaturka gazinolarında solist altı olarak sahneye çıkacaksın... Yıllar sonra senin açtığın o kapıdan içeri giren kimileri ‘‘Kim ulan bu moruk?’’ deyip selam vermeden yanından geçecek. Eskiden kuyruk gibi peşinde dolaşanlar, bir kuru telefonla hatırını sormayacak, başsağlığı bile dilemeyecek. Boşuna dememişler, vefa aslında bir semtin adıdır diye. Erol Büyükburç, 1936 Adana doğumlu bir Boğa olup kendisi Fatih'ten mahalle ağabeyimizdir. Darüşşafaka Caddesi'nden Mutemet Sokak'a, Halıcılar Caddesi'nden Akdeniz Caddesi'ne kadar. 1960'ların Fatihi'nde annesiyle beraber oturduğu her kiralık evde kızlı erkekli partiler verirdi. Fatih Güreş Kulübü'nde mindere çıktı, at koşturdu, deniz diplerine daldı. Yetmedi, devrin ünlü ustası Ferhat Özsert'ten 7 yıl karate dersi aldı, tahtalar, mermerler parçaladı, bu uğurda kırılmadık parmağı kalmadı. Erol Büyükburç'la yıllar sonra bir buluştuk, pir buluştuk. Etiler Çamlık'taki mükellef dairesini ağır hasta olan ablasına tahsis ettiği için, geçici olarak nişanlısı Ute'nin Kartal Rahmanlar'daki dairesinde iç güveysi durumunda. Erol usta, eskiden olduğu gibi yine yerinde duramıyor, yine gözleri kıpır kıpır. Galiba saçları hem gürleşmiş, hem siyahlaşmış, şakaklar hariç. Kim bilir belki o da bir gün saçlarını usturaya vurdurup rahat eder. Her neyse, çıkalım Adalar manzaralı balkona, biz Ute yengenin yaptığı çayları içerken, Erol usta rahleden sahneye açsın sır kapılarını.

Annemle kadınlar hamamına giderdim

- Ben mizaç itibariyle erotiğim, bu da Allah vergisi, doğuştan yapım böyle. Çocukluğumdan beri benim tamamıyla kadınlara eğilimli bir dünya görüşüm vardı, koordinatlarım böyleydi. Mesela annem beni kadınlar hamamına götürürdü, orada kadınları seyretmek çok hoşuma giderdi. Annem evde kabul günleri yapardı, gelen misafir kadınlar benden hoşlanırlardı. Çoğunun gözlerimin içine bakıp iç çektiklerini bilirim, çok enteresan. Çok anlamlı bir yüzüm olduğunu zannediyorum, belki de o anlamı beynim oluşturuyor. Eğer ruhsal donanımı olmayan hamşot bir adamsan, ne kadar güzel bakarsan bak, hiçbir kadını etkileyemezsin. Kadın ateşlenmek, uyarılmak ister, karşısına benim gibi uyarıcı bir adam çıktığı zaman hoşlanır. Bunun yakışıklılıkla hiç ilgisi yok, bu tamamen erotik performansla ilgili. Bence bu özellik doğuştan, genlerden geliyor, sen istediğin kadar başkalarını taklit et. Bu özellik sende ya var, ya yok, ortası yok. Kadınları seven yanımın çok coşkulu olmasının da Erol Büyükburç olmamda büyük katkısı var. Elbette yalnızca kadınlara bakmadım, bütün renkli insanlara da baktım, hepsinin derinliklerinden yararlandım.

Kan dökmeyen devrimciyim

- Millet ne zannediyor biliyor musun, üç tane şarkı ezberlerim, sahneye çıkarım, iki de kıç atarım, haydi gelsin para, şöhret. Hayır, böyle bir şey yok, önce o insanın içinde tüm evreni, tüm insanlığı kavrayacak derinlikte enerji olacak. Sadece güzel ses yetmez, vizyonun olacak. Ben belli çıtayı çoktan aştım, bu işin olimpiyatı varsa ben altın madalyaları kazanmışım arkadaş. Benim için yarış bitmedi, ölünceye kadar yarışmaya devam edeceğim. Bana göre hayat bir ringdir, bu ringde savaşını durmadan sürdüreceksin, kırmadan, kanatmadan. Ben Türkiye'nin en büyük devrimcilerinden biriyim ama, hiçbir zaman kana bulaşmadım. Gençler, sadece bir klibe, bir kasete dayalı şöhret aramayın, benim gibi karmaşık yollardan yürüyün.

Vizyonsuz müzik olmaz

Asi ve özgür bir adamım, kimse beni kalıba sokamaz.

Yeniliklere çok açık, vizyon derinliği olan bir gençtim. Türk pop müziğine getirdiğim yenilikler de içimdeki bu coşkular sonucunda gerçekleşti.

Alman gelinin 10 parmağında 10 marifet

- Ute'yle Emelciğimi kaybettikten bir yıl sonra tesadüfen tanıştım. Serhat adlı bir arkadaşımın kız kardeşiyle beraber açtığı dans okulunun Kadıköy Evlendirme'deki davetinde. Daha sonra Bostancı Gösteri Merkezi'ndeki bir konsere davet ettim. Baktım çok ölçülü, çok itidalli, ağırbaşlı bir hanım, hoşuma gitmeye başladı. Bir gün beni yeni CD'leri göstermek için buraya çağırdı. Kasetlere bakarken ciddi anlamda bir duygusallık başladı aramızda ama, ikimiz de belli etmedik. Birkaç kere daha buluştuktan sonra bu evde ona ‘‘Seninle hayatımı birleştirmek istiyorum’’ dedim, hoşuna gitti. Bu ilişkimi Kazım Yılmaz adlı bir işadamı dostuma açtım, Datça'daki otelinde bizi kendisi nişanlayacağını söyledi. Kızımın adı Evren, Ute'nin oğlunun adı Kenan diye Kazım bey bize onurlu bir sürpriz yapıp nişan yüzüklerimizi Kenan Evren'e taktırdı. Şu anda nişanlıyız. Ute çok güzel pasta yapıyor, olağanüstü iyi yemek pişiriyor, olağanüstü terzi, çok usta marangoz... Dolabındaki bütün giysileri onun kendi eseri, bu gördüğün büfe ve dolaplar da. Bütün bunların yanı sıra çok da iyi bir müzikolog, olağanüstü dört sesli söylüyor şarkıları. Almanya'da kilise korolarında çok çalıştığı için müzik bilgisi muhteşem. Alman kulağı başka, bizden o kadar farklı ki. Ute aynı zamanda çok başarılı bir triatloncu.

Panik atak yüzünden yerlerde süründüm

- Rahmetli eşim Emel'in son gününe kadar ne elini bıraktım, ne de gönlünü. Ellerimde vefat edişini hayatımın sonuna kadar unutmama imkan yok. Başı arkaya düşüp gözlerini son kez açıp bana öyle bir bakışı var ki, hálá gözümün önünde. Bu, bende derin etki yaptı, bir anda panik atak oldum. Kriz geldiği anda nefesim kesiliyor, hava alamıyorum diye saatlerce yerlerde sürünüyorum. Hiç oksijen yok sanki, ha öldüm, ha öleceğim. Öleceksem öleyim diyorum ama, bu hadise 4 saat sürüyor kardeşim, çok büyük bir işkence. Bir kere arabada kriz geldi, hemen sağa çekip kendimi dışarı attım. Allahım nefes alamıyorum, gelen geçen bana bakıyor. Sonunda beni psikologlara götürdüler, uzun bir ilaç tedavisinden sonra düzlüğe çıktım. Ondan sonra büyük bir yalnızlık duygusu girdabına düştüm. İşte o sırada karşıma çıktı sevgili Ute, o da Allah'ın bana bir lutfu.
Yazının Devamını Oku

Mezar taşıma dünyaya doyamadan gitti yazın

9 Eylül 2003
Erzincanlı yaşmaklı nine, Ekşisu yamaçlarında kuş gibi süzülen paraşütü göstererek ‘‘Oğlum bu adamın kanı kaynıyor, hiç yerinde durmaz, canımızdır o bizim’’ demişti. Gökyüzündeki o çılgın adam, o günlerin Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu'dan başkası değildi. Bu cesur ve kibar Sürmeneli, gece gündüz demeden karlı dağlarla buzlu sular arasında mekik dokuyordu. İmeceyle yokluktan yarattığı Başpınar Köprüsü onun en büyük gurur anıtıydı... Üç yıl önce Erzincan'da 2 gün 2 gece sabahlara kadar konuştuk, çok sevdiği kepek ekmeğiyle ızgara tavuk yedik, buz gibi ‘‘eşki su’’yla kafaları çektik. neler anlatmadı ki... Göyne Barajı'nda su kayağı, azgın sularda rafting de cabası. O anlattı ben dinledim, ben sordum o anlattı, anlattı, yine anlattı. İşte o günlerde röportaja giremeyen, anılarımda kalan düşünceleri...


Türkiye’de dansöz vaziyetleri fazla


Ben de müftü babam gibi kıvırtmayı bilmem, kıvırtmam. Türkiye'de dansöz vaziyetleri biraz fazla. O tip insanları karşımda gördükçe midem bulanıyor. Kıvırtma artık bizim genel karakterimiz, hastalığımız oldu. Sevgili milletimiz eli sopalı biri gelsin de bizi hiza, istikamete soksun diyor. Ben öldüğüm zaman mezar taşıma ‘‘Hür, demokrat, adam gibi bir ülkede yaşayamadan, doyamadan gittim’’ diye yazılmasını istiyorum.


Kapımda ‘Vurmadan giriniz’ yazar


Ben Mercedes'e binen, havalı cıvalı, elli yıl öncesinin ceberrut anlaşıyışının, hikmeti kendinden menkul, erişilmez büyük adam havalarında yöneticisi hiç olmadım. Kaymakamken kapıma ‘‘Vurmadan giriniz’’ diye yazmıştım. Burada da beni görmek isteyen vatandaş odama destursuz girer. Bizde zorluk kıymeti, kolaylık ucuzluğu getirir, ama ben halkın içindeyim daima. Hiçbir zaman kompleksli biri olmadım. Bu görevler gelip geçicidir, insanlara tepeden bakmanın bir anlamı yok. Önümde, arkamda eskortlarla gezmek bana hava cıva işler gelir. Batı'da başbakan bisikletine binip işine gidiyor. Bizde ise makam sahipleri bina olarak da, mekan olarak da sarayda otururlar. Oligarşik, seçkinci bir yönetim anlayışından henüz kurtulmuş değiliz. Benim gibi yüksek sesle düşünen adamı birinci mevki illere getirmezler, Anadolu'da böyle idare ederler. Parti valisi de olmadım, partici de.


İşçi Partisi, 15 adamla Türkiye’yi sarsıyordu

Bizim halkımız çarıklı erkanıharptir, değirmene götürür getirir. Peki neden bu vurgunu, soygunu, hırsızlığı, yağmayı, kara parayı, uyuşturucuyu, çeteyi neden görmüyor? Neden defter dürmüyor sevgili halkımız? Radikal partilere oy vermez, yabana gider diye. Verme kardeşim, o zaman hayırlı uğurlu olsun. Bu yağmayı, vurgunu, soygunu gündeme getirecek bir sosyalist partinin Mecliste olmasını isterim. 60'lı yılların İşçi Partisi 15 tane adamla Türkiye'nin gündemini sarsıyordu. Sistem tartışılsın, proje tartışılsın, bunun da muharrik gücü bir sosyalist partidir.


Türkiye’ye de bir Gandhi lazım


Sevgili halkımız radikal anlayışı benimsemiş değil. Bizim halk, barajın altında kalacak fikirlere iltifat ve itibar etmiyor. Büyük partiler programa uymayan, lidere uymayan, yüksek sesle düşünen insanı içine alır mı? Ben zaten şimdi tek kişilik parti gibiyim. Liderler beni kabul eder mi? Mesela ben kuvvetler ayrılığı için başkanlık sistemini savunuyorum. Hiçbir padişah, tek başına iktidar olan bizim başbakanlar kadar yetkili değildi. Bizde on kişilik partinin başkanı bile padişah. Koalisyonun bir ucundan yakaladı mı ayvayı yedin. Liderler tarikat şeyhi gibi, ona biat etmeden olmuyor. Yener bey kardeşim, Türkiye'ye bir Gandhi lazım.


Faili meçhulleri meşru görenler vaR


Kafam bozuldu mu basarım telgrafı. Mağdur olmadığımız zaman demokrasi aklımıza gelmiyor. Türkiye'de siyasi boşluğu doğuranlar sonuçlarına katlanıyorlar. Bugün siyasete sadece ihalelerle ve memur tayini bırakılmış. Osmanlı'da faili meçhul cinayet yok, ama bakıyoruz şimdi bizde faili meçhul cinayetleri meşru gören anlayışlar var, üstelik ‘‘Devletin bekaası için’’ diyorlar. Bizde hırsızlık devlet için, çete devlet için, uyuşturucu devlet için, Susurluk da devlet için. Bu mübarek devlet her şeyi alıyor içine. Ne gariptir ki, bu anlayışa mensup insanlar toplumda reddedilmiyor, kahraman kabul ediliyor.


Kendim de rahat durmam, dilim de


Ben kurulu düzene, kurulu sisteme, klasik anlayışlara, söylemlere isyan eden bir insanım. Kendim de rahat durmuyorum, dilim de. Bir gün Rize Valisi arkadaşım, ‘‘Yahu sen konuşmasan, memlekette vali var mı, yok mu kimse bilmeyecek’’ dedi. Ben de ona ‘‘Sen de konuş’’ dedim. Bana dedi ki ‘‘Biz binde birini söylesek dilimizi keserler.’’ Ben de ‘‘Siz böyle alıştırdınız, böyle gidiyorsunuz‘‘ dedim. Artık bana alıştılar, konuşmadığım zaman ‘‘Bu adam öldü mü?’’ diye bakan bile soruyor.
Yazının Devamını Oku

Güzelliği yetenek sananlar var

8 Eylül 2003
Medet Bulut, TCDD'nin Sarıkamış istasyonunda görevli bir yol memurudur. Görevi her gün bir istasyondan diğer istasyona ortalama 40 kilometre yürüyerek rayları kontrol etmektir. O Medet Bey ki, bir gün Samsun'a tayini çıkacak, bütçesine uygun bir kiralık ev bulamadığı için ailesiyle birlikte günlerce yük vagonunun içinde yaşayacaktır. Vefakár ve cefakár eşi Altun Bulut ise 10 doğum yapmış güçlü, zeki, becerikli bir Anadolu kadınıdır. Talat Bulut da, işte bu çiftin 23 Mart 1956'da Sarıkamış'ta dünyaya gelen tekne kazıntısı oğullarıdır. Pınar Afşar ise Türkiye'nin iki dev sahne sanatçısı Esin Afşar ile Kerim Afşar'ın biricik kızlarıdır, Talat Bulut'un 16 yıllık eşidir. Hazal 1996 doğumludur, Pınar ile Talat'ın üzerine titredikleri sevgili kızlarıdır. ‘‘Aşk Olsun’’un Timur'u, sevgili eşi Pınar'ın deyişiyle ‘‘Çok uygar, çok rafine, çok doğru bir Doğulu’’, sıra dışı, sisteme uymaz, adrenalini her daim yüksek, yüksek tansiyonlu, çok inatçı, çok prensipli. Sigara içmiyor, alkol almıyor, gece araba kullanmıyor, bara pavyona gitmişliği yok, çok usta bir aşçı, gözünü budaktan sakınmıyor. Antalya Film Festivali'nde kazandığı ‘‘Altın Portakal’’ı almaya gitmiyor, pijamalarını giyip töreni televizyondan izliyor. Hazal-Pınar-Talat Bulut üçlüsünün Kadıköy Feneryolu'nda buram buram sevgi, sanat, mutluluk kokan sıcak yuvalarında neler konuşulduğuna gelince...


Sinemada gerçek arkadaşlığa inanmıyorum


Yeşilçam'da beni hayal kırıklığına uğratan yönetmenlerin başında Atıf Yılmaz gelir. Atıf Bey beni kullanmaya çalıştı, mesela Türkan Hanım'la film yapacağını söyleyip bana rol verdi, rolüm için 10 kilo zayıfladım, ondan sonra çıkıp filmin iptal olduğunu söyledi. ‘‘Bekle Dedim Gölgeye’’ filminin başlamasına üç gün kala önceden verdiği rolü değiştirmeye kalktı.

Tarık Akan belli formatlarda iyi oyuncudur ama, arkadaşlık ilişkileri beni hayal kırıklığına uğratmıştır. Sinema dünyasında gerçek arkadaş ve dost ilişkisi olacağına inanmıyorum.

Rahmetli Yaman Okay'la göz göze oynayamazdım, birbirimize çok gülerdik. Sonunda Rutkay Aziz, her gülüşe 25 lira ceza koydu, ay sonunda maaş almaya gittiğimizde borçlu çıkardık. Bir gün Rutkay da güldü ve o gün ceza kalktı.

İlk filmim Hazal'ın yönetmeni Ali Özgentürk, Mardin'in Derbini Köyü'ndeki çekimlerin ilk haftasında nedense bana küstü. Nedenini hálá anlamış değilim, Türkan Şoray'ı mı kıskandı, vallahi hálá bilmiyorum. Çekim boyunca oyuncu-yönetmen ilişkisini yardımcısı Şahin Gök'le sürdürdü.


Jön yok diyenlere, önce ne aradıklarını sormalı


- Türkiye'de ‘‘Jön yok’’ diyenlere önce ne aradıklarını sormak lazım. Türkiye'de güzelliğin yetenek olduğunu sananlar var, halbuki yetenek insanı güzelleştirir. Ben yetenekli olduğum için güzel bir adamım, jön değilim, aktörüm. Jön Fransızca bir kelimedir, güzel ve genç adam anlamındadır. Ben perdede yakışıklı, cazibesi olan bir adamım ama, aktörüm de. Ben de ortaya çıkıp ‘‘Türkiye'de jön-dam yok’’ desem ne olur, benim için oyuncu olması önemli...


Rutkay’la anlaşamadık


- Ankara Kurtuluş Lisesi'ni 1975'te bitirdim, üniversite sınavlarını kazanamadım, oysa tıp okumayı çok istiyorum. Bunun üzerine ağabeyim beni devlet memuru yapmak istedi, ondan kaçmak için Ankara Sanat Tiyatrosu'nun oyunculuk kurslarına başvurdum. Sınav günü AST'ta odaya girdiğimde, karşımda jüri olarak başta Rutkay Aziz, Rana Cabbar olmak üzere 6 kişiyi buldum. Bana bazı oyunlardan pasajlar oynattılar, sonunda 450 kişi arasından ben dahil 15 kişi seçildi. Tam bir yıl boyunca bir kurs gördük ve sonunda birinci seçildim. Ama, AST'ın genel sanat yönetmeni Rutkay Aziz'le 4 yıl boyunca pek anlaşamadık. Yönetmen Rutkay'ın hayranıyım, bu konuda inanılmaz bir ustadır, ama nedense kişilik olarak onunla uyuşmadık.


Dorsay’ın ödül pazarlığı


- Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay nedense benimle çok uğraşır; mesela ‘‘Her Şeye Rağmen’’ için ‘‘Robert de Niro'ya özenip kilo alan, saçını kazıtan Talat Bulut seyircinin ilgisini çekmedi’’ diye yazdı. Hakikaten de film o sıra Türkiye'de pek iş yapmadı. Bir ay sonra Cannes'da ödül aldı, Mannheim'da birinci, Korsika'da üçüncü oldu, Bari'de ‘‘En İyi Film’’ seçildi. Tekrar Türkiye'de vizyona girdi ve inanılmaz büyük iş yapmaya başladı. Dorsay, bu sefer ‘‘Talat Bulut'un oyunculuk anlayışının Niro'ya benzemesi kutlanması gerekir’’ diye yazdı. Böyle bir saygısızlık olabilir mi?.. Aynı Atilla Dorsay, başkanı olduğu SİYAD-Sinema Yazarları Derneği'nin 2002 ödülleri öncesinde benimle pazarlık yapmaya kalkıştı. Beni telefonla arayıp ‘‘Talat, biz bu ödülü mutlaka sana vermek istiyoruz, beni reddetme. Sen nasıl olsa en iyi oyuncu ödülünü kazanırsın ama, bu sene bu ödülü vermemiz gereken başka isimler, onların ömürleri senden kısa’’ dedi. Dünyanın hiçbir ülkesinde bir jüri başkanı böyle bir şey yapar mı?


Oyunculuğu bazı yönetmenlerden daha iyi bilirim


Ben oyunculuğu bir sürü yönetmenden daha iyi bilen bir aktörüm. ‘‘Kurtar Beni’’de bir imamı oynuyorum, yönetmen Halit Refiğ; bir yakın planda değişik bir mimik yapmamı istedi, reddettim. İstediği imamın ruhuna aykırı, ısrar etti, ağız kavgası yaptık ama, sonunda yine benim dediğim oldu. Refiğ Usta, üniversitedeki derslerinde bunu anlatıp doğruluk adına beni övüyormuş, onu büyük saygı duyuyorum.

Aynaya baktığım zaman kendimi yakışıklı olarak görmüyorum, ben çok sıcak, cazibesi olan samimi bir adamım.

Kayınpederim Kerim Afşar çok ciddi bir aktördür, Devlet Tiyatrosu'nu kulislerde içki içildiği için bıraktığını söylerdi. Kerim Afşar oyuna çıkacağı zaman 6 saat öncesinden alkolü anımsatacak herhangi bir şey koymaz ağzına. Yeteneksiz, seks filmlerinde poposunu gösteren sözde tiyatrocu hokkabazın Kerim Afşar için ‘‘Ankaralı Kazma’’ dediğini kendi kulaklarımla duydum. O saygısız adamı ömrümün sonuna kadar affetmeyeceğiz.

1980-1984 arası aç yaşadım ama, yine de iyi film yapmak adına Banu Alkan, Ahu Tuba gibi isimlerle film çevirmem için teklif edilen yüksek rakamları reddettim. O tarihte bekar olarak Cihangir'de yaşıyorum, perdem yok, eski çuvallar bulup pencereleri kapattım. Kimse görmesin diye gece yarısından sonra ıslak gazete kağıdıyla pencereleri silip, temizlik yapıyordum. Yemin ediyorum, 1 ekmekle 5 yumurta alırdım, bunu öğünlere bölerdim, öyle beslenirdim. Ev kiramı da doktor olan Nihat Ağabeyim gönderirdi.


Ben Manisa Tarzanı’yım diyorum polisler yemezler oğlum diyor


Manisa Tarzanı'nı ekim-kasım aylarında çektik, Spil Dağı'nda günlerce bir tek siyah şortla dolaştım, hava inanılmaz soğuk. Hatta bir ara hastalanıp ölümlerden döndüm. Saç sakalı kestirmişim, o sırada kendime özel çok sıkıntılarım var, Manisa'da otelden çıkıp salaş giysilerle sokakta yürümeye başladım. Dalgın dalgın yürürken bir ıslıkla kendime geldim. Baktım bir karakol, kapıdaki polis eliyle beni çağırıyor. Kimliğimi istedi, o anda kimlik yok üstümde, iyi mi? Kaldığım beş yıldızlı otelin adını söyledim, ‘‘Yok ya’’ diye benimle dalga geçmeye başladı. Beni daktilo başındaki bir memurun önüne götürüp ‘‘Bu herif kimliksiz dolaşıyor, ifadesini alıp nezarete atın’’ dedi. Baktım iş iyice ciddiye biniyor, ‘‘Affedersiniz, ben Talat Bulut, hani Manisa Tarzanı'nı oynuyorum ya’’ dedim. Polisler kahkahalarla gülüyor ‘‘Hadi ya’’ diyerek. Birisi yakamdan tutup ‘‘Sen kiminle dalga geçiyorsun lan?’’ dedi. Ben hálá yemin ediyorum Talat Bulut'un diye. ‘‘Ulan, onun saçı sakalı uzun’’ diyorlar, ben yeni kestiğimi söylüyorum. Cevap aynı ‘‘Yemezler oğlum.’’ Bir saattir kan ter içinde Talat Bulut olduğumu ispat etmeye çalışıyorum, kimse inanmıyor. Tam ifadem alınıp nezarethaneye atılacakken içeri biri girdi, o anda beni gözlerimden tanıdı. Önce arkadaşlarına da inanmadı polisler. Sonunda kaldığım otele telefon edip gerçeği öğrendiler ve güle oynaya beni odamın kapısına kadar götürdüler.


Ataizi, magazin malzemesi


- ‘‘Melekler Evi’’nde Hande Ataizi'yle oynamayı kabul ederken yönetmen Ömer Kavur'a ‘‘Bu hanım magazin dünyasının malzemesi, bizi sette kullanmasına engel olun’’ dedim. ‘‘Sen hiç merak etme’’ cevabını aldım ama, inanmadım. Van'daki çekimler sırasında ben tifoya yakalandım, hastaneye kaldırıldım, bir günde 6 kilo verdim. Ertesi gün gazetelerde çıkan haber, hanımefendinin bir pozuyla birlikte ‘‘Hande Ataizi tifo oldu’’ idi. Ben Hande Ataizi'nin iyi oyuncu olmadığını söyledim, o da benim için ‘‘Senaryo çalışalım diye beni göle davet etti’’ diye kuyruklu bir yalan uydurdu. Ömer Kavur'un bugüne kadar neden sessiz kaldığını anlamış değilim.


Golf sosyete sporu değil


Antalya'da ‘‘Aşk Olsun’’ dizisini çekerken bir golf oyunu sahnesi vardı. O gün golfa merak sardım, çok keyifli bir spor. Söylentilerin aksine golf hiç de sosyete sporu değil, İstanbul Golf Klübü'nde düzenli olarak oynuyorum.

Futbolla aram çok iyidir, İzmir Şirinyer futbol takımının başarılı bir kalecisiydim, övünmek gibi olmasın Galatasaray taraftarım.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de köktendinci tehlike görmüyorum

4 Eylül 2003
Renault grubunun başkanı ve CEO’su Louis Schweitzer, Türkiye ve İstanbul hayranı bir Fransız. İstanbul'dan sonra en sevdiği yer Ege sahilleri... Sartre’ın yeğeni Schweitzer’in kuzeni olur

Renault grubunun başkanı ve CEO'su Louis Schweitzer, Türkiye'yi yere göğe sığdıramayan ender Fransızların başında geliyor. Türk-Fransız İş Konseyi Eşbaşkanı olarak Paris'te, Ankara'da Türkiye'nin yanında nice kavgalar veriyor. Renault'nun 61 yaşında sessiz, halim selim, beyefendi patronu o kadar mütevazı ki, ne büyük düşünür Jean-Paul Sartre'ın yeğeni olduğunu söylüyor, ne de Nobel Barış Ödülü sahibi efsanevi Albert Schweitzer'in kuzeni olduğunu. Hatta babası Pierre-Paul Schweitzer'nin 1963-1973 arasında IMF Genel Direktörlüğü yaptığını da. Eğer siz bilmiyorsanız, o sözlerinin bir yerlerine sokuşturmuyor, 20 yıl önce Fransa Maliye Bakanı olduğunu. Eşi Agnes'in Fransa'nın en ünlü avukatlarından biri olduğunu bile.

Renault-Nissan grubunun dünya başkanı, Türk dostu Louis Bey'le tutkunu olduğunu söylediği Boğaz'da baş başa bir motoryat gezisi yaptık. Karadenizli kaptan azgın dalgalara kafa tutarken, Louis Bey'in mavi gözleri Topkapı Sarayı'nın siluetini daldı. Boğaz'ın azgın dalgaları suskunluğuyla ünlü Louis Bey'i de coşturdu. Yattan indiğimizde hayatında ilk defa böyle uzun ve özel konuştuğunu söyledi, ben kendisinin yalancısıyım.

Siyasette istikrar var, parada yok

Türkiye'nin bugüne kadar ki en büyük sıkıntılarından biri de siyasi istikrarı sağlamakta zorlanmasıydı. Ama dışardan izlediğimiz kadarıyla mevcut hükümet, gözle görülür bir istikrarı yakalamış durumda. Ben şu andaki Türkiye'nin toplum olarak dengeli, kararlı, stabil bir konumda olduğuna inanıyorum. Ama ekonomide sıkıntılar sürüyor, para politikaları ve kurlarda istikrar yok. Türkiye'de bir fundamentalist tehlike görmüyorum. Konuyla ilgili fazla bilgisi olmayan bazı Avrupalılar, İslamiyetle fundamentalizmi karıştırıyor. Ayrıca, Hıristiyanlarda da fundamentalizm var. Başbakan Erdoğan, Avrupa'yla birleşme arzu ve iradesini çok net bir şekide açıklıyor.

Üretiminiz çok tüketiminiz az

Türkiye'de bizi zorlayan en önemli konu ekonomik istikrarsızlık. Mesela 2001'de yaşadığımız gibi pazarı birkaç ay içinde beşte bire gerileyen başka bir ülke bilmiyorum. Çok ilginçtir, Türkiye otomobil üretiminde çok büyük bir ülke, tüketiminde ise çok küçük kalıyor. Oysa ülkenizin zengin kaynaklarına baktığımızda otomobil pazarının bugünkünün iki katı olması gerekiyor. Türk ortağımız OYAK'la 30 yıldır çok başarılı bir işbirliği içinde çalışıyoruz. Bizim başarı öykümüz, ortağımızla aynı fikirleri paylaşmamız, her konuda birbirimizle mutabık kalmamızdan. Bunca yıldır birbirimize karşı olan güvenimiz hiç eksilmedi, karşlıklı verdiğimiz her sözü tuttuk. Bursa'daki fabrikamızda çalışan mühendislerimiz, yöneticilerimiz, işçilerimiz çok iyi seviyede uzmanlar. Onun için, OYAK-Renault'da görev yapan başarılı Türk mühendisleri, yöneticileri alıp Renault grubu bünyesinde uluslarası kariyerlere veriyoruz.

AB’ye girmek, yeni ufuklar açacak

Türkiye'nin temel düşüncesi AB'ye katılmak, çok da doğru. Böyle olduğu zaman ülkeniz tüm ekonomik politikası tam olarak yapılanmış olacak. Göreceksiniz, AB'ye girdiği zaman Türkiye'ye yeni ufuklar açılacak. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi gerektiğine kesinlikle inanıyorum, bu en kısa zamanda gerçekleşecektir. Türkiye'nin AB'ye girmesine eskiden beri inandığımız için 8 yıl önce Megane modelini Bursa'da üretmeye karar verdik. Şimdi de Megane II Sedan'ı, burada üretiyoruz. Gelecek yıllarda Türkiye'deki yatırım ve üretimlerimizin daha da ilerisine gideceğiz. Size kesinlikle söylüyorum ki, ben de Cumhurbaşkanımız Chirac da Türkiye'nin AB'de hak ettiği yerini almasını istiyoruz. Türkiye AB'ye girip yıllık toplam otomobil üretimi 1 milyonu geçtiği gün, ülkeniz pırıl pırıl demektir. Bunlar olsun, olmasın yine de Türkiye'nin güzelliği her zaman baki kalacak.

Türkiye’nin başarı şansı çok yüksek

Türkiye son 40 yıldır çok değişik bir modelle gelişimini sürdürüyor. Çok büyük kalkınmalar oldu ama, yüksek enflasyon da oldu. Dolayısıyla yüksek enflasyon ve yüksek kalkınma oranları biraz toplumun ekonomik dengesini bozdu. Dünyada böyle bir modelle Türkiye'den başka başarıya ulaşmış bir ülke yok. Türkiye bugün hem enflasyonu durdurmaya çalışıyor, hem de bir yandan kalkınma hızını arttırıyor. Benim dışardan gördüğüm kadarıyla bunun başarıya ulaşma şansı yüksek.

Selimiye Camii bir başyapıt

İstanbul'dan sonra en sevdiğim yer emsalsiz Ege sahilleri. Bence Türkiye'deki dünya çapında en muhteşem eser Edirne Selimiye Camii. O kadar hayranım ki, Türkiye'ye her gelişimde mutlaka Edirne'ye gidiyorum, bugüne kadar dört defa gezdim.

Türkiye'de otomobil kullanıyorum, son olarak Renault 9'la ailemle birlikte İstanbul'dan İzmir'e gittik. Karayolları ve trafik konusunda da Türkiye seferberlik ilan etmeli, bu konuda da Avrupa seviyesine çıkmalı. Laf aramızda İstanbul'un trafiği Paris'ten daha kötü değil.

Türk mutfağını çok seviyorum

İyi bir gurme olduğumu söyleyebilirim, Fransa'da böyle bir cemiyetin de üyesiyim. Türk yemeklerini çok seviyorum, özellikle dolma, döner ve iskender kebap. Eskiden Abdullah'a gitmeyi çok severdim. Anasondan hoşlanmadığım için rakı içmiyorum.

İstanbul'a ilk kez 1956 yılında üniversitede öğrenciyken babamla birlikte geldim. Babam o tarihte daha sonra genel direktörü olduğu IMF'nin bir görevlisi olarak burada bir toplantıya katıldı.

Fanatik düzeyde tiyatro hayranı

Tiyatronun fanatik derecede aşığıyım, klasik batı ve caz müziğini çok severim. Türk müziğini dinledim ama, çok iyi bilmiyorum.

Piyano ve saksofon çalıyorum, ama aile dostlarımız arasında. Sizin karşınızda solo yapacak kadar yeteneğim yok.

Spor yapmayı ihmal etmem, favorilerim bisiklet, tenis ve kayaktır.

Sürati özel pistte yaparım

Ehliyetimi 1960 yılında aldım, otomobil kullanmasını çok severim. Normal karayollarında hız sınırını aşmam, bizim özel deneme pistlerinde 250 kilometre yaptığım oluyor.

Rakiplerimizin çıkardığı her yeni otomobili mutlaka bir kere kullanıp neler yaptıklarına bakarım.

Formula 1 yarışlarında 2005'te dünya şampiyonu olmak gibi bir hedefimiz var.

Japonlarla iş yapmak hem kolay, hem de zor. Zor yanı kültürlerinin Avrupa kültüründen çok farklı olması. Kolay tarafı ise son derece dürüst, sözünün eri ve olağanüstü basiret sahibi olmaları. Hem kendi örf ve ádetlerine sık sıkıya bağlılar ama, başka medeniyetlerin bilgi birikimlerini ve artı değerlerini özümlemeyi de biliyorlar.
Yazının Devamını Oku

Trabzon için futbolcu kaçırdım

1 Eylül 2003
Yedi kuşak Trabzonlu TMO memuru Hayati Bey'le yedi kuşak Trabzonlu Mediha Hanım'ın 3'ü kız, 2'si erkek evladından biri olarak 27 Ekim 1938'de Trabzon İskenderpaşa Mahallesi'nde dünyaya gelen Tanju Gürsu ile yedi kuşak Trabzonlu eşi Ayla, yıllardır Nişantaşı'ndaki güzelim dairelerinde yaşarlar. Sevgili oğulları 1970 doğumlu Kerem ve 1974 doğumlu, Fenerbahçe tutkunu Emre ile birlikte. 35 yıllık eşi Ayla bacımız, Tanju'nun öz be öz dayısının kızıdır. Kral Tanju da, kraliçesi Ayla da ‘‘bir kemençedir, horondur, Temel'dir, Fadime'dir, hırçın Karadeniz'dir, bir çift sevgidir, yayla düzündeki çiçektir, peştamaldaki renktir, çemberdeki nakıştır, cepkendeki dikiştir.’’ Temel ile Fadime gibi onlarda da hoşgörü vardır, karamsarlık yoktur; birlik vardır, çatışma yoktur. Tüm hemşerileri gibi onlar da hoşgörünün, hazırcevaplılığın simgeleridir; kaşlarında çakan bir anlık şimşek, gözlerinden taşan sevgi selinin önünü kesemez. Her Karadenizli gibi onlar da dalganın devini, rüzgárın azgınını severler ama, balık denince minnacık hamsiye köle olurlar. Haydi acele edin, Türk sinemasının Trabzonlu unutulmaz yıldızı Tanju Gürsu'nun bize anlatacağı çok şey var. Bu seferlik çay, çörek, börekle idare edin. Ayla bacı söz verdi, gelecek sefere bize hamsi ziyafeti çekecek.


AVNİ AKER’DE TELLERİN SÖKÜLMESİNİ İSTEDİM


Temel'le İdris bir gün Avni Aker'deki yarışmaları izlemeye gitmiş. Bakmışlar ki sahada atletler koşuyor. Temel sormuş: ‘‘Ula, bu uşaklar niye koşay?..’’ İdris cevap vermiş: ‘‘Birinci olup madalya kazanmak için.’’ Temel yine sormuş: ‘‘Peki öbürleri niye koşay?..’’

- Trabzonspor'a kurulduğu günden beri hizmet ediyorum, yönetim kurulu üyeliklerinden futbolcu kaçırmaya kadar. 1979'da Bolu'dan Orhan ve Necdet'i ben kaçırdım, Malatya'dan Mehmet Ekşi'yi ise Tugay'ın babası Piç Özkan. Özkan Sümer'e demir örgüleri kaldırılması konusunda ısrar edenlerden biriyim. Ben yenilmenin acısını, yenmenin mutluğunu çok iyi bilirim. 1995'te Fenerbahçe'ye kendi sahamızda 2-1 yenilip son dakikada şampiyonluğu kaçırdığımızda hırsımdan çok ters, acayip şeyler yapabilirdim. Onun için otele gidip yorganı kafama çektim, üç saat saunadaymışım gibi ter attım. 10 senelik şampiyonluk özlemimiz çok sevdiğim Şenol'un taktik hatası yüzünden bir anda uçup gitti. Trabzon seyircisi kavga çıkarmaz, son Fenerbahçe maçında da görüldüğü gibi. Fenerbahçeli taraftarlara bir tek Trabzonlu cevap vermedi, Trabzon tribünlerinde sökülen bir tane sandalye yok. Aziz Yıldırım denen beyefendi, mafya lideri gibi adam taşıyor maçtan maça, olacak iş mi?.. Önce idareciliği öğrensin, kulüp yöneticiliği nedir, nasıl yapılır hiç haberi yok. Bunca yıldır olmuyordu, neden şimdi oluyor, neden Galatasaray ya da Gençlerbirliği maçlarında kavga çıkmıyor?.. Onların taraftarları ekmek, döner bıçakları kuşanıp gelecek, benim gariban Trabzonlum da susup gel kes kardeşim mi diyecek? Fenerbahçe bizim ezeli rakibimiz, biz Galatasaray'dan da beter rakibiz Fenerbahçe'ye. Onlara yenildiğimiz zaman bizden bir kişi çıkıp sahaya mı girdi kardeşim, cümle álem görecek ki bundan sonra da girmeyecek. Yenerciğim, bir şey daha söyleyeyim, bugün yönetici olsam Fenerbahçeli Tuncay'ın mutlaka takımımda olmasını isterim. Bakma sen üç tane gol atmasına, bana göre Fenerbahçe'de yanlış oynatılıyor. Tuncay, bana Ali Kemal'i, Cruyff'u hatırlatıyor. İlhan Mansız'ın ayağına top müthiş yakışıyor ama, o çocukta spor ahlakı eksik. Her maçta kart görürsen, oyundan atılırsan, kulübüne nasıl faydalı olacaksın? Belki de çocuğun sinir sistemi futbol oyununa el vermiyor, anlayamadım.


42 YILDA 186 FİLM, 30 SENARYO


- Sinemaya 1961 sonunda ‘‘Fosforlu Oyuna Gelmez’’ filmiyle adım attım. Orhan Günşiray ile Neriman Köksal'ın yaptıkları ilk Fosforlu çok tutunca devamını çekmeye karar vermişler. Ben o sırada İstanbul Hukuk'ta okuyorum, Trabzon Talebe Yurdu'nda kalıyorum. Türk sineması hakkında hiçbir bilgim yoktu, zaten yerli filme gitmezdim. Benim için varsa yoksa kovboy filmleriydi, aşk filmlerini filan da sevmezdim. Arada bir Acar Film'in sahibi Murat Köseoğlu'nun yanına gidiyorum, baba dostu olarak bana maddi destekte bulunuyor. Para almaya gittiğim bir gün tesadüfen orada gördüğüm yönetmen Aydın Arakon beni beğenmiş. Ertesi gün Murat amca beni çağırdı, Aydın ağabey Eşref Kolçak'la anlaşamamış, onun yerine beni oynatmaya karar vermiş. 1962'de Artist Mecmuası'nın sinema yarışmasında erkeklerde ben, kadınlarda ise Filiz Akın birinci seçildik. Bunca yıl içinde 4 film yönettim, 30 senaryo yazdım, 2 Altın Portakal kazandım. Bu yılki Antalya film Festivali'nde bana onur ödülü verilecek.


TÜRK SİNEMASINA SÖZ SÖYLETMEM


- Eski filmlerim oynadığında hanımla birlikte televizyon karşısına oturup gururla seyrediyorum. Müthiş beğeniyorum, Türk sinemasına karşı biri kötü laf ettiği zaman müthiş bozuluyorum. Bugünkü müthiş teknik yok, yokluklar içinde 15 günde çekmişiz o filmleri. Türk sinemasında artık hiç kimse bizim dönemin ulaştığı yere ulaşamaz, bizim sayımızda film bile çekemezler. ‘‘Duvarların Ötesi’’nin galası için Ankara Koleji'ne gittiğimde kolejin bütün kızları arabamı elleriyle havaya kaldırdı. Adana'ya, İzmir'e galaya giderdik, gezdiğimiz 20 sinema da insan tarlası gibi olurdu, sadece kelleler görülürdü. Birinci vizyona Lale, İnci, Şan, Bulvar, Opera,Yeni başta olmak üzere 14 sinemada çıkardık. En kötü sinema bin kişilikti, 5 matine eder 5 bin kişi. Toplam 14 sinema 70 bin kişi, yalnız İstanbul'da haftada 500 bin kişi. Şimdi 100 bin seyirci izleyince rekor deniyor, ulan beğenmediğiniz bizler 40 sene önce sadece İstanbul'da 500 bin yapıyorduk. Şimdi sinema okulundan her mezun olan kendini Fellini zannediyor. Kendi sinema tarihini inkar ederek bir yere varmaya çalışırsan ortada kalırsın. Ölünceye kadar sinemamızın koruyucusuyum, kimseye çamur attırmam, Türk sinemasının aleyhinde konuşan karşısında beni bulur.


FATMA BENİ ÖPERKEN HEYECANDAN ÖLDÜM


- İlk filmim ‘‘Fosforlu Oyuna Gelmez’’in ilk çekim günü Yener'ciğim. Orhan Günşiray'ın ‘‘Kıtıpiyoz’’ takma adlı erkek kardeşini oynuyorum. Sevgilim de Fatma Girik. Filmde kimler yok ki, Orhan Günşiray, Neriman Köksal, Ahmet Tarık Tekçe, Hüseyin Baradan, Altan Erbulak... Bıçkın İstanbul kabadayısını oynuyorum, hep apaş durumdayız. Yönetmen Aydın ağabey, bana ‘‘Şu kapıdan koşarak çıkacaksın, Fatma karşıdan sana Kıtıpiyoz diye bağıracak. Sen de onun adını söyleyip ortada sarılıp öpüşeceksiniz’’ dedi. Öpüşme lafını duyar duymaz kıpkırmızı olmuşum, titreyerek ‘‘Aydın ağabey ben bu kadar milletin önünde nasıl öpüşürüm?’’ diyorum. İçimden de ‘‘Bu rol ulan, eşekleşme’’ diyorum, sonunda kendimi ikna ettim. İşaretle yerimden fırladım, karşıdan da Fatma geldi, bana sarıldı. O an heyecandan ölüyordum; zaten ben Fatma'yı öpmedim, o beni öptü. Fatma beni ne zaman görse bu sahneyi anlatır; ‘‘Bana sarıldığında elektrik çarpmış gibi oldum, heyecandan öyle titriyordun ki’’ der.


TRABZON’DA ESKİDEN PİYANO ÇALINIRDI


- Trabzon'da bizim büyüdüğümüz 19502li yıllarda 18 konsolosluk vardı, Şems, Saba otellerinin restoranında öğle yemeklerinde piyano, keman çalardı. Eşim Ayla'nın annesi ve babası keman çalar, benim annem keman, babam ut çalardı. Bahçeden bahçeye atışmalar yaparlar, birisi rast çalarken öteki nihaventle ona cevap verirdi. O yıllarda Trabzon'daki dondurmacılarda bolestera denilen işlemeli önlüklü kızlar gümüş kupalarla dondurma servisi yapardı. Evimizin tam karşısında İskerderpaşa Camii vardı, bir aşağımızda da İtalyan kilisesi vardı. Orada ezan okunurken, ötekinden çan sesleri gelirdi. İtalyan kilisesinin papazları her ramazan bizim eve iftara gelirdi. Şimdi bahçeden bahçeye silah atılıyor, bolesteranın yerini ise kara çarşaflar aldı.
Yazının Devamını Oku