26 Ağustos 2003
Geçen 50 sene zarfında Türkiye'nin yaptığı en önemli iş 15'inci seçimi, yani 3 Kasım 2002 seçimini yapabilmesidir. Neticede istikrar çıktı ama, temsilde adalet çıkmadı. 41 milyon seçmenden 10 milyon 600 bin oy yüzde 26'ya tekabül ediyor, Meclis'te yüzde 66, bu çok büyük bir açık. Biz Adalet Partisi olarak 1977'de yüzde 38 oy aldık, 180 milletvekili çıkardık ama, hükümet olamadık. Sayın Ecevit bizden 3 puan yüksek aldı, 214 milletvekili çıkardı, o da hükümet olamadı. Şimdi 35'le oluyorsunuz, onu sandığa giden oya, vesaire vurduğunuz zaman olur yüzde 26. Yüzde 26'nın karşılığında yüzde 66, bu temsilde adalet yok. AKP Türkiye şartlarında yeni bir denemedir, bu sonuç 57. hükümetin bıraktığı boşluğu doldurma olayıdır.
Koalisyonu oluşturan üç partinin toplam oyu yaklaşık yüzde 51'di, son seçimde aldıkları toplam oy ise yüzde 15 oldu. Hiç böyle şey olmaz, bence esas bu meseleye bakmak lazım. AKP işte bu garip olayın çıkardığı neticedir, şoktur. AKP halen bir değişim içinde, Milli Görüş'le olan irtibatını daha geçenlerde yaptığı kongrede kesti. Eğer AKP, ‘‘Ben Milli Görüş taraftarıyım’’ deseydi çok tartışılırdı, muhafazakar demokratım deyip duvarların arasında kaldı. Büyük bir milletvekili grubuyla gelen ve kudreti eline geçiren bir siyasi parti kısa süre sonra yapılan yerel seçimleri kazanır. Ama, dört sene sonra kaybeder, çünkü insanlar umduklarını bulamaz, ‘‘Bunlarda bir şey yokmuş’’ deyip yenilerini arar.
Poturlu, eli nasırlı insan da senin halkın
Neticesini kabul etmeyecekseniz seçime gitmeyin. Demokrasinin peşindeysek fair-play olacak. Siz bir takım insanları ayırmayacaksınız, başkaları da sizi ayırmayacak, aksi halde bu rejimden vazgeçmemiz lazım. Sandığı koymuşsun, 15 siyasi partiyi kabul etmişsin, vatandaş da gelip oyunu kullanıyor. Eğer buna itiraz varsa, Türkiye hálá genel oyun hakimiyet-i milliye olduğunu anlamamış demektir. Hálá elit mi, halk mı kavgası vardır demektir.
Oyunu atan kasketli, eli nasırlı, poturlu adam da senin halkın. Onlar Türkiye'yi idare etmeyecek, idare edecekleri seçiyorlar. ‘‘Bunlar seçmesi ne bilir, okumamış’’ dersen, okutsaydın birader, onun kusuru mu? Amerika'da demokrasi olduğu zaman Davy Crocket imza atmasını bilmiyordu, o ve ötekiler parmak basıyordu. Bir ülkenin halkı hürse, korkusuzsa, onun yanlış yaptığı görülmemiştir.
Kürt devleti, ABD’nin Türkiye’yi feda etmesi anlamına gelir
Irak fiilen bölünmüş görünüyor ama, resmen bölünemez, buna bütün Arap dünyası karşı çıkar. Amerika Irak'ı bölemez, bölerse başlangıçtaki beyanına aykırı hareket etmiş olur. Türkiye'ye kötülük olsun diye Kürt devleti kurmaya kalkabilirler ama, Türkiye'yi tümüyle feda etmiş olmaları lazım gelir. Bugün Kuzey Irak'ta Kürtler Amerikalıların elinde değil, Amerikalılar Kürtlerin elinde. 1 Mart'ta bizim oraya girmeyi reddetmemiz üzerine Kürtler bunlara sinelerini açtı. Amerikan hava indirme birlikleri geldi, şu oldu, bu oldu, kendilerine yardım etti diye Kürtlere karşı bir şeyleri var.
Ayrıca Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki anlaşmalarda bir Kürt, bir Ermeni devleti çıkarılamadığı için Amerika bunlara karşı kendini borçlu hissediyor. Şimdi Amerikan medyasında birçok yazılara rastlıyorum. ‘‘Bu defa Kürtlere ihanet etmeyelim’’ diyorlar. Ben inanıyorum ki, Amerika her şeye rağmen Türkiye'nin kendisi için önemini çiğnemeyecektir, aksi halde çok yanlış bir şey yapar.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2003
Süleyman Demirel'i seversiniz, sevmezsiniz kendi bileceğiniz bir iş ama, onun engin devlet ve siyaset deneyimini inkár etmek ne mümkün? 1 Kasım 1924'te Isparta'nın Atabey ilçesine bağlı İslamköy'de dünyaya geleceksin, fukara baba ocağında hem çobanlık yapıp hem okuyacaksın, gün gelecek İTÜ'den yüksek mühendis diploması alacaksın, 30 yaşında Türkiye'nin en genç genel müdürü olacaksın, 40 yaşında önce parti genel başkanı, ardından Türkiye'nin en genç başbakanı olacaksın, 12 sene bu görevi yaparak İsmet İnönü'den sonra en uzun başbakanlık yapan kişi olarak tarihe geçeceksin, 6 dönem Isparta'dan milletvekili seçileceksin, 7 yıl siyasetten men edileceksin, 6 kere hükümetten gidip 7 kere hükümet kuracaksın, 16 Mayıs 1993'te TBMM tarafından Türkiye'nin 9. Cumhurbaşkanı olarak seçileceksin. Binaenaleyh el insaf, daha ne olsun?
VIP salonumuzdaki büyük dörtgen masada İcra Kurulu Başkan Yardımcımız Vuslat Doğan Sabancı ile Yayın Danışmanımız Doğan Hızlan arasında oturan 'Beyefendi', bir siyasetçiden çok bir filozof gibiydi. Geçen yıllar onun dev cüssesini biraz törpülemişti ama, sanki beyni daha büyümüştü. Yine rakamlar arasında turlar attı, tarihleri aksamadan hatırladı, evrensel yasalardan fıkra numaralarıyla örnekler verdi. Süleyman Demirel'in; 'Buyurun arkadaşlar, tatlı yiyelim tatlı konuşalım' sözüyle başladığı sorulu cevaplı sohbetini 'Akşam yemeği gelmeden kalkalım' diyerek noktaladığında bir de baktık ki, aradan 3 saat geçmiş. Sevgili Tufan Türenç kardeşim aklınla bin yaşa... Sayın Genel Yayın Yönetmenim Ertuğrul Özkök onayınız için teşekkürler. Sayın 9. Cumhurbaşkanım Süleyman Demirel, kor gibi bir ağustos öğlesinde lütfedip HÜRRİYET'in sofrasını onurlandırdığınız için varolun... Yaman sorularınız için ağzınıza sağlık sevgili arkadaşlarım.
(Meraklısına: VIP salonundaki yemeğimiz zeytinyağlı tabağıyla başladı, balıkla devam etti, sonra tatlı tabağı ve kahveyle sona erdi. Ben dahil 3 kişi kola içti, geriye kalanların hepsi sade suyla yetindi, Petrus yoktu.)
Savaş bitti, sebebi şimdi aranıyor
Amerika diyor ki; 'Ben büyüğüm, ben güçlüyüm, ben kudretliyim. Hiç kimse bana askeri güçte, teknolojide, zenginlikte ulaşamaz, ben müthişim.' Devam ediyor; 'Ben artık kendi duvarlarımın arasında duramam, dünya meseleleri neyime lazım dedim başımıza büyük işler geldi, artık dünya meseleleriyle de meşgulüm. Dünya meseleleriyle meşgul olan Birleşmiş Milletler hımbıl, onu aşmak lazım.' Öyleyse işte Bush Doktrini. 'O bana vurmadan ben onu vuracağım. Dünyadaki diğer uluslar ve devletler ya bizimle beraberdir, ya bizim karşımızdadır' diyor. Daha sonra aradılar, taradılar, bugüne kadar 11 Eylül'ü yapanları bulamadılar. 11 Eylül'deki asıl büyük hadise ikiz kulelerin vurulmasından çok Pentagon'un tecavüze uğramış olmasıdır. Bu Amerika'nın çok ağırına gitmiştir, bir türlü hazmedememiştir.
Bu yüzden adam gücünü, kudretini göstermenin peşine düştü. Taliban'ı tam olmasa da halletti ama, Usame bin Laden'i bulamadı. Bu durum kendisini, yönetimi tatmin etmedi, birisini bulması lazım, Irak'ı buldu. Sonunda oraya da girdi ama, savaşa sebep saydığı kitle imha silahlarını bulamadılar. Dünya tarihinde ilk defa bir savaşın sebebi sonradan aranıyor. Irak'ı vurma hadisesi bir büyük planın parçası, bu plan şudur: Terörizm bela olmaya devam edecek, silip ortadan kaldırmak mümkün değil. Onlara göre terörizmin kaynağı radikal İslam ve fondumentalizm, bunun için Ortadoğu'yu ıslah etmek lazım diyor. Bunun için Irak meselesini Ortadoğu'da bir örnek olarak ortaya koyup, 20-30 sene içinde bütün bu bölgeyi demokratik hale getirmek. Bu planı uygularlarken İran'la bile yumuşak ilişkiler kuracaklar. Yalnız, Amerika acayip bir memlekettir, bakarsın gelecek sene seçim olur neme lazım deyip projeden vazgeçer.
Amerika isterse büyük kötülük yapar
Amerika kötülük yapmak isterse bunu çok kolaylıkla, hem de önemli şekilde yapar. Bilemezseniz hangi zamanda, nasıl yapar. Zaten iyilik yapabilenin elinden kötülük de gelir, ikisini yapamayanı da kimse saymaz. Ben 1975'te hükümet olduğumda kucağımda Kıbrıs'ı, Kıbrıs ambargosunu buldum. 4 sene o ambargoyla boğuştum, Türkiye büyük sıkıntılar içine sürüklendi. Petrolün varili 1 dolar 95 sentten 38 dolara çıktı, bütün ihracatım petrol ihtiyacımın yarısını karşılıyor. Para bulmak için dünyayı dolaşıyorum, hiçbir banka, devlet vermiyor. 149 ton altınım var, onu rehinleyip 500 milyon dolar alacağım, bütün derdim bu kadar para. Maliye bakanım akşam Washington'dan telefon ediyor; 'Rehin meselesi tamamdır, yarın para elimizde' diye. Ertesi gün öğleye kadar bekliyorum rehin yok, akşamüzeri telefon ediyor; 'Yaptıkları rehini bozdular' diyor.
Irak'ın yeniden şekillenmesinde Türkiye'nin mutlaka söz sahibi olması lazım. Bugün Amerika Kafkasya'ya, Orta Asya'ya, Balkanlar'a kadar gelmiştir. Amerika Bulgaristan'da vardır, Romanya'da vardır, Gürcistan'da çok iyi vardır, Azerbaycan'da vardır, Özbekistan'da, Kırgızistan'da çok iyi vardır. Amerika'nın buralardan çekip gitmesi 30 senelik bir iştir. 30 sene burada olacaksa Amerika'yla iyi münasebetler içinde olmamız bizim de menfaatimizedir. Amerika'yla iyi münasebetler içinde olmamız Amerika'nın 53. vilayeti olmamızı gerektirmez.
Referandumu büyük farkla kazanırdım
Ben bozkırla yeşilin kavgasını yapmış adamım ama, 2B konusu özel bir vaka. Açık söyleyeyim, referandum propagandasını ben yapsam çok büyük oyla kazanırım. 8 milyon orman kenarında yaşayan köylü var, 3 milyon da ormanın içinde yaşayan var. Ormana olan muhabbetiniz kadar, bu ülkenin halkına da muhabbetiniz olsun, veto edilecek nesi var.
Kenan Evren'le münasebetimiz düzgündür, yan yana geldiğimiz zaman çok iyi de konuşuruz. Belki onun içinden; 'Ben bu adamın elinden başbakanlığı aldım', benim içimden de; 'Benim genelkurmay başkanımdı, durduk yerde benim elimden başbakanlığı aldı' gibi sözler geçiyordur.
12 Eylül 1980 sabahı sayın Ecevit ve muhterem eşleri, ben ve eşim helikopterle Gelibolu'ya gidiyoruz. Yeşilköy havaalanından kalktıktan sonra eşime aşağıda sahil kıyısında benim dönemimde yapılan fabrikaları, santralleri, siteleri gösteriyorum. Nazmiye çok tok sözlüdür, biraz gittikten sonra; 'Bunları yaptırdığın için mi seni Gelibolu'ya götürüyorlar?' dedi.
Tatlı Hayat’taki hizmetçi kız harika
Eskisi gibi bol bol okuyorum, televizyon da seyrediyorum. Ekranda en çok izlediğim programlar başta haberler, açık oturumlar ve yerli diziler. Türkan Şoray'la Haluk Bilginer'in rol aldığı 'Tatlı Hayat' adlı komedi dizisi çok güzeldi. Hele orada hizmetçi rolünü oynayan sanatçı kızımız ( Asuman Dabak) çok harikaydı.
Spordan magazine herkes vardı
İşte ''Baba'' bir konuğu ağırlayan Hürriyet Yazı işleri kadrosu: 1. Editör Bensan Özbalkan
2. Ekonomi Müdürü Vahap Munyar 3. Spor İstihbarat Şefi Mehmet Arslan 4. Yayın Danışmanı Doğan Hızlan 5. Magazin Müdürü Selim Akçin 6. Dış Haberler Müdürü Ayşe Özek Karasu 7. Danışman Ertuğ Karakullukçu 8. Yener Süsoy 9. Editör Bülent Mumay 10. Yazı işleri Müdürü Doğan Satmış 11. Yazı işleri Müdürü Emre İskeçeli 12. İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Vuslat Doğan Sabancı 13. Editör Arif Dizdaroğlu 14. Yazı işleri Müdürü Tufan Türenç 15. Editör Sefa Kaplan 16. Editör Ayça Aktan 17. Yazı işleri Müdürü Nejat Seçen 18. Köşe Yazarı Yalçın Doğan.
YARIN: AKP Milli Görüş'le irtibatını yeni kesti
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2003
Röportaj, son derece keyifli sürerken telefonla bir haber geldi ve Kenan Işık'ın yüzüne, ekranlardan az çok tanıdığımız ürkek gülümseme oturdu. Ardından da gözyaşları ‘‘pis beyaz sakallarına’’ süzüldü. Önce şaşırdık, sonra sevindik. Bunlar, bir babanın mutluluk gözyaşlarıydı. Büyük oğlu Ahmet, üniversite sınavlarında Türkiye çapında ilk 200'e girmişti. Bizim Hakan Denker de böyle bir anı ‘‘affetmezdi’’. Hemen deklanşöre bastı. Kenan Işık'ı eşi Beril Hanım yatıştırdı. Daha sonra da baba oğul sevinçle kucaklaştı. Ahmet'in gönlünde Boğaziçi Elektronik yatıyor.
Oğlunun sınav başarısını öğrenen babanın gözyaşları
Ve işte şimdi 500 milyar lira değerindeki soru geliyor. Soru şu: Demiryolcu Mevlit Bey'le Fahriye Hanım'ın oğlu olarak Malatya Şifa Mahallesi'nde 1948'de dünyaya gelen, 15 yıldır pis beyaz sakal bırakan, yaz tatillerini Zeki Müren'in vokalisti, besteci ve hemşerisi Cengiz Fırat'ın Altınoluk Elbis Otel'inde geçiren, diş hekimi eşinin adı Beril, çocuklarının adı Ahmet ile Mehmet olan ünlü tiyatro oyuncusu, yönetmeni ve yazarı kimdir? a) Kenan Işık, b) Rahmi Dilligil, c) İstemihan Talay, d) Tayyip Erdoğan...
Kenan Işık'la dünyanın oksijen deposu Edremit Altınoluk'ta saatler boyu konuştuk, tavla partileri yaptık yeniden konuştuk. Hem de Cengiz Fırat'ın son bestesi ‘‘Helal Olsun’’ ve eşi Sabiha Hanım’ın kendi elleriyle yaptığı kekler eşliğinde. Kenan Işık'ın ekrandaki havalı haline bakmayın; meğer o aslında ne kadar ailesine düşkün, ne kadar utangaç, ne kadar sulu gözlü bir çelebiymiş. Üstadım, ne sohbetinize doyduk, ne şiir okumanıza, ne de tavlada yenilmenize, tadı damağımızda kaldı.
Hep kadının elimi tutmasını istedim
- Programda kasılmıyorum, bazen sponsor firmanın gönderdiği ceketler dar geliyor da ondan. 52 beden olmasına rağmen kimisinin kolu uzun oluyor, kimisi de zırh gibi oturuyor üstüme. Kısa boylu değilim, şişman da değilim ama, kamera bunun tersini gösteriyor. Bana sorarsanız tek bir elbise giyip dikkat çekmeden bütün programı sunmak daha işime gelir. Çünkü orada sunucunun kravatıyla dikkat çekmesi önemli değil. Hanım hayranların senin söylediğinin tarzda ilgilenmiyorlar benimle, Tarkan'a yaptıkları gibi yani. Benim telefon sapığım filan da yoktur, bu telefon bende 9 senedir duruyor kimse aramıyor. Abuk suratımdan mı acaba, zaten benim öyle şeylerle de ilgim yoktur. Ben ayıp saydığım için kadına bakmam, geçmişimdeki birlikte olduğum hanımların hepsinden onların elimi tutmasını beklemişimdir hep. Hiçbir zaman, bayılsam da, ölsem de hayat boyu kompliman yapamam. Belki yapsam başarılı olacağım ama, içimden böyle bir şey gelmiyor.
BBC’den gelen övgü
- Yarışmada sorduğum soruları da bilmiyorum, cevaplarını da, zaten ana şirketin şartlarından biri de bu. TEM stüdyolarındaki çekimlerde ben aşağıdayım, soruların çıktığı bilgisayarlar ise yukarıda. Ben oraya adımı atmam, bir şey sormam gerekirse aşağıya ya Meltem geliyor, ya Fatih. Sunucunun yanıtları bilmesi işin tadını kaçırır, kaş göz oynamalarından anlam çıkarılır. Edebiyatla ilgili soruda bildiğim bir şiir varsa okumayayım mı? Böyle yapınca soruyu önceden biliyorum da, şiiri de onun için ezberlemişim gibi sananlar oluyor mu acaba? Böyle şeyleri en başta kendim için onursuzluk sayarım, salak mıyım ben? Her yarışmacının kazanmasını canı yürekten istiyorum. Ben yarışmacıyla ikinci derecede ilgiliyim, ben izleyicilere bakıyorum. Evde birisi oğluyla iddiaya giriyor, öteki ansiklopedileri karıştırıyor, hepsinin amacı öğrenmek. Bana yöneltilen eleştirilerde şu idrak yok: Bu ciddi, iyi bir yarışmadır ve ben bir krupiye değilim. BBC benimle röportaj yaptı, bu programı benim gibi sunan olmadığını söylediler. İngilizlerin Chris diye bir adamı var, neler yapıyor. ‘‘Bak cıbıl geldin, cebin dolu gidiyorsun’’ filan diyor. Ben böyle yapamam. Bizde para başka bir şeydir, paranın bir adabı, bir duruşu, cepte taşınışı vardır. Çok samimi bir arkadaşım bana ne sordu biliyor musun; ‘‘Bazıları 36 milyardan dönüyor mesela, o zaman sana patronun yüzde kaç veriyor?’’ dedi. Böyle bir şey olabilir mi, Türkiye ne hale gelmiş?..
Yarışmacı Fırat’ın cesareti çok güzeldi
- Yarışmaya girsem herhalde 500 milyarı kazanırım ama, bilemediğim çok soru da çıkıyor. Mesela kedibalığı diye bir soru vardı, hiç bilmiyordum. Yarışmaya gireceklere birinci tavsiyem mutlaka akıl yürütmeleri. Onunucu soruya kadar sorular böyle gidiyor. Mesela şu son 250 milyar lira değerindeki soru için herhangi bir ön bilgi gerekmiyordu. Çünkü seçeneklerle beraber soruyu düşündüğünüzde yüzde 80 doğru yanıt orada duruyordu, ‘‘telefon’’ diye bağırıyordu. Ben yarışmacı Fırat'ın yerinde olsam, soruyu bilmediğime emin olduğum an 125 milyarlık çeki alırdım. Yine de ‘‘500 milyarı ilk ben alacağım’’ cesareti çok güzeldi, telefonu bulmak gibi bir şeydi. Madem bu kadar ısrar ettin, Fatih bana çok kızacak ama, söyleyeyim. Eğer Fırat telefonu bilip devam etseydi, 500 milyar değerindeki sorusu şu olacaktı: Menşei Kanarya Adaları olan, güzel ötüşlü, sarı, mavi, beyaz tüyleri olan kuş hangisidir? a) Saka, b) Bülbül, c) İspinoz, d) Kanarya. Geçenlerde birisi yazmış; ‘‘Adam kaybettikten sonra Kenan gülümsüyordu’’ diye, haklı. Ortaokul 1. sınıftayken babam bir demiryolu kazasında öldü. Okuldan çıkıp otobüsle mahalleye geldiğimde çocuklardan biri ‘‘Baban ölmüş’’ dedi. O an tuhaf bir biçimde gülümsediğimi hatırlıyorum, öyle büyük bir travmaydı ki. Şimdi bana birisi kötü haber verdiği zaman kafamı yana çeviririm, çünkü bir gülümseme gelir yüzüme. O eleştiri konusu olan gülümsememi sonra banttan izledim, o üzüntünün verdiği tepkiydi.
Tayyip Bey çok ahlaklı biri
- Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliğini bana İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanı Şenol Demiröz teklif etti. Göreve atanmadan önce Başbakan Tayyip Erdoğan'la görüşme yapmak istedim. Odasına girerken ‘‘Buyurun ağabey’’ demesi çok dikkatimi çekmişti, çok mütevazı, samimi biriydi. Konuşmamın sonunda Tayyip Bey başını yana eğip, bana kendisi dahil kimsenin müdahale etmeyeceğini söyledi. Gerçekten de sözünün eriymiş, göreve geldikten sonra bir tek gün bile Tayyip Bey'den ne bir telefon, ne de mesaj aldım. Hatta sonradan öğrendim ki, bunu yapmaya kalkışanların hepsinin yolunu kesmiş. Tayyip bey verdiği sözlerin hepsine sadık kaldı.
20 senedir sahneye çıkmıyorum
- Özel tiyatrolar krize girince Devlet
Tiyatrosu'na müracaat ettim, ayrıca dışardan sınavlara girip konservatuar bitirdim. 1972'de Devlet Tiyatrosu'na girdim, 3 yıl Bursa'da çalıştım ve reji yapmaya başladım. Benim tercihim hálá rejidir, 20 sene var ki sahnede oynamıyorum. 1989'da İstanbul'a geldim, Raik Alnıaçık genel müdürlüğü boyunca beni yanından ayırmadı, atanma dilekçemi ancak istifa ettiği gün işleme koydu.
Tiyatro, güzel memelerin görüleceği bir yer değil
Bazı meslektaşlarımız işin suyunu çıkardı, gişe için pornografik sahneler yarattı. Tiyatro güzel memelerin, güzel baldır, bacakların görüleceği bir yer değildir. Bunları görüleceği bin tane yer var İstanbul'da, en azından bir kaset alıp evine gider, niye tiyatroya gelsin?
Ustalarımın başında Yıldırım Önal, Cüneyt Gökçer, Raik Alnıaçık, Macide Tanır, Ali Cengiz Çelenk gelir. İlk zamanlar klasik metinleri Cüneyt Gökçer gibi okumaya, sahnede ise Yıldırım Önal gibi durmaya çalışırdım.
Diploma fetişisti değilim, konservatuar bitirmedi diye Şener Şen'i inkar edebilir misiniz?
Yazdığım 6 oyunun hepsi mutlaka bir ödül kazandı. Yarışmalarda köpeğimin adı Gümüş'ü kullandım.
Hayranı olduğum Haluk Bilginer'in oyunculuğunda şimdilerde Naşit'ten izlenimler de buluyorum, müthiş.
Annem beni sahnede ilk kez Meydan Sahnesi'nde ‘‘Gazebo’’ temsilinde gördü. Çok şaşırdı, polis rolümü bir süre gerçekmiş gibi algıladı. Dilenci, hırpani rollere girmem hálá hoşuna gitmez. Ama, ‘‘Kim 500 Milyar İster’’e bayılır, kravatlı, tertipli çıkıyorum diye hepsini başından sonuna kadar izler.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2003
Türk siyasi yaşamının anıt ismi Bülent Ecevit, Yener Süsoy'a verdiği röportajda, yolsuzlukla suçlanmasını ‘‘çok komik bulduğunu’’ söyledi. Ecevit, ‘‘Türkiye'de ilk kez bütün yolsuzlukların üzerine giden 57. hükümetin başında ben vardım. İşadamından bakanına kadar, herkes hakkında her türlü soruşturma yapıldı’’ dedi. Siyasete ihtirasla bağlı bir yapım yoktur
Belki kızacak ama, bir zamanlar adı dağlara taşlara yazılan ‘‘Karaoğlan’’ın siyasi sonu böyle olmamalıydı.
- Haklısınız ama, keşke görevimi rahatça bırakabilecek bir duruma gelmiş olsaydım. Hep şu olay da bitsin ondan sonra görevden ayrılayım düşüncesi içindeydim. Benim de, Rahşan'ın da siyasete ihtirasla bağlılık gibi bir yapımız yok, olaylar sürekli birbirini izledi. İkimiz de kurucusu olduğumuz DSP'nin üzerine titremekten kendimizi alıkoyamadık. Seçime günler kala grubumuzun yarısı kesip atılıyor, bir parti için çok ciddi bir kriz. Bu arada bir de benim hastalığım ortaya çıktı. O aşamada ben de partiyi bıraksaydım büsbütün felaket olurdu. Şu anda çok sağlıklıyım, bunun için GATA'ya çok teşekkür borçluyum. Her gün genel merkezimize gidip arkadaşlarla önümüzdeki yerel seçimler için çalışıyoruz. Göreceksiniz DSP bu seçimlerden çok başarılı çıkacak, yüzde 1 artık çok geride kaldı.
Sayın Süsoy, gençliğimde daha çok şey yapabilmiş olmak isterdim ama, gene epeyce bir şeyler yaptım. Çalışma Bakanlığım sırasında işçi haklarının gelişmesine büyük katkılarda bulundum. Türkiye'nin dış politikasına yenilikler getirmek için üzerime düşenleri yaptım. Açık yüksek öğrenimi başlattım, bunu inşallah daha da geliştirmek lazım. Nüfusumuzun hálá yüzde 40'ından fazlasını oluşturan köylülerin de kurtarılması için köy-kentlerin hayalini uzun yıllar Rahşan'la birlikte besledik, bu yüzden alay konusu bile olduk. Halbuki bu sayede köylü devlete yük olmadan kentlileşmiş olacaktı. Bunun en başarılı örneğini Mesudiye yaptı, köylülerin büyük çoğunluğu orada çoluk, çocuğuyla kentli olarak yaşıyor. Eğer iktidardan düşmeseydik bu yıl yaklaşık 30 grupta daha köy-kent kurulmuş olacaktı. Amerika çok büyük ilgi gösterdi, önümüzdeki yıl 300 milyon dolar yollayacaktı, daha hızlı çalışırsak daha arttıracaklardı. Bu arada Dünya Kalkınma Bankası da bunu kırsal kalkınma modeli olarak gösterdi. Köy-kentleri kamuoyu tam kabul etme aşamasına girdi, maalesef iktidar değişti ve rafa kaldırıldı.
Haksızlığa alıştığım için yapılana gülüp geçiyorum
Söze Yüce Divan'a atıfta bulunarak başlayalım dedik, Bülent Bey hiç beklemediğim bir kahkaha attı.
- Sayın Süsoy, biz bunca yıllık siyasal hayatımızda bu gibi haksızlıklara alışığız ama, son yapılan o kadar komik ki, sadece gülüyoruz. Kendimi değil, birlikte görev yaptığım arkadaşları düşünüyorum, hepsine iftira ediliyor. Aslında AKP kendi yolsuzluklarını örtmek için 57. hükümeti kendine hedef seçti. Halbuki cümle álem bilir ki benim başında bulunduğum o hükümet, Türkiye'deki bütün yolsuzlukların üstüne giden ilk hükümettir. Şimdi AKP ortaya çıkıp sanki bu araştırmaları ilk kez kendisi başlatıyormuş gibi davranıyor ama, kimse inanmıyor. Bizim hükümetimiz döneminde en büyük işadamından kimi bakanlara kadar her türlü soruşturma yapıldı, sonunda bakan arkadaşlarımızdan bazıları istifa etti. Kim böyle bir hükümete yolsuzluk iftiraları atabilir, mümkün mü? Ne ben 57. hükümetin başbakanı olarak bir yolsuzluğa göz yumdum, ne de çalışma arkadaşlarım benden habersiz bu gibi işler yaptı.
Amerika’nın askerimize yaptığı bizde düşmana bile yapılmaz
Bülent Ecevit, Amerika ve Amerikalıyı iyi tanıyor olmalı. Robert Kolej'de okudu, 1954-55 yıllarında Winston Salem Journal'de konuk yazarlık yaptı, 1957'de Rockfeller bursuyla sekiz ay Harvard Üniversitesi'nde sosyal psikoloji ve Ortadoğu tarihi üzerine çalıştı. Haşhaş, Kıbrıs Barış Harekatı, ambargo mücadeleleri de cabası.
- Amerikalıların Süleymaniye'de askerlerimize yaptığı muamele düşman subaya bile yapılamaz. Bu olay dünya diplomatik ilişkiler tarihinde eşi görülmemiş bir terbiyesizliktir. Amerika'yla ilişkilerimiz çığırından çıktı, başında bulunduğum hükümetler döneminde Amerika böyle bir şeyi düşünmeye bile cesaret edemedi. Kuzey Irak'ta birkaç yıldan beri sembolik de olsa etkili biçimde askeri birliklerimiz var. Çünkü sürekli olarak Kuzey Irak'tan Türkiye'ye terörist sızmalar oluyordu. Amerika şimdi o askerleri çıkartmamızı istiyor, bu bölgeye sizden hiçbir asker gelmesin, çünkü klanlar öyle istiyor diyor. Bunu kabul edemeyiz, kendilerini uzak tutup Müslümanı Müslümana kırdırmak da istiyorlar. Biz oraya gideriz ama, kendi bildiğimiz gibi, kendi ulusal çıkarlarımızın elverdiği şekilde. Amerika istiyor diye Basra'da, Tikrit'te şurada burada halkla karşı karşıya gelmek üstümüze vazife değil. Bizim Irak halkıyla, hatta Saddam yönetimiyle hiç sorunumuz olmamıştır.
Bodrum’a 40 yıldır gitmedim
Bugüne kadar sevgili eşiniz Rahşan Hanım'la birlikte Bodrum'da, Çeşme'de ya da Marmaris'te şöyle ayaklarınızı uzatıp el ele bir kaçamak yapmayı hiç mi düşünmediniz?
- Bu sorunuzun eleştirel bir yönü var, kendimize hiç vakit ayırmadığımız doğru, bunda haklısınız. Dünyanın dört bir yanından gelen turistler buraların tadını çıkarıyor, ben çıkaramıyorum. Bodrum ve Marmaris'e tatil için hiç gitmedim, ayrıca oraları son kez 40 yıl kadar önce gördüm. Gençliğimizde bir yerde Rahşan'la denize girelim dedik. Sığ suda ilerlemeye başlamıştım ki, baktım vatandaşlar iskemlelerini deniz kenarına atmış bizi seyrediyor. Kimseyi rahatsız etmemek için sessizce oradan ayrıldık.
Rahşan, MHP’yi eleştirmeye mecburdu
Rahşan Hanım'ın ‘‘İçinde eli kanlı katiller var’’ dediği bir partiyle, nasıl oldu da ortaklık yaptınız?
- Rahşan o konuşmayı benim onayımla yapmadı ama, bugüne kadar birbirimize hiç emrivaki olmamıştır. Rahşan o sözleri söylemek zorundaydı, yakın geçmişte karşılaştığımız olayları önlemek zorunda olduğunu hissediyordu. Bana ‘‘Bunu yapmazsam kendi partimiz içine sindiremez, çok rahatsız olur’’ dedi. Sayın Bahçeli çok olgun davrandı, kendi partililerini başarıyla yumuşattı. Sonradan çok iyi oldu ilişkilerimiz, zaten dünyada ve Türkiye'de çok şey değişmeye başlamıştı, kaldı ki başka çare de yoktu.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2003
Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın 1 no'lu turizm cennetlerinden biri olarak anılan güzelim Bodrum'un en büyük mülki amirini tanımak ve tanıtmak boynumuzun borcu deyip çıktık yola. Devletinin kendisini temsil eden kaymakamına layık gördüğü tahta kapılı, banyosu, mutfağı sonradan eklenmiş 60 metrekarelik eski bir Rum evinden bozma lojmanında buluştuk Bodrum Kaymakamı Osman Ekşi ve ailesiyle. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdiğimizde öğrendik ki, Bodrum'un Rize İkizdereli kaymakamı ünlü pop yıldızı Tarkan'ın hemşerisi. Sevgili başyazarımız, Mesudiye'nin medarı iftiharı Oktay Ekşi ağabeyimizin de çok uzak ara akrabası. Hem Galatasaray, hem Rizespor, hem de Akçaabat Sebatspor taraftarı. Saniye hanımın demlediği özel Rize çayını içerken, Kaymakam beyi ibretle dinleyelim.
Bodrum'da neler oluyor, neler dönüyor kaymakam bey, birileri Bodrum üstüne oyunlar mı oynuyor? İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu dostumuzun kulakları çınlasın.
- Buradaki bazı asayiş olayları çok abartılarak, farklı yönlere çekilerek basında aksettirildi. Elbette Bodrum'da da hırsızlık, kavga gibi asayiş olayları oluyor ama, rakamlara baktığımızda sayısal olarak eski yıllara göre çok düşük. Benim dönemimde bugüne kadar biri jandarma, öteki emniyet bölgesinde sadece 2 silahlı olay oldu. İkisinin failleri elde, olayların sebebi alkol, öyle örgütlü filan bir şey yok. Büyük şehirlerde yeraltı dünyasının liderleri olarak bilinen bazı kişiler buraya geldiğinde hepsini takip ediyoruz. Adli açıdan herhangi bir takibatları yoksa, her vatandaş gibi gelip dinlenir, gezer. Bodrum ile mafya imajını kimse yan yana getirmeye kalkmasın, kesinlikle böyle bir sıkıntı yok. Bu arada yine benim zamanımda yanlış yapan bir komiser yakalandı, kendi meslektaşları gerekli işlemleri yaptı ve hakim tutukladı. Yener bey, şu anda Bodrum'da polis, bekçi olarak toplam 170 memur var. Elbette polis sayımız eksik, yarımada olarak Bodrum'un yaz aylarındaki nüfusu 800 bini buluyor. Jandarmanın 10 karakolu var, onlarda personel takviyesi daha kolay.
Ruhsatsız yer istemiyorum
- Bizim yaptığımız iş buraya gelen misafirlerimizi rahat ettirmek, güvenliklerini sağlamak ve ülkelerine döndüklerinde buraları başkalarına da tavsiye etmelerini sağlamak. Bunun için elimizden geldiğince kamu hizmetlerini bekledikleri kalitede vermeye çalışıyoruz. Mülk, ehliyet gibi konularda sıkıntı olduğunu söylediler, biz de İngilizce ve Almanya müracaat dilekçeleri ve bilgi notları hazırladık.
Lokanta, dükkan önlerinde turistleri alışverişe zorlayıp taciz eden hanutçuları, seyyar satıcıları çeşitli cezalarla yok seviyeye getirdik. Yerli, yabancı kimin bir derdi varsa her zaman bana gelip söyleyebilir, kimseye farklı bir muamele yapılmasına asla müsaade etmem. Geçmişte belki bu konuların üstüne gidilmemiş olabilir, belki birilerinin ayaklarına basmış olabilirim ama, ben burada ruhsatsız yer istemiyorum. Ruhsat verirken de kimseye farklı bir muamele olmaz, benden habersiz bir şey olduysa kapım ardına kadar açık, şikayetçinin kimliği bende gizli kalır, kimse öğrenemez.
Gece kulüplerinin kapanış saatlerini belediyeler tespit ediyor, biz de onaylıyoruz. Gece 01.00'den sonra çevreyi çok rahatsız eden yerlerden şikayet olunca müdahale ediyoruz. Ses elbette çıkacak, neticede burası bir eğlence yeri ama, bir otelin, bir evin yanındaysa oradaki konuklarımıza da saygılı olunacak. Bu sene emniyete ve jandarmaya birer tane ses ölçüm cihazı aldım. Vatandaş ihbar ettiğinde gidip bununla ön kontrol yapıyorlar, terslik varsa çevreci uzman ekip çağrılıp hassas ölçüm yaptırılıyor.
MANKEN GİBİ YÜRÜMEK İSTERDİM
- Yener bey, Bodrum'da birkaç çeşit hayat var, ben ve ailem her çeşit hayata ayak uydurma peşinde değiliz. Blucin de giyiyorum, keten pantolon da, zaten kravatı da çok sevmem. Orucumuzu da tutarız, ailece havuza da gideriz, denize de, bu anlamda bir mutaassıplık derdimiz yok. Biz ne çok kapalı bir aileyiz, ne de çok açık. 14 yıllık eşim Saniye çok iyi, aydın bir edebiyat öğretmenidir. Evlendiğim günden beri her yerde hanımla el ele gezeriz. Oğullarım Emir ile Berat kolejde okuyor, küçük kızım Sena ise henüz çok küçük. Ben kendimi mutlu bir insan olarak görürüm, belki görüntüm öyle. Yürüyüşüm faul olabilir ama, karakter icabı böyle, manken gibi yürümek isterdim, olmadı
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2003
Yeni albümü ‘‘Aşkım Aşkım’’la satış rekorları kıran Kenan Doğulu, büyük aşkı Bodrum Göltürkbükü'ndeki yeni evinde ‘‘baba yarısı’’ dediği arkadaşımız Yener Süsoy'a içini döktü. Türk pop müziğinin sevilen şarkıcı ve gitaristi, emsalsiz Zeytinli Koyu'nu kurulu Rixos Otel'de verdiği röportajda ‘‘Şaziye Bar macerası’’nda başına gelenleri anlattı.
- Şaziye'ler iflas etti, maalesef kapatmak zorunda kaldık. Bodrum ve Baltalimanı Şaziye'yi ben aynı sene içinde aldım. Sadettin Tantan'ın ses yasağı yüzünden İstanbul'dakinin kapılarını gece 24'te kapatmak zorunda kaldık. Düşün ki, kulübü gece yarısından sonra açmayı planlıyorduk. 120 bin dolar sermaye yatırdığım dükkanımı sadece 1 işgünü açabildim. Arkasından Bodrum'da da yine Tantan'ın ünlü yasağının hışmına uğradık. Ondan sonra yatırdığım paraları çıkartmam mümkün olmadı, senin anlayacağım Tantan beni yıktı. Hayatımın en büyük hatalarından biriydi gece kulübü patronluğu. Bütün kazandığım parayı oraya yatırdım, ondan sonra vergisi, SSK'sı, sigortası, çalanı çırpanı, barmeni, garsonu, onların yatacak yeri, yemekleri... Kapıda çıkan kavgadan bile sen sorumlu oluyorsun. 26 yaşında bir gece kulübü patronu olmak kadar insana stres yükleyen bir şey olamaz. Ben de herkes gibi sandım ki, gece kulübü işinden çok acayip paralar kazanacağım, ne gezer?..
Şaziye’de başıma neler geldi
Hiç tanımadığım bir manav geçenlerde Şaziye'nin 3 sene önceki kiraz borcunu istedi.
Bir ara gizlice kaçak içki almışlar, bu yüzden şef garsonumuzu mahkemede süründürdüler.
Bir gece 18 yaşından küçük bir çocuk içerde silah çekti. Bu yaşta bir çocuk oraya nasıl girdi, kapıda koruma yok mu?
Birçok hatırı sayılır adam adisyonları imzalayıp gitti, yıllarca borcunu ödemedi, hatta inkar edenler oldu.
Onca zarara rağmen bizde çıkan bütün sanatçıların parasını kuruşuna kadar ödedim, en büyük gururum budur.
3 senelik patronluğumda galiba en büyük kazığı muhasebecilerden yedim. Son 5 senem sürekli vergilere; faizlerine para yetiştirmekle geçti. Vergilerin, primlerin toplamı cezalarıyla birlikte 500 milyarı buldu, 300 milyar da öyle gittiyse 800 milyar kaybım var.
Babamın eski stüdyo kayıtlarını arıyorum
Rixos Bodrum Otel'in hem yeşil gözlü, hem yakışıklı, hem de konuksever genel müdürü Gökhan Sarper de aynı konuyu merak edermiş meğer.
- Yıllar önce rahmetli babam adına büyük bir şarkı yarışması düzenlemek istedim ama, bana destek veren kimse olmadı. Ben ünlü oluncaya kadar babamın arkadaşları etrafımızda pek yoktu. Ama, ünlü olduktan sonra beklentisi olan, olmayan bir sürü adam ortaya çıktı. Bu yüzden babamı yalnız hissettim, inşallah benim başıma da gelmez öldükten sonra. Onun adına bir şarkı yarışması düzenlemek büyük keyif olurdu benim için, bütün gün ağlardım, zaten ağlayacak yer arıyordum. Tek üzüntüm babamın ‘‘Best of’’unu çıkartamamış olmam, hala beceremedim. Onunla baba-kız Cole'ler gibi düet albüm yapmayı çok istiyorum ama, hálá o plakların kanal bantlarını bulamadım. Babamın çalıştığı plak şirketinin adı Melodi imiş, onlardan da kimseyi bulamadık. Babamın eski stüdyo kayıtlarına sahip olanlar varsa, senin aracılığınla kendilerinden rica ediyorum bize yardımcı olsunlar.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2003
Türk sinemasının 58 yıllık sanatçısı Eşref Kolçak, anılarını Yener Süsoy'a anlattı. Kolçak, Türk tiyatro ve sinemasının efsanesi Cahide Sonku'nun son dönemlerinde yaşadığı bir olayı hiç unutamıyor. - Cahide Sonku gerçek bir hanımefendiydi, çok güzel bir kadındı. Sanata ve sanatçıya karşı müthiş bir sevgisi, saygısı vardı. En küçük bir burun büyüklüğü yoktu, kim olursa olsun insanları ayırmazdı. Beni sinemada ilk tanıtan, iftihar duyduğum filmim onun oğlunu oynadığım ‘‘Fedakar Ana’’dır. Bu film Türkiye'de çekilen en uzun filmdir, tam 3 bin 300 metre çekildi, yaklaşık 2,5 saat yani. O zamana kadar figüranlıktan aldığım para 2 liraydı, 1947'de Cahide Sonku kendi yapımı olan Fedakar Ana'da bana 4 günlük çalışma için 100 lira verdi. Benim için çok büyük acıdır ki, o büyük insanın son günlerini gördüm. Bana hayatımın en büyük parasını veren insanı yıllar sonra düşkün halde görmek beni yıktı. Bir akşam Pera Palas'ın yanındaki yokuşta olan evime giderken arkamdan ‘‘Eşref bey, Eşref bey’’ diye bir ses duydum. Dönünce hemen tanıdım, elinin öpüp ne emrettiğini sordum. ‘‘Kusura bakmayın, çok özür dilerim, acaba bana 10 lira verebilir misiniz?’’ dedi. Vallahi o anda cebimde 10 liradan başka tek kuruş yoktu, hiç tereddüt etmeden, onu utandırmadan elini öperek takdim ettim. Onun karşısında duyduğum ezikliği, acıyı hiç unutamam.
Ayhan Işık’la beraber tiyatro tekelini kırdık
- İlk filmim 1945'te figüran olarak oynadığım ‘‘Gençlik Günahı’’dır. Rol alarak oynadığım ilk filmim ise 1947'de rahmetli Cahide Sonku'nun oğlunu canlandırdığım ‘‘Fedakar Ana’’dır. Başrol oynadığım ilk filim ise 1951-52 sezonunda çevirdiğim ‘‘Affet Beni Allahım.’’ O sezon rahmetli Ayhan Işık da ilk filmi ‘‘Kanun Namına’’yı çevirdi. Rahmetli Ayhan ve ben bu filmleri çevirmeden evvel Türk filmleri küçümsenirdi. O zamana kadar Türk sineması tiyatronun tekelindeydi. Kameraman hariç, oyuncusundan rejisörüne kadar hepsi tiyatro kökenliydi. Tiyatronun Yeşilçam üzerindeki tekelini Ayhan'la beraber kırdık. Sinemaya geçinceye kadar Beyoğlu'nda günde en az 3 filme giderdim. Bugün tam aksanıyla iyi İngilizce konuşabiliyorsam, bunu o günlere borçluyum. İpek ile Melek sinemaları yan yanaydı, aynı filmin Türkçe dublajlısı İpek'te, orijinali ise Melek'te oynardı. Her çarşamba Melek'te gala yapılırdı, yalnız abonman bileti olanlar girebilirdi.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2003
Fatih; 1960'larda birçok sanatçının doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, ünlendiği, pırıl pırıl insanların dolaştığı, küfür ve tükürükten hiç eser olmadığı, Türkçeden başka bir dilin duyulmadığı bir semtin adıydı. Yoğurtçusu, manavı, dondurmacısı, sütçüsü, bozacısı, eskicisi, seyyardı o zamanlar. Erkekler eşlerine ‘‘yahu’’, hanımlar kocalarına ‘‘bey’’, komşular birbirlerine ‘‘hu’’ diye seslenirdi. Her ayın 6 ve 26'sı benim Fikret annemin günüydü, öteki günler de başka annelerin. Bayramlarda tatile gidilmez, kandillerde hamur kızartılıp komşulara dağıtılır, tramvaylarda, otobüslerde yaşlılara yer verilir, erkekler ciklet çiğnemez, taksi şoförleri hanım müşteri aldıklarında dikiz aynasını tavana çevirir, ilkokul öğrencileri türban bağlamaz, ortaokul öğrencileri mini etekle gezmezdi. İşte o 1960'lı yıllarda Fevzi Paşa Caddesi'nde gezmeye çıktığınızda bir bakardınız ki, Türkan Şoray rahmetli annesi Meliha hanımla birlikte Çarşamba'daki evlerine dönüyor. Halıcılar Caddesi'nden inip Renk Sineması'nın önünden geçerken ya Sihirbazlar Kralı Mandrake Ertuğrul çıkardı karşınıza, ya da Doğan Hızlan üstadımız ya da sevgili Doğan Heper. Vatan Caddesi'ne doğru yaklaştığınızda penceresinden Nat King Cole'ün sesinin yükseldiği ev Erol Büyükburç'undu. Ud seslerinin geldiği ötedeki aparmanın 2. katı ise üstat Arif Sami Toker'in musiki derg'ahıydı. Halıcılar'la Akdeniz'i birbirine bağlayan Balipaşa Caddesi'nde ise Yurdaer Doğulu ile Metin Ersoy komşuydular, azıcık ötede de İsmet Sıral. Aynı caddeden devam ederken Gülşen Bubikoğlu adlı sevimli küçük kızın saçlarını okşadıktan sonra Akşemsettin Caddesi'ne gelirdiniz. Köşeden sola döndüğünüzde karşınıza çıkan büyük kahvehanenin üst katında Eşref Kolçak otururdu. Karşısındaki komşularından biri Müjdat Gezen, biraz ötedeki apartmanda Salim Ağırbaş. Hırka-i Şerif'teki apartmanın zemin katı ise Kamuran Akkor-Vasfi Uçaroğlu çiftinin ilk yuvalarıydı. Ve gün geldi Fatih o Fatih'likten çıktı, hepemiz çil yavrusu gibi bir yana dağıldık, kimimiz toprak oldu, kimimiz hayatta. Şimdilerde kimilerinin kızı ünlü, kimilerinin oğlu, kimilerinin de torunu.Mahalleden ağabeyim Eşref Kolçak'la 19 yıldır yaşadığı Gemlik'in Küçük Kumla'sındaki mütevazı bir yazlık sitedeki mütevazı dairesinde konuşurken bunlar gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Karşımdaki kır saçlı, sırım gibi yakışıklı adam, hálá Fetva Yokuşu'ndan mahallemize taşındığı dirilikteydi. Sevgili eşi Özcan ise hálá baba evi 28 odalı Zihni Paşa Konağı'nın prensesiydi sanki. Hey gidi koca Eşref hey!.. Bunca yıldır kadrin, kıymetin bilindi mi; neler gördün, neler yaşadın, neler yaptın, neler yapamadın; hatalarınla, sevaplarında ilk kez şunları doya doya anlat bize. Adını onca yıl yaşadığın Fatih'te bir çıkmaz sokağa bile vermediler, bakarsın Gemlik daha vefalı çıkar.
Zeybekte kendime ait figürlerim var
- Hiç tahmin etmiyorum ki Türkiye'de benden daha iyi Tavas zeybeği oynayan biri çıksın. Benim zeybekte kendime ait özel figürlerim var; ben dans ederken kendimden geçerim. Eski Taksim Gazinosu'nda rahmetli Çetin Karamanbey'in düğünü vardı, akrabası olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar da gelmişti. Derken mikrofondan bir ses duyuldu; ‘‘Sayın Kolçak, çok güzel zeybek oynuyormuşsun, seni seyretmek istiyorum’’ dedi, baktım rahmetli Bayar. Çıktım, elimden geldiğince oynamaya çalıştım oynadım. Sonra beni tebrik etti: ‘‘Hayatımda gördüğüm en güzel Tavas zeybeğini oynadın’’ dedi. Atina'da 3 ay sahneye çıktım, hep ayakta alkışlandım. Şimdiki hale bakmayın, o zamanlar Yunanistan'da satılan her şey yumurta dahil Türkiye'den gelirdi. Yunanlılar bunları sokaklarda, pazarlarda iftiharla ‘‘Türk yumurtası, Türk portakalı, Türk limonu, Türk elması’’ diye ilan ederek satardı.
Tek hayalim Fatih’i oynamaktı
Toplam 90 filmimin yaklaşık 70'ine yakınında başrolde oynadım. Rahmetli Turhan Seyfioğlu ile Göksel Arsoy dışında karşılıklı oynamadığım kimse yok. Tek hayalim Fatih Sultan Mehmet'i oynamaktı, Harun'un dediği gibi bundan sonra bana ancak hocası Akşemsettin'i oynamak düşer.
Başrolde oynadığım ilk filmimden 800 lira aldım ama, sonradan çalıştığım istisnasız bütün film şirketleri paramın üstüne yattı. Sana yeminle söylüyorum, bugüne kadar bana ödenen para, ödenmeyenin ancak üçte biridir.
Türkiye'nin en iyi dansçılarındanım
- Tevazu bir yana, ben Türkiye'nin en iyi dansçılarının başında gelirim. Dans hayatım 1944'ten 1954'e kadar devam etti, hem de çok sıkı bir şekilde. Ne acıdır ki, hiçbir yapımcı bu yanımı göremedi, beni danslı bir filmde oynatmadı. Dansa çocukluğumdan beri meraklıydım, köyde rahmetli ağabeyim armonika çalardı, ben çok güzel kazaska oynardım. 1944'te Süleymaniye Halkevi'nde temsillerde oynarken bir arkadaşım bana gazetede çıkan bir ilanı gösterdi. ‘‘Atilla Revü ve Opereti, Maksim'de oynanacak ‘Değişen Dünya' opereti için yeni dançılar arıyor’’ diyordu. Sabah erkenden Maksim’e gittim. Dansçıları seçen heyette sonradan step hocam olan ünlü orkestra şefi Roberto Lorano ile Jak Biçaçi vardı. Birkaç hareket yaptırıp fiziğimize baktılar ve sonunda ben dahil 5 kişi seçildik. 2 ay süren provalardan sonra sahneye çıktık, bende müthiş bir heyecan. Hayatımın en güzel parasını o oyunda aldım, yevmiyem 201 kuruştu, sene 1944, büyük para. Ne yazık ki, oyunun ömrü uzun sürmedi. Bunun üzerine 24 genç kız, 6 genç erkekten oluşan ekip komple Ses Tiyatrosu'na geçtik. Bu kadro içinde rahmetli Reha Yurdakul, Sezer Sezin ve Nevin Aypar, Ayla Karaca vardı. 1949'da askere gidene kadar Ses Tiyatrosu'ndan hiç ayrılmadım. Daha sonra 4 arkadaş bir araya gelip pavyonlarda dans gösterisi yapmaya başladık. Ben, Yılmaz Duru, İrma diye Alman bir kadın ve Arap Necla diye bir kızcağız. Rahmetli Fehmi Ege'nin orkestrası eşliğinde yarım saate yakın program yapardık.
Ben Türkiye'nin Fred Astair'iysem, Yılmaz Duru da Gene Kelly'sidir. Bizim zamanımızda dans valsle başlar, tangoyla devam eder, fokstrota geçer, swing olur, rumba, çaça, mambo, kongayla devam eder, swingle biterdi. En çok çalıştığımız yerler Pigal Bar ve Londra Bar'dı. O zamanlar barlara kim olursanız olun kravatsız giremezdiniz. Konsomasyon yapan hanımlarla ancak bar içinde arkadaşlık yapabilirdiniz, dışarıya çıkarmak yok. İçki fiyatları ise 1,5 ila 2,5 lira arasında değişirdi, cinfiz, votka filan. 1951'de beni dans gösterisi için Yunanistan'a davet ettiler.
Rus olan annem Müslüman olup Hateme adını almış
- Yenerciğim, iftiharla söyleyeyim, ben ‘‘çarıklı erkanı harp’’im. 20 Ocak 1927 Erzurum İspir'in şimdiki adıyla Gaziler köyünde doğdum. Babam Harun Kolçakoğlu atadan oralı, annem ise Rus. Asıl adı Katya olan annem babamla evlendikten sonra Müslüman olup Hateme adını almış. Benim köyümde okul yoktu, iki arkadaş her sabah yağmur, kar altında 10 kilometre yol yürüyüp İspir'deki okula giderdik. Köyde önden penceresi olan tek ev bizimkiydi, 5 numara gaz lambası yakan da bizdik. Köyümüzdeki evlerin en az iki duvarı toprak içindeydi, kiremit, saç, tuğla bilinmezdi. 1938'de Erzurum'a taşındık, babam orada esnaflığa başladı. 1941'de Erzurum Cumhuriyet İlkokulu'ndan mezun olduğumda rahmetli babam ve ağabeyim çalışmak üzere İstanbul'a gitmişlerdi. Ben de rahmetli anacığımla 3. mevki kompartımanda 3 gün 3 gece tren yolculuğundan sonra Haydarpaşa'ya indik. Hayatımda denizi ilk defa görüyorum, vapurla karşıya geçerken şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Ve o gün İstanbul'da ilk kazığı da yedim. Karaköy'den Hocapaşa'ya gitmek için bir taksiye bindik, vicdansız şoför bizden 1 lira aldı. Düşün ki, Süleymaniye'deki evimizin kirası 2 liraydı. Annemin yanındaki paranın tamamı zaten 7 liraydı. Daha sonra Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsü'ne yazıldım, 2 sene okuduktan sonra tahsili bıraktım. Ondan sonra hayat öğrenimime Süleymaniye Halkevi'nde devam ettim ve bugünlere geldim.
Kenan Pars’la gerçek baltalarla dövüştük
Rol gereği filmlerde en çok kavga ettiğim kişi Kenan Pars'tır. Kenan'la ‘‘Kanlarıyla Ödediler’’ filmi için Yüksekkaldırım'daki eski Sancak Sineması'nın damında hakiki baltalarla yaptığımız kavga muhteşemdi.
Hülya Avşar'la birkaç filmde oynadım, çok başarılı bir sanatçı. Hiçbir işinde en küçük bir sahtekarlık yok, içinden geldiği gibi oynuyor, konuşuyor. Ben onu az buçuk Muhterem Nur'a benzetiyorum.
YARIN: Cahide Sonku’nun 10 lira istediği an yıkıldım
Yazının Devamını Oku