Yener Süsoy

Seks yapmak iki kat merdiven çıkmaya eşit

22 Aralık 2003
Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi'nin patronluğuna getirilen Prof. Dr. Adnan Çobanoğlu, 52 yaşında ABD'nin kuzeybatısının Ankaralı ünlü göğüs-kalp ve damar cerrahı. Babası, memleketi Siverek'te bir caddeye adı verilen Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nedim Çobanoğlu. Kardeşi Doç. Dr. Ömer Çobanoğlu da başkentin ünlü kadın-doğum uzmanlarından. TED Ankara Koleji'ni, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni birincilikle bitiren bu Adnan Hoca, 1974'te genel cerrahi ihtisası için ABD'ye gitmiş, gidiş o gidiş... Önce Philadelphia Temple ve Thomas Jefferson üniversitelerinde cerrahi ihtisası... 1981'de dünyaca ünlü Amerikalı kalp cerrahı Prof. Dr. Albert Starr'ın davetiyle Portland'daki Oregon Sağlık Bilimleri Üniversitesi'ne gidiş... 1985'te Oregon'un tek kalp ve akciğer nakli merkezini kurup kısa dönem askerlik için Burdur'a geliş... GATA'nın ilk açık kalp ameliyatlarına imza, 1989'da profesörlük ve hocası Albert Starr'ın yerine bölüm başkanlığına getiriliş... Ta ki Türkiye'ye dönmeye karar verdiği güne kadar... Evinize hoş geldiniz hocam, bakalım Söğütözü'ndeki kıraç Anadolu manzaralı bu dairenizde Portland ya da Palm Spring'teki villalarınızda olduğu kadar rahat edebilecek misiniz?

Organ bağışı en büyük sevap

Türkiye'de mükemmel başarılı cerrahlar, sağlık personeli var ama, organ bulmak çok zor. Organ bağışının az olmasını dine bağlamak bence bahane, başka bir insana hayat vermekten daha sevap ne olabilir?

Ucuz stentlere dikkat

- Stent teknolojisinde de çok önemli yenilikler yapıldı, bunları mutlaka izlemek lazım. Mesela son bir yıldır ilaç salgılayan stentler var, pahalı ama hasta sağlığı açısından çok önemli. Eski model stentlerin yaklaşık yüzde 30'unda tekrar tıkanmalar olabiliyor. Son teknikle geliştirilen çok pahalı yeni modellerde kafesin liflerine çeşitli ilaçlar emdirilmiş. Stentlerden salgılanan bu ilaçlar o bölgede yeniden olaşabilecek daralmalara mani oluyor. Stent, kapakçık ihalelerinde kaliteye, yapıldığı ülkenin bu konudaki tecrübesine çok dikkat edilmeli.

Hastada hijyen bilinci yok

- SSK'dan havaleyle gelen hastaların durumu da bir ayrı alem. Uygulamaya göre ameliyat için gerekli olan malzemeleri SSK eczanelerinden alıp bize getiriyorlar. Paket programlara göre malzeme onlardan, ameliyat bizden. Şişeler, kalp kapakçıkları, ameliyatta kullanılacak hortumlar salkım saçak ellerde. Düşünün Yener bey, bunların hepsinin steril olması şart. Geçenlerde bir hasta kalp kapakçığını orijinal steril ambalajından çıkarmış, ‘‘Bana bunu takacaklar’’ diye yanındakilere gösteriyordu.

Sigorta şirketleri teknolojiye uymalı

- Türkiye'deki sigorta şirketleri, hazırladıkları sağlık paketlerini gelişen teknolojiye uydurmalı. Cebinize 10 milyar koyup bir vasıta almaya çıkıyorsunuz ama, alacağınız vasıta otomobil mi, uçak mı, yat mı? Paket programlarda açık kalp cerrahisi diye geçiyor ama, birçok türü var, her hastanın durumu farklı. Şu anda fiks fiyat yaklaşık 5,5 milyar lira, ister koroner by-pass tekli olsun ister 5'li, ister bir kapak değişsin, ister 3 kapakçık hepsi aynı. ABD'de bir kalp nakli 130 bin dolara çıkıyor, koroner by-pass ise 35 bin dolar civarındadır.

Döndüm diye çamur atanlar bile var

- Türkiye'ye gelmemim altında bit yeniği arayanlar var, vallahi pes doğrusu. Amerika'da bu kadar ünlü bir kalp cerrahı, eli neşter tutar yaşta nasıl olur da Türkiye'ye dönermiş? Bazıları beni vergi kaçakçısı yapmış, hatta hastaları öldürdüğüm için sigortayla başımın belada olduğunu söyleyecek biri bile çıkabilir. Göreve başladığım 14 Mart gününden bu yana geçen zaman içinde görüyorum ki Türkiye'de kalp cerrahisi alanında büyük bir rekabet var. Amerika'da da rekabet var ama, bunun ölçüsü hiçbir zaman çamur atmaya kadar varmaz. Ben Kuzeybatı Amerika'da 20 sene aralıksız, bilfiil kalp cerrahisinde gündem yaratmış bir cerrahım. Özür dilerim, ben herhangi bir kalp cerrahı değilim, bir Türk olarak yaptıklarımla gurur duyuyorum. Bunca yıldır nice ilklere imza atmışım, bana binlerce nice atıflar yapılmış hepsi ortada.

Henüz elim neşter tutarken yurduma dönüp kendi insanına yardım etmekle hata mı yaptım?

By-pass'tan 2 ay sonra seks mümkün

Koroner by-pass ameliyatı geçiren hasta taburcu oldukların iki ay sonra seks hayatına geri dönebilir. Bu kadar süreli yasağın nedeni, göğüs kemiği zedelenmesin diye. Seks yaparken harcanan kaloriyi gözünüzde büyütmeyin, iki kat merdiven çıkmaktan fazla değil. Tabii seksten sekse de fark var, kiminle yapıldığı da önemli. Eğer bir kaçamaksa daha yükleyici olur.

Türkiye'de romatizma çok sık görüldüğü için kalp kapakçığı bozuklukları büyük problem. Son yıllarda en çok karbondan yapılmış suni kapakçıklar tercih ediliyor, pahalı ama neredeyse sonsuz dayanıklı. Kanı sulandırılamayan genç hastalara ise domuz veya sığırdan yapılmış kapakçıklar takılıyor. Bu hastaların ilerde yeniden ameliyat olma ihtimalleri olduğu için ömürlü olmaları lazım.

Aspirinin kalbe faydası kesin

Bir kadeh kırmızı şarap vücuda yararlı, insanı aslan yapar, iki bardak tilkileştirir, üç bardak ise eşekleştirir, sınırı bilmek lazım.

Aspirinin faydası kesin, her gün tok karnına bir bebe aspirini almak yeter. Aspirin hem kanı sulandırıyor, hem de akciğer kanserini azaltıcı etkisi var. Elbette kanama eğilimli ve mide ülseri olan hastalar kesinlikle doktoruna danışmalı..
Yazının Devamını Oku

PKK kampında bitlendim

20 Aralık 2003
Hakkari Dağ ve Komando Tugayı'nın komutanı emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu, arkadaşımız Yener Süsoy'a Hakurk'ta girdikleri bir PKK kampında her türlü ihtiyacın fazlasıyla depolanmış olduğunu gördüklerini söyledi. Komutan Pamukoğlu, az uyuyup az yediğini ve düşünmeyi sevdiğini anlattı.

‘‘Ardından köpek havlamayan kurt, kurt sayılmaz.’’

- Hakurk'taki PKK kampında 37 gün kaldık, bu süre içinde herkes kumanya yedi. Kumanya ne kadar besleyici olursa olsun, yine de insan bedeni haftada birkaç kere sıcak yemek arzusu duyar. PKK'nın çanağı, çömleği boldu, tonlarca yumurta, yağ, bulgur depolamışlardı. Kahraman komandolar bu kamplarda PKK'nın erzaklarını pişirip sıcak yemek ihtiyacını karşıladı. Bir gün derenin kenarında montumu, fanilamı çıkarıp havluyla vücudumun üst tarafını siliyordum. Birden arkama döndüm, baktım emir astsubayı yanındaki subayla beraber çıkardığım fanilayı inceliyor. ‘‘Ne var?’’ dedim, ikisinden de tıs yok, sonra kem küm; ‘‘Komutanım böcekler dolaşıyor’’dediler. ‘‘Ne olur, kovun gitsinler’’ dedim, ‘‘Komutanım bunlar kovmayla gitmez’’ deyince anladım, baktım ki her yerini bit sarmış; ‘‘Oğlum kibarlık yapacağım diye bite böcek deme’’ dedim... Komutanı bile bitler sararsa, varın askerleri siz düşünün. En son 13 gün önce Derecik Karakolu'nda duş almıştım, toprak ter, silah ve mermi yağlarıyla kaplıydı, bitler de savaşın bir parçası olarak yerini almıştı.

Az uyurum, az yerim

Az uyurum, az yemek yerim, çok düşünürüm. Her yemeğimde mutlaka salata, meyve ve bir ızgara olur, tatlı sevmem. ‘‘Gam yeme ne yersen ye’’ sözünü tutmaya çalışıyorum.

Son seçimlerde CHP'ye oy verdim. Siyasete atılmayı hiç düşünmem, üniversitelerde liderlik konusunda dersler vermeyi planlıyorum.

32 yıllık vefakár ve cefakár eşim Emel'le Gerze İnkılap İlkokulu'ndan sınıf arkadaşıyız. 26 yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra emekli oldu. İki kızımızdan Banu psikolojik danışman, Ebru ise diş hekimi. Büyük kızım Ebru'dan 8 yaşında Batuhan adlı dünya tatlısı bir torunumuz var. Damatlarımdan biri bilgisayar mühendisi deniz yarbay, öteki ise helikopter pilotu.

Orhan Veli, Ahmet Muhip Dranas ve Cahit Sıtkı hayranıyım, şiir yazmasını çok seviyorum.

Komando ipiyle dişlerimi çektim

‘‘Yıldırımın çarptığı insan gök gürültüsünü duymaz.’’

- Derecik Karakolu'nda bir gece karyolada uyuklamaya çalışırken başıma doğru büyük bir kan basıncı hissettim. O güne kadar hayatımda ne iğne bilirim, ne ilaç, ne hastalık. Ayağa kalkıp duvara tutunarak kendimi yandaki uyduruk tuvalete zor attım. Yüzümü yıkadım, geçer gibi oldu, sabah bir baktım ki alt ve üst çenelerimdeki sapasağlam dişler sallanıyor. İdare edeyim diyorum ama konuşmada zorlanıyorum, kahvaltıya indik. Kimse fark etmeden önümdeki tuzluğu bir peçetenin içine boşaltıp cebime koydum. Şemdinli'ye gitsem dişçi bulurum ama, oradan ayrılacak saniyem yok. Hemen yukarı çıkıp lavabo aynasının karşısında sallanan iki dişi elimle tutup çıkarttım. Alt çenedekileri tuttum, bir türlü çıkmıyorlar. Sen misin çıkmayan, komando bıçağımı baldıra bağlayan ipi çıkarttım, o da kalın geldi. Kafaya koymuşum, o iş bitecek, ipi ortasından keserek incelttim. Dişlere sıkıca bağlayıp hızla çektim, lavabo kan içinde kaldı. Peçeteye boşattığım tuzu kanayan yaralara bastım, yıkadım yine bastım. Sonra birkaç sigarayı parçalayıp tütünleri yerleştirdim ve masaya geri döndüm.
Yazının Devamını Oku

Ölü terörist, Van Devlet Hastanesi doktoru çıktı

19 Aralık 2003
Hakkari Dağ ve Komando Tugayı'nın komutanı Tümgeneral Osman Pamukoğlu, görev yaptığı süre içinde başından geçen ve tanık olduğu sarsıcı olayları, arkadaşımız Yener Süsoy'a anlattı. Pamukoğlu'nun anlattıkları, dehşet verici olmanın ötesinde, insanın algılama sınırlarını zorluyor.

‘‘Bir milletin şerefi cephedeki askerin sırtındadır.’’

- Yüksekova'daki kışlanın helikopter pistine indiğimde bir başka helikopterde bir sivil grup vardı. Baktım Hakkari Valisi Cemalettin Sevim, Diyarbakır'dan gelen basın mensuplarına bir şeyler anlatıyor. Yanlarına yaklaştığımda vali beyin ‘‘Arkadaşlar, devletimiz şefkatlidir, dün gece Yüksekova'da kırılan bütün camların paralarını ödeyecektir’’ dediğini duydum. Konuşması bitince yanına yaklaşıp ‘‘Vali Bey, taburun barakalarını hiç gördünüz mü?’’ diye sordum. ‘‘Hayır paşam’’ deyince, ‘‘Dün gece bu şehirdekilerin attığı roket ve havan mermileriyle tavanları paramparça oldu. Gece ayaklananlar beton binalarda, biz ise bu barakalardaydık. Harcayacak paranız varsa kesinlikle bu kışla olmalı. Şefkatli devletimiz kimden yana vali bey?’’ dedim. Hakurk harekátında ölen PKK'lılar arasında bir terörist de vardı. Yanındaki çok ayrıntılı günlüğünden öğrendik ki, Van Devlet Hastanesi'nin kadrolu doktoru. Tugay aracılığıyla hemen Van'a telgraf çektirip bu doktorun halen nerede olduğunu bildirmelerini söyledim. Van Devlet Hastanesi Baştabipliği'nden gelen cevapta ‘‘Adı geçen doktorumuz Temmuz 1993'ten beri işyerine gelmemektedir’’ yazıyordu, mesele bu kadar basitti.

Ankara’da suç işleniyor, bana ‘yakala’ deniyor

‘‘Gerçekleri söylemek insanı özgür kılar.’’

- Ekim ayının ikinci yarısında karargáh, büyük bir sarı zarf içinde tuğla gibi bir evrak getirdi. Açıp baktım, Ankara'da bir kapalı salonda yapılan DEP kongresinde kürsüye çıkanların konuşma metinleriydi. En üstteki kapak yazısında şunlar yazılıydı; ‘‘Bölgenizdeki; Hakkari, Yüksekova, Şemdinli ve Çukurca belediye başkanları DEP toplantısında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine, PKK lehine konuşmalar yapmışlardır. Şemdinli Belediye Başkanı ‘Türk Devleti domuzdur, ne kıl kopartsak kárdır' demiştir. Bunlar hakkında gerekli işlemin yapılması vs...’’

Tanrım bize sabır ver dedik; adamlar senin ayağına kadar gelmiş, niye yakalarına yapışmıyorsun da benim yakalamamı bekliyorsun? Söz konusu dört belediye başkanı eylül sonlarında bölgeyi terk etmişti. Biri gizlice gelse bile uzun süre kalmadığı için istihbarat alamıyorduk. Arayıp da bulamadıklarımız Ankara’nın göbeğinde suç işlediği halde hiçbir şey yapılmıyor, sonra da bana konuşmalarının metinleri gönderiliyor. Biz hep düştüğümüz yere bakıyoruz, kardeşim sen asıl neye takıldığına bak.

İstihbaratçıların hayal gücü çok yüksek olmalı

‘‘Hendek kazarak yorulmayın, savunma taktikleriyle muharebe kazanılmaz.’’

- Nizami olmayan mücadelede sokak kedisinin kurnazlığı, ustalığı gerekir. Terör örgütü, İstanbul'da İsrail hedeflerini indirdi, 5 gün sonra da İngiliz hedeflerini vuruyorsa sen arızalısın demektir. 13 ilinizde 70 vatandaşınızın öldürülüp temellere, avlulara, bahçelere gömüldüğünü yıllar sonra öğreniyorsanız, bunu bana açıklayamazsınız. Demek ki, sizde her şey acil hale gelmiş, bir şey acilse zaten geç kalmışınız demektir. İstenseydi bu olayların kökü bugüne kadar bin defa kazınırdı, siyasi bir irade ve kararla bunları bitirirsiniz, size mani olan biri mi var? İkide bir her şeyi dış güçlere atmanın álemi yok, tırnağı olan başını kaşır. Ülke güvenliğinde onun bunun inayeti, himmeti, bilmem ne protokolü, belgesi yürümez. Böyle karar ve makam kademesi bol yapıdaki istihbarat düzeniyle terörle mücadele edilemez. İstihbaratta çok zeki ve kavrama yeteneği yüksek insanlar olacak. Çok zeki, hayal gücü yüksek, aykırı yaradılışlı, serüven düşkünü adamlar bulacaksınız. Yaradılışları, tabiatları bağımsız, hür düşünce ananesine göre yetiştirilmiş olacak.

26 ay boyunca yalnızca 13 gün komutan evinde kaldım

‘‘Bizi dağ başlarında böyle yapayalnız kodular, rüzgarlara, kuşlara, bulutlara yakın.’’

- Hakkari'de görev yaptığım 26 ay boyunca 4 bin subay, astsubay ve 55 bin askerle çalıştım. Bu süre içinde ne bir firar eden oldu, ne kendini, ne birbirini vuran, ne de intihar eden. İldeki barakadan bozma komutan evinde toplam 13 gün kaldım, onun dışında binlerce saat uçtum, şehir görmedim. Dağları toparlamadan şehirleri iyi tutamazsınız. Ben her yerdeydim; ne zaman, nerede olacağımı kimse kestiremezdi, istikametimi hep son anda açıklardım. Üç kişinin bildiği şey gizli değildir, sır tutmak için ötekilerin ölmesi gerekir. Asker dayanamayıp Yüksekova'dan Tokat'a telefon edip ‘‘Anne üç gün beni arama’’ derse olay biter. Yanımda hep Amerikan A-2 tüfek olurdu, komando bıçakları, tam teçhizat yani. Ne mutlu ki Çanakkale ve Kıbrıs şehitlerinden sonra, Güneydoğu şehitlerini de Hakkari dağlarında ölümsüzleştirdik. İki ayda bitirilen anıtta Hakkari bölgesinde son 11 yılda şehit düşen 28 subay, 21 astsubay, 574 erbaş ve erin adlarının yanı sıra şunu da yazdırdım; ‘‘Bu memleket tarihte Türktü, halen de Türktür ve ebediyen Türk kalacaktır.’’

Kimi korucu, kendini otoritenizin üstünde görüyordu

‘‘Eldiven giymiş kedi fare yakalayamaz.’’

- Korucularda tam bir otorite, hakimiyet, disiplin ve eğitim yok, hepsi tek tek ele alınıp yaramazları ayıklanacak. Öyle ki, kimi korucular kendi otoritesini sizin otoritenizin üzerine çıkartmış durumda. Koruculuk bir geçim kaynağı olmuş, her aşiret, 15-90 yaş arasında herkesin korucu olmasını istiyor. Çünkü koruculuk silah, mermi ve para demek. Mesela A karakolunu basmak için Kuzey Irak'tan 60 kişilik bir PKK grubu geliyor, taarruz edenlerin sayısı ise 150. Kim bu fazlalık; o köyün korucuları. İlk zamanlar haber geliyor, Hakkari-Çukurca arasında yol kesilip arabalar yakılmış, adamlar öldürülmüş. Hemen gidip müdahale ediliyor ama, in cin top oynuyor, teröristler sanki yer yarılıp içine girmiş. Bakıyorsunuz çevrede sadece normal köylüler, korucular var, o zaman durumu anlıyorsunuz. Hakkari'de dağlardaki köy ve mezralarda yaşayan insanları kente indirmek şart. PKK, köy ve mezralar olmadan dağlarda yaşayamaz. Hepsine iş imkanları tanıyın, yaşamı kolaylaştırın, halkın ideolojiyle ilgisi yok. Halk yoksul, fakir, çok çocuklu, geçim derdine düşmüş, kendini güvende hissetmiyor.

OSMAN PAMUKOĞLU KİMDİR?

1947 yılında Sinop'un Gerze ilçesinde doğdu. Selimiye Askeri Ortaokulu, Kuleli Askeri Lisesi, Kara Harp Okulu, Piyade Okulu, Kara Harp Akademisi, Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Milli Güvenlik Akademisi'nde öğrenim yaptı. 1993'de tuğgeneralliğe, 1997'de tümgeneralliğe yükseldi, 2002'de bu rütbeden emekli oldu. 1990-1992'de Edirne-Uzunköprü'de 42. Piyade Alay Komutanlığı, 1993-1995'te Hakkari'de Dağ ve Komando Tugayı ve Güvenlik Komutanlığı, 1998-2000'de Kıbrıs'ta 28. Mekanize Piyade Tümen Komutanlığı, 2000-2001'de de İstanbul'da Piyade Okul Komutanlığı görevlerinde bulundu.


Eve dönüş yasalarıyla dağ kadroları çözülmez

Pamukoğlu Paşa, emeklilik günlerinde mutluluğu ailesinin yanında buluyor. 32 yıllık eşi Emel Hanım, kızları Ebru (solda), Banu (sağda) ve torunu Batuhan'la geçirdiği zamanınkendisine büyük haz verdiğini söylüyor.

‘‘Askerlik şerefiniz her şeyinizdir, işin sonunu düşünenler cesur olamazlar.’’

- Ben çekirdekten yetişme askerim, light general olmadım, zaten böyle de yaratılmamışım. Ben doğru bildiğim fikirlerimi savunup açık yüreklilikle sistemi eleştiriyorum. Sistem lider yetiştirmez, orada kalırsan sadece yönetici olursun. Yönetici sistemin adamı, onun kopyacısıdır. Ufukları dardır, çarpıcı fikirlere gelmez, statükocudur. Sistem hata istemez, riski sevmez, halbuki bunlarsız gelişme olmaz. Bence susmak bir yalan türüdür; çok şeyi olan, halkın bilmesi için anlatır. Olmayan anlatamaz, siz de hayallerinizle onun anlatacaklarından daha büyük hale getirirsiniz. Her şey Amerikan modeli, onların yazdığı kitaplar, onların tecrübeleri, onların coğrafyaları... Peki, nerede milli, bize ait olanlar?.. Armut piş ağzıma düş yok...

Yener Bey, insan beyni, bulunduğu bedeni koruyacak gibi çalışıyor. Cesaret aslında bunu aşmak, kırmak, üstüne çıkmak. Aragon şöyle diyor: ‘‘Uzak ülkelerden dönüyorsun, bana bütün söyleyebildiklerin akşam evinin eşiğine oturup serinleyen birinin aklına gelebilecek düşünceler, peki ne anlamı var öyleyse bunca yolculuğun? Bugünkü durumu merak ediyorsanız, kaldırın başınızı kan uykulardan, unutulanlar dışında yeni bir şey yok.’’

Eve dönüş yasası, Meclis'i mahcup etti. ‘‘Sıradan şeylerle zamanı çarçur etmeyin, keçi boynuzu yemekten vazgeçin.’’
Yazının Devamını Oku

Şehitlerimizi diktirip ailelerine öyle gönderdim

18 Aralık 2003
Tümgeneral Osman Pamukoğlu, Tuzla Piyade Okulu Komutanı'yken bir Özbek albay ziyaretine gelip tanışmak ister. Sorularına öyle cevaplar alır ki, sonunda dayanamayıp ‘‘Siz nasıl general oldunuz?’’ der. İşte geliriyle Hakkari'ye mütevazı bir anıt yaptıracağı ‘‘Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok’’ adlı olay kitabın yazarı böyle bir general. O general ki, Hakkari Dağ ve Komando Tugayı Komutanı olarak 4 bin subay, astsubay ve 55 bin askeriyle 26 ay boyunca gece gündüz demeden PKK'yı 3 bin metrenin üstündeki dağlardaki inlerinde vurmuştur. O general ki Balkaya'dan İkiyaka'ya, Çukurca'dan Yüksekova'ya, Mezi'den Şemdinli'ye, Reşdan'dan Han Yaylası'na, Avaşin'den Alandüz'e, Kato'dan Hakurk'a bölücü terör örgütünün omurgasını kırıp askerleriyle birlikte adını güneşe yükseltmiştir. Ve yine o general ki, anı-belgesel kitabını ‘‘Vatan sağ olsun diyenlere’’ ithaf etmiştir.

Osman Pamukoğlu, 1947 Sinop Gerze doğumlu, 1992'de Rusya'dan kaçıp gelen sevimli beyaz balina Aydın'ın sığındığı ilçede yani. Büyük İskender'e ‘‘Gölge etme başka ihsan istemem’’ diye kafa tutan, gündüz gözüyle elinde fenerle ‘‘insan’’ arayan Diyojen'in de hemşerisi. Türk ordusunda ondan başka 5 tane ''Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı''na sahip olan yok. Bu nişanı bir subayın teğmenlikle mareşallik arasında en fazla 3 kez alabileceği düşünülmüş. Ama, Harp Okulu’ndan 1967 mezunu olan Pamukoğlu bu hesapları altüst etmiş. Pamukoğlu Paşa'nın Ankara'da yeni kiraladığı küçük villada saatler, çaylar, kahveler su gibi aktı. Biz konuşurken Emel Hanım, 32 yıllık eşini gururla seyrediyor, meziyetleri göğsündeki yıldızlarla tescilli eşinin genç yaşta neden tümgenerallikten emekli edildiğini hálá anlayamadığını söylüyordu. Bu röportajı okuduktan sonra bakalım siz de Emel Hanım'la Özbek albaya hak verecek misiniz?

ABD, bu kafayla Kandil Dağı’na girerse çıkamaz

- Amerika, Irak'taki bütün kuvvetlerinin yarısını Kandil Dağı'na sevk etse, 5 bin PKK'lının üçte birini bile bulamaz. Hem coğrafi, hem de çatışma sertliği olarak. Amerika'nın Irak'taki en büyük yanılgısı savaşı Batı modeli yapması; hatlar, cepheler, tanklar, toplar, düğmeye basılarak idare edilen silahlar. Yener Bey, bunların hepsi beş para etmez bir yığın zırva. Hangi güç olursa olsun, tek ve bir tek üstün silah vardır, o da insandır. Bu yüzden PKK'nın üstüne gidemiyor. Ben o bölgede 37 gün kaldım, dağını, taşını çok iyi bilirim. Girdiğimizde her taraf, 3 İran tümeni ile 6 Irak tugayının geçmişte yaptıkları savaştan kalan enkazlarla doluydu.

Kandil'in çevresinde o kadar çok mayın tarlası var ki, gönderdiğim tabur mayın tarlaları içinde boğuldu. Askerleri tek tek helikopterle aldırdım, kıpırdamaları mümkün değildi. Amerika düz çölde zorlanıyor, Kuzey Irak'a girse hiçbir şeyin içinde çıkamaz. Bu yüzden onlarla iyi geçiniyor, bize de eve dönüş gibi yasalar çıkarmamızı öneriyor. Böyle yasalar dağ kadrolarını çözmez, boş yere mahcup olursunuz. Bu yapılabildiğine göre demek ki geçen 15 yıldan hiç ders alınmamış. Amerika'ya denecek ki, bugüne kadar seninle her boyutta istişare yaptık ama, sen PKK için niyetli görünmüyorsun, ben girip işi bitireyim. Veya hiç bu işlere bulaşmayıp kendi milli sınırlarımız içinde siyasi ve operatif anlamda A'dan Z'ye her şeye hazır olacaksınız, bence bu daha iyi.

Her anne çocuğunu son kez görmek ister

‘‘Bütün ülke uçurumun kenarındaydı, ömrümüz pahasına onu kurtardık. Burada yatıyoruz şimdi.’’

- Morg binasında 2-3 şehidi koyabilecek genişlikte olan mermer masa yetmeyince masa sayısını toplam 10'a çıkardık. Saldırılarda, çatışmalarda ağır silahlar da kullanıldığından şehitlerin vücutları her zaman bir bütün halinde olmuyordu. Baş, bacak veya karın bölgesindeki organlar tamamen boşalmış olabiliyordu. Özellikle anneler çocuklarını son bir kez daha görmek için tabutu açtırdıklarında evladını bir bütün halinde görmek istediğini en azından iki çocuk babası olarak biliyordum. Bunun için cerrahlara ‘‘Vücudun kopan kısımlarını ne yapıp yapıp mutlaka gövdedeki yerlerine dikeceksiniz’’ emrini verdim.

Saddam’ın yakalanması ABD için iyi olmadı

- Saddam aslında nisandan beri her şeyiyle sıfır olmuştu. Canlı olarak yakalanmış olması, başta ABD olmak üzerine koalisyon güçlerinin aleyhine olacak. Bundan sonra mahkemeler, duruşmalar, insan hakları derken bütün Arap dünyası onların karşısına çıkacak.

Mehmetçikle omuz omuza

Osman Pamukoğlu, ‘‘Dağlarda ya da vadilerde süngünüzün parlamadığı, botlarınızın basmadığı hiçbir yer sizin değildir’’ ilkesine bağlı askerlerden. Bu nedenle Güneydoğu'da görev yaptığı süre içinde hep Mehmetçik’le omuz omuza oldu.


Subaylar kaderci olmuştu

‘‘Bu ne bitmez yolmuş deme, bitmedik yol yok, bu ne aşılmaz dağmış deme, aşılmadık dağ yok.’’

- Temmuz 1993'te tugayda bana verilen 10 saatlik ilk brifingde duyduklarım beni hem üzdü, hem şaşırttı. Tugayın bütün tabur ve bölükleri kendilerine tahsis edilen kışla, karakol ve üslerde savunma düzenindeydi. Yakın çevrelerine kendi inisiyatifleriyle küçük çaplı operasyonlara çıkıyorlar, hava kararmadan üslerine geri dönüyorlardı. Jandarma karakollarının hepsi, askeri düşünce dikkate alınmadan sadece kaçakçılık yollarını kapatacak şekilde yapılmıştı. Üstelik hepsi de çukurların, vadilerin dibindeydi, her türlü saldırıya açıktı. Tehlike her günün 24 saatinde ve her metrekaresindeydi Yener Bey. Hiçbir bilgi doğru ve güvenilir değildi, halkın devlete güvenini kaybettiği olaylardan belliydi. Yoksul halk, PKK'ya ideolojisi için değil korktuğu için destek ve yardım sağlıyordu. Mahalli yönetimlerinin çoğu başkanından en alt kademedeki memuruna kadar açıktan pervasızca PKK'yı destekliyordu. Subaylar tevekkül içinde, kaderci ve sadece emirle iş yapar hale gelmişti. ‘‘Siz tugay kışlasının tehdit altında olduğuna inanarak yaşarsanız, 60 ayrı yerdeki küçük birlikler, karakollar ne yapsın?’’ dedim. ‘‘Dağlarda, vadilerde, gözlerinizin taramadığı, süngünüzün parlamadığı, bombalarınızın yoklamadığı, botlarınızın değmediği hiçbir yerin sizin olmadığını bileceksiniz. Savaşta komutanlık rütbeyle değil, herkesin göremeyeceğini görmekle olur. Ölüm her şeyi eşit yapan doğal sonuçtur, ölüm kendine koşanı hiçbir zaman vurmaz. Cengiz Han'ın dediği gibi, arkasında düşmanı hisseden, önündekiyle savaşamaz.

YARIN: ÖLÜ KADIN TERÖRİST DOKTOR ÇIKTI
Yazının Devamını Oku

Siyasileri aikido uslandırır

8 Aralık 2003
Yerli samuray Yaman Gedikoğlu, ünü sınırlarımızı aşan Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı'nın efsanevi yaratıcısı, Haliç Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Gündüz Gedikoğlu'nun oğlu. Samuraylığa öylesine gönül vermiş ki, ateşle sudan oluşan ejderin, ‘‘dragon’’un dev dövmesi kolundan vücuduna yayılıyor. Etiler'deki dairesi derseniz sanki bir Japon evi, sürgülü kapılardan yer yastıklarına, tütsülerden soya kokularına kadar. Can dostları Hakan ile Ahmet'in anlattıklarına göre ellerinden fışkıran ‘‘biyo-enerji’’den ünlü bilim adamı babası da ağrıları tuttuğunda faydalanıyormuş. Yamansan, Japonların efsane kılıç p;ri Miyamato Musashi'nin ‘‘Beş Çember’’inden geçip usta bir stratejist olma peşinde. Onun için başını eğmiyor, gözlerinin arasını kırıştırmıyor, geniş ve enli bakıyor. Onun için dağ düşünen insana deniz gibi saldırıyor, deniz düşünen insana da dağ gibi. Onun için zamanı hiç kaçırmıyor, hep kararlı ama, acelesi varmış gibi görünmüyor. Samuray kılıcı işini tamamlamadan yerine dönmezmiş, biz gelelim aikido'ya.

Aikidoda karar anı temas anıdır

Mindere çıkmadan önce Kamiza denen kutsal köşeye selam verilir. Orada samurayların kullandığı büyük kılıç ‘‘Katani’’ ile ölülerin ruhuna yanan tütsü ve mum bulunur. Hepsinin geri planında ise Üstat Ueshiba'nın resmi asılıdır.

Tatami adı verilen minderdeki tek oturma şekli seiza'dır. Aksi söylenmedikçe tatamide bir yerden bir yere gidiş şikko'yla, yani dizlerinin üzerinde yürümekle gerçekleşir.

Aikidoda karar anı temas anıdır. Karşılıklı uygun bir mesafede durulur, taraflardan biri harekete geçer ve teknik o anda uygulanır. Saldırı pozisyonuna ‘‘uke’’, savunmaya ‘‘tori’’ denir.

Aikidoya yeni başlayanlar bol pantolonu andıran beyaz bir altlıkla düğmesi ve cepleri olmayan, beli kemerle bağlanan beyaz bir üstlük giyer. Siyah kemer sahipleri ise ayak hareketlerini gizleyen uzun ve bol pilili siyah renkli ‘‘hakama’’ giyer.

Dojo içinde kavga etmek, yumruk, tekme atmak, yüksek sesle konuşmak, yasaktır. Dojonun kesin komutanı hocadır, onun gösterdikleri dışında kimse kendi kafasına göre teknik uygulayamaz.

Saldırganı kendi gücüyle def ediyoruz

- Aikido, Japonya'da 20. yüzyılın ilk yarısında doğmuş, kurucusu ‘‘üstat’’ Morihei Ueshiba'dır. Ueshiba'nın şu sözleri onun felsefesini anlatıyor zaten; ‘‘Aikido sonu olmayan bir yoldur. İlk önce ve en zor yeneceğiniz düşman içinizdeki şiddettir.’’ Üç heceden oluşan aikidoda ‘‘ai’’ sevgi, ‘‘ki’’ yaşamımızı sağlayan güç, ‘‘do’’ da yol demek; yani ‘‘sevginin yolu.’’ Aikidoda kavga dövüş yoktur, temel prensip karşı karşıya gelen iki gücün birbiriyle çarpışmasını eklem ve yaşamsal sinirleri kullanarak önlemek. Saldırgan bana ne kadar hızlı, ne kadar güçlü saldırırsa o kadar şanssız. Çünkü kendi güç ve hamlelerini kullanarak onu bertaraf edip, yaşamla ölüm arasındaki bir noktada bırakıyorum, hem de en az zarar vererek. Aikidoda saldırı hamlesi yoktur, boş yere kuvvet harcanmaz. Başarıya ulaşmak için bir zihinsel sakinliğe ulaşmak ve kendi bedenimiz üzerinde denetim kurmamız şart. Bu öğretide iki gücün birbirine üstünlük sağlaması da söz konusu değil, bunun için aikidoda yarışmalar, şampiyonlar yoktur. Bilinen yaklaşık 3500 aikido tekniğini başkalarıyla değil, kendinle mücadele etmek için kullanıyorsun. Biz bu minderde öğrencilerimize ancak farkındalığın kapısını gösterebiliriz, o kapıdan geçmek, o yolda yürümek, kendini tanımak onun kendi elinde.

Kavgacıydım, uslandım

- Aikidoya başladığım günden itibaren hayatım değişti, 13 yıl öncesine ben kavgacı, agresif biriydim. O günden itibaren herkesle itişip kakışan Yaman gitti, yerine anlayışlı, çözümcü, uzlaşmacı olanı geldi. Kimse beni yenemez diye bir düşüncem olamaz, amaç egonun hákim olmadığı düz bir benliğe sahip olabilmek. Çarpışmamak için elimden geleni yapıyorum, karşımdakini anlamaya çalışıyorum. Hırslardan arınıp uzlaşmacı olabilmek için siyasetçiden işadamına, gazeteciden bürokrata kadar herkes aikido öğrenmeli. Dalay Lama'nın bir lafı var; ‘‘En zor anlarımızda en iyi ürünlerimizi üretmişizdir’’ der. Yener ağabey, biz aikido minderinin üstünde kimsenin yapamadığı bir şey daha yapıyoruz, birbirimize dokunuyoruz. Oysa günlük hayatta el sıkışmak dışında haricinde insanlar birbirine dokunmaz. Halbuki evren enerji üstüne kurulu, vücudumuzda da büyük bir enerji var. Aikido çalışanlar birbirlerini tuttuklarında, savurduklarında vücutlarındaki enerjiyi sıfırlıyorlar. Negatif duygular, insanda debisi çok yüksek su gibi çağıldıyor, pozitifler ise bir otomobili yokuş yukarı iter gibi.

En iyi savunma arkana bakmadan kaçmaktır

- Londra'da okurken geceleri ünlü eğlence yerlerinde bodyguard'lık yapıyordum. Crystal adlı ünlü kulüpte çalışırken bir gece iki Çinli içeri girmek istedi. O anda müdürümüz bize telsizle gelenlerin mafya üyesi olduğunu söyleyip içeri almamamız talimatını verdi. Kendilerine durumu anlattık, ses çıkarmadan çekip gittiler. Aradan on dakika geçmişti ki, karşımıza bir Çin ordusu geldi. Güvenlik grubu olarak onlardan çok güzel, esaslı bir dayak yedik. Benim aikido hareketlerim hangisi birine yetsin ki? Aslında en iyi savunma arkana bakmadan kaçmaktır, en iyi savaş da yapılmayan savaştır.
Yazının Devamını Oku

Boşuna koç yumurtası yemeyin

1 Aralık 2003
Sinema dünyasının Robocop'u varsa, tıp dünyasının da Robodoc'u var, üstelik hayal ürünü değil. Doğma büyüme New Yorklu 35 yaşındaki Türk cerrahı Prof. Dr. Caner Dinlenç'e Amerika, bu adı takmış. ABD'nin en büyük gazete ve dergileri, onun robotla yaptığı laparoskopik prostat ve böbrek kanseri ameliyatlarından övgüyle söz ediyor. Hürriyet'in ‘‘Ankara Büyükelçisi’’ sevgili Sedat Ergin aracılığıyla Robodoc'a ulaştık. Ve bir de baktık ki ABD'nin yeni gözdesi ‘‘Robodoc’’ Caner, bu röportaj için bir günlüğüne New York'tan İstanbul'a gelmiş. Yemek yedik, kahve içtik, gece yarısına doğru da prostat ve böbrek muhabbeti başladı. Konuşmamız bittiğinde Robodoc'u New York Beth Israel Hospital'daki hastalarına yetiştirecek uçağın kalkmasına birkaç saat kalmıştı.

Prof. Dr. Caner Dinlenç, 1965'te New York'a yerleşen Trabzonlu inşaat mühendisi Şadi Bey'le Gönül Hanım'ın üç oğlundan biri. UNICEF'te çalışan eşi Begüm, ünlü Türk diplomatı Onur ve Aytül Gökçe'nin kızları. 9 yıllık evli olan çiftin 6 yaşında Kent adlı bir oğulları var. New York’lu ünlü cerrah, Türkçe’yi Amerika'da öğrenmiş, Türkiye'de askerliğini yapmış. Boston Üniversitesi'ndeki tıp öğreniminden sonra üroloji dalında yürümeye karar vermiş, bugünlere kadar gelmiş ve işte karşımızda oturuyor.

Prostatı konuşmak ayıp değil

- Buradan erkeklere sesleniyorum; uyanın, prostatı konuşmak ayıp değil, prostat çok ama, çok önemli. 50 yaşındaki her erkek mutlaka yılda bir kere kan tahlili yaptırıp PSA'sını öğrenmeli. Eğer büyükbabasında, babasında, amcasında veya kardeşinde prostat kanseri olan varsa buna 40 yaşında başlaması şart. 40 yaşındaki bir erkeğin PSA'sı 2'den az olmalı, 60 yaşında ise 3,5'a kadar normal sayılır. PSA'nın yüksek çıkması o kişide mutlaka prostat kanseri olduğunu göstermez. Bunu söylemek için biyopsinin yanı sıra yeni uygulan özel bir PSA tahlili gerekir. Prostat kanserinin hiçbir erken tanısı yok, kesin teşhisi yine ürologun parmağıyla yaptığı rektal tuşe söylüyor. Prostat büyümesiyle prostat kanseri ayrı konulardır. Büyüme birçok erkekte olur, önemli değildir. İlaçla, lazerle veya cerrahi yolla idrara yol açılıp hasta sağlığına kavuşturulur. Prostat kanseri hayatın sonu değil, yeter ki onu yok farz etmeyelim.

Robotlu ameliyatta kan yok

-Ameliyatta prostatım çok kanar, canım çok acır, ameliyattan sonra idrarımı tutamam, erkekliğim bitti sözleri geride kaldı. Bu korkular yüzünden hastaya ameliyat yerine ışın tedavisi uygulanması da bence yanlış. Çünkü ışın, prostat kanserini yok ederken ona yapışık damar ve sinirleri de aynı hızla öldürüyor. Işın hangi dokuyu koruyacağını bilmez, onu ancak biz ameliyatta ayırt edebiliriz. ‘‘Da Vinci’’ adlı robotun FDA'dan onay aldığı 2001'den beri bu tekniğin öncüsü olan 3 ürolog cerrahtan biriydim. Bugüne kadar ünlü Türk işadamları da dahil 100'ün üstünde ameliyat yaptım. Ayrıca yine robotla böbrek taşlarını kesmeden çıkarıyoruz, böbrek tümörlerini alıyoruz. Açık prostat kanseri ameliyatlarında hastanın 2 litre kan kaybetmesi normal sayılır. Bunun için ameliyattan bir ay önce hastanın kanı alınıp bankaya konup ameliyatta hazır edilir. Laparoskopik ameliyatlarda bugüne kadar hiçbir hastama kan nakli yapmadım, çünkü kaybedilen miktar 100-500 ml arasında oluyor.

2-3 SAATLİK OPERASYON

Robotun ellerini 360 derece her açıda oynatabiliyorum, ince dokulara dikiş atmak robotla çok kolay. Hastayı ful narkozla uyuttuktan sonra göbeğinin ortasından küçük bir iğneyle içeriye karbon dioksit gazı basıyoruz. Göbek çadır gibi şiştikten sonra normal kurşun kalem inceliğinde açtığımız 4 deliğe robotun kollarını yerleştiriyoruz. Birisi gözleri olan mercek, ikisi içerde çalışacak elleri, dördüncüsü ise asistanımın bana yardım ettiği kol. Prostatı mesaneden ve rektumdan ayırıp parçaları küçük bir torbanın içine koyup ameliyat sonunda çıkarıyoruz. Ameliyat 2-3 saat kadar sürüyor, sonuç kansız, tertemiz. Robot hem büyütüyor, hem de üçboyutlu gösteriyor, bol da ışık verdiği için pırıl pırıl bir ameliyat oluyor. Halbuki açık ameliyatlarda çok kanama olduğu için çalışılan bölgeler kolay görülmez, cerrah ancak elleriyle anlayabilir. Robotta hissetme olayı yok ama, buna karşılık çok daha iyi görüntü var. Biraz tecrübe kazandıktan sonra göz kararı, el kararı kadar hassas olabiliyor.

HEMEN TABURCU OLUYOR

Ben gözümle rahatça bütün dokuları ayırt edebiliyorum. Robotla yapılan ameliyatlar daha ucuz, çünkü hastanede en fazla 2 gece kalıp hemen evine gidiyorsun. Belki birisi midenize vurmuş gibi olursunuz ama, kesildim, bayıldım, yürüyemiyorum diye bir olay yok. Evine git, hemen banyoya girip rahatça duşunu al. Açık ameliyatta ise hastanın en azından bir hafta hastanede yatması gerekiyor, zaman ve paraya israfı.

YEŞİL IŞIK AMELİYATI

‘‘Yeşil ışık’’ dediğiniz lazerle yapılan yakmalar prostat kanserlerine uygulanmaz. Gözünüzün önüne bir portakal getirin, sadece içi değil dışı da önemli, hepsini çıkartmak gerekiyor. Dışına yapışmış sinir ve damarları kenarda bırakıp tümürü tamamen çıkartacaksınız. Yeşil ışık büyümüş prostatın bazı köşelerini yakabiliyor, bir parçasını eritip idrar yolunu açıyor.

Cinsel ilişkinin yüzde 90’ı beyinde bitiyor

- Bence dünyada herkesin seksi açık açık konuşması, Viagra sayesinde oldu. Beklentiler giderek yükseliyor. Mesela geçenlerde senede 4 kere seks yapması mucize olan bir yaşlı hastam, bunun kendisine yetmediğini söyledi. Bir başka hastam ise sevgilisiyle çok iyi seks yapıyormuş, eşiyle aynı duyguları yaşamak için benden Viagra istedi. Aslında cinsel ilişkinin yüzde 90'ı beyinden; şimdi ben sinirini bozayım, iki gün yapamazsın, yapsan da beğenmezsin. Şimdi gelelim sizin sorunuza, bu konu hiç hafife alınmamalı aslında. Sertleşme dediğimiz, kan damarlarının genişleyerek penise kan dolması. Bunun aksini yaşayan hastalarda en çok iğne tedavisi ve protez uyguluyoruz.İğnenin etkisi genelde 2 saat ama, bir hastamda bu süre 6 saati geçmiş. O zaman affedersiniz taş gibi olan peniste çok feci ağrılar başlıyor, doğru hastaneye. Penisin içindeki kan pıhtılaşmış, adam kalp krizi gibi penis krizi geçiriyor. Hastanede pıhtılaşmış kanı çok büyük bir iğneyle çıkarttık ama, bir daha çalışır hale gelmesi kolay değil.

Protez peniste en çok içten takmalı isteniyor

- Protez penislerin bir dış pompalısı var, bir de iç pompalısı. Bizde en çok iç takmalı olanlar tercih ediliyor. 3 parçalı modellerde parçanın biri penis, biri mesanenin yanında rezervuar, öteki de pompa. Bunlardan herhangi biri arıza yaptığında veya iltihaplanma olduğunda hepsi sökülüyor. Yerine yenisini takmak mümkün ama, çok riskli, o da iltihap kapabilir.

Kafein masanenin can düşmanı

- Kafeinin mesanenin can düşmanı olduğunu hiç aklımızdan çıkarmayalım. Kafeinli kolalar içtiğinizden daha fazlasını dışarı verdirtir. Kafein, böbreği hızlandırdığı için vücudu susuz bırakır. Mesaneniz boş olsa bile yine idrara çıkma hissi duyarsınız.

Tuzdan vazgeçin

- Domatesin prostat kanserini önleyici olduğu söylenince piyasaya domates hapları bile çıktı. Çinko da belki yararlı ama, haftada 5 kere yeşil sebze yiyen insanların böyle vitaminlere para vermesine gerek yok. Bunlar her akşam et yiyen, tuzlu, yağlı fast food gıdalarla beslenenlere lazım. Yemeğinize tuz ekmekten vazgeçin, hatta ‘‘low salt’’ da kullanmayın. Kullanırsanız böbrekte potasyum ile sodyum yer değiştirir, potasyumu atarsın ama, sodyum birikir.

Taşa karşı limonata

- Böbrek taşı hastalığı olanlar bol bol limonata içmeli. Çünkü limonun içindeki asit, kalsiyumu bağlayıp idrarla dışarı attırır. Bu demek değil ki, limonata böbrek taşını yok eder, sadece önleyebilir.

Sakatat, cinsel gücü artırmıyor

Hayatımda hiç koç yumurtası, ciğer, böbrek yemedim. Koç yumurtasının cinsel gücü arttırdığı sözleri sadece bir fantezi. Çünkü vücuttaki proteinler 106 derecede çözülür, hiçbir etkisi olmaz. Pişmeden yersen, bu sefer de midedeki asitler onu sıfıra getirir.

Prostat ağrısı çeken 30'lu yaşlardaki iltihabı olmayan hastalarımdan bazılarını akupunktura gönderiyorum. Onların dediğine göre, bir çeşit spazm olan ağrıları birkaç seansta geçiyormuş.

Kendi sağlığıma dikkat ederim, üstelik ailemde prostat kanserli var. Henüz 40 yaşına gelmediğim için PSA tahlili yaptırmadım. Son 6 ayda jimnastiğe gitmeden, sadece mantıklı bir yemek tarzıyla 25 kilo verdim. Sabahları yoğurt, kahve, öğlenleri yoğurt ve kahve, akşamları ise küçük bir porsiyon ızgara balık veya tavuk ile meyve yiyerek.

11 Eylül'den sonra bütün korkularım yok oldu, artık her an, her şeyin olabileceğini düşünüyorum. Her saniye korku içinde yaşamaktansa öl daha iyi.

21 yaşımda pilot brövesi aldım, en büyük zevkim tek motorlu Cessna'yla New York üstünde ailemle birlikte tur atmaktı. Şimdi özel uçakla kent üzerinde dolaşmak yasak. Ayrıca dalgıç ve yelkencilik brövelerim de var. Hepsinin üstündeki hobim ise 6 yaşındaki oğlum Kent'le oynamak, ona bildiklerimin en az iki katını öğretmem lazım.

Bamyayı hayatım boyunca sevemedim, sümüksü yapısı ve kokusu midemi kaldırıyor.
Yazının Devamını Oku

29 Ekim'i bilmeyen kolej öğrencileri

25 Kasım 2003
Türk Milli Eğitimi'ne 67 yıldır aralıksız hizmet vermeye devam eden 88 yaşındaki anıt öğretmen Refet Angın, arkadaşımız Yener Süsoy'a anılarını anlattı. Hálá çalışan ve kirayla oturduğu evinde her işi kendi yapan Refet Angın, yıllar önceki bir cumhuriyet bayramı anısını anlattı. Angın, cumhuriyetin anlamını bilmeyen iki kolej öğrencisiyle karşılaşan Atatürk'ün çok üzüldüğünü anlattı.

- Atatürk'ün Ankara Palas'ta geleneksel hale getirdiği 29 Ekim Cumhuriyet balolarının 1934 ve 1935'te yapılanlarına katıldım. Gazi çok iyi dans eder, masasında en başta Afet ve Nebile hanımlar olurdu. Orkestra çalmaya başladıktan sonra Atatürk kalkmadan kimse dansa kalkmaz, o oturunca da herkes otururdu. 1934'teki baloda orkestra çalmaya başlar başlamaz genç bir çift piste çıkıp dans etmeye başladı, ortada onlardan başka kimse yok. Bir şarkı bitip öteki başlıyor, onlar yine dansa devam ediyor. Makbule Hanım'la beraber Gazi'nin yanındaki masadayız, her şeyi görüyoruz. Atatürk yaveriyle genç çifti masasına çağırdı. Evvela erkeğe ‘‘Bakıyorum çok neşelisiniz, gençlerin eğlenmesinden çok mutlu oluyorum. Bu eğlenceyi neden yaptığımızı, herkesin neden neşeli olduğunu biliyor musun?’’ diye sordu. Genç çocuk ‘‘Ben yabancı bir kolejde okuyorum, biz Türk değil Fransız tarihi okuyoruz’’ dedi. O an hepimiz nefesimizi tuttuk, Atatürk'ün ne yapacağını merak ediyoruz. Gazi aynı soruyu genç kıza da sordu, onun da cevabı aynı. Bunun üzerine Atatürk yaverine ‘‘Bu çocuklar tarih dersine çalışmamış, ikisi de sınıfta kaldı. Bunları götürün, kendi tarihlerini çalışıp öğrensinler’’ dedi.

29 Ekim 1935 akşamı Makbule Hanım'la beraber yine Ankara Palas'taki balodayız. Atatürk özel masasına oturmuş, her zaman olduğu gibi kim var kim yok etrafı kritik ediyor. O sırada bir masada tepeden tırnağa kırmızılar giymiş genç bir kız dikkatini çekti. Bir başka masada ise beyaz elbiseleri içinde bir bahriye teğmeni. Teğmeni yanına çağırdı ‘‘Orkestra çalmaya başlayınca ben dansa kalkacağım, sen de şu kırmızı tuvaletli kızı dansa kaldıracaksın. Ben yerime oturduktan sonra da siz vals yapmaya devam edeceksiniz’’ dedi. Genç subay ‘‘Paşam nasıl yapacağım?’’ diye mırıldanırken, ‘‘Ben emir veriyorum, yapacaksın’’ dedi. Dedikleri yapıldı, genç çift pistte dans ederken Atatürk çevresindekilere gururla ‘‘Bakın benim bayrağım ortada dalgalanıyor, bu bayrak hiçbir zaman düşmeyecek’’ diyordu. Dans bitince yine Gazi'nin sesi duyuldu; ‘‘Hepinizin huzurunda ben bunları nişanlıyorum, mesut olsunlar’’ diyordu. Kız şaşkın, oğlan şaşkın, herkes öylece dona kaldılar. Yıllar sonra onlarla Erzurum'da karşılaştım, çocuklarıyla birlikte çok mutlu bir aile olmuşlardı.

Köylülerin hediyesi Refet Angın’ın en sevdiği anılarından biri, 1930'lu yıllarda köylülerin hediye ettiği ve her köşesinde birer ay-yıldız bulunan al yazma. (Fotoğraf: Sinan ÖZBALKAN)
Yazının Devamını Oku

Riyaziye hocama aşık olmuştum

24 Kasım 2003
Atatürk'ü koklamak, Atatürk'e dokunmak, Atatürk'ü yaşamak istiyorsanız, Türk Milli Eğitimi'ne 67 yıldır aralıksız hizmet vermeye devam eden 88 yaşındaki anıt öğretmen Refet Angın'ın ellerine sarılıp öpün. Bir defa yetmez bin defa öpün, bin defa anılarını dinleyin. O, Atatürk'le Cumhuriyet trenine binenlerden hayatta kalan tek kişidir. Gelibolu Emniyeti'nin Kuvayı Milliyeci komiseri Hafız Şerif Bey ile Halime Hanım'ın ilk çocuğu olarak 1915'te dünyaya gelen Refet Hoca, doğup büyüdüğü Gelibolu'nun kendisine sardalya kadar değer biçmediğine aldırmaz. Cumhuriyetin 80. yılında kendisinin aranmadığına da gönül koymaz. 88 yaşında, dimdik, her sabah Etiler'deki kiralık dairesinden can yoldaşı kedisi Miniko'yla vedalaşıp İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ndeki küçük odasının yolunu tutar...

Refet Hocam, Öğretmenler Günü'nde Atatürk kokan ellerinizden öpüyoruz, çok yaşa.

Atatürk kokulu öğretmen

Yener Süsoy, Türk Milli Eğitimi'nin 67 yıllık tarihi çınarı, 88 yaşındaki Refet Angın'a Öğretmenler Günü pastası hediye etti. Süsoy, ‘‘Atatürk kokan öğretmen’’ diye nitelediği Refet Hanım'a kendi eliyle pasta yedirdi.

Saray, Rumlara rugan ayakkabı gönderince onlara imrenirdim

- Gelibolu'nun Hacı Keçeci Mahallesi'nde otururduk, evimiz Fikirli Sinan türbesine çok yakındı. Komiser olan babam 1919'da bir sabah hepimizi alınlarından öpüp evden ayrıldı. O gittikten sonra anneme sorduğumda, bana ‘‘Çok uzaklarda bir Mustafa Kemal Paşa var, o bizi kurtaracak, baban ona gitti’’ dedi. Babacığım Kuvayı Milliyeci olarak Mustafa Kemal'in saflarına katılmıştı. Çanakkale Zaferi'ni kazanmıştık ama, başımızdakiler o kahrolası Mondros Mütarekesi'ni yapmıştı. İşgal altındaki Gelibolu sokaklarında Anzaklar şakır şakır dolaşırdı. Sonra gelen Yunan işgalcilerinden de çok çektik, hainler bizim de canımızı yaktı. Bir gün Yunanlı bir subay yanındaki askerleriyle bizim evi bastı. Subay anneme saldırıyor, biz üç kardeş avazımız çıktığı kadar bağırıp yardım istiyoruz. Neyse ki, komşular sesimizi duyup belediyede çalışan dayıma haber vermiş. Dayım geldi, Yunanlı subaya bir şeyler söyledi, onlar da gitti. Yunanlılar, Rum komşular her gün sabahlara gramofon çalıp bayram yaparlardı. Annem eline bir sopa alıp kapının önüne çıkar, ‘‘Kustafa Kemal Paşa gelince biz bayram yapacağız hınzırlar, gününüzü göreceksiniz’’ diye bağırırdı. Padişah ve saray, Rumlara sahip çıkar, onlara çikolatalar, ipek elbiseler, rugan ayakkabılar gönderirdi. Ben ise yamalı çoraplarım ve boyamaya bile imkanımız olmadığı pabucumla onlara imrenirdim. Hayatım boyunca hep o üzeri ipçikli rugan pabuçların hasretini çektim. Sonraları rugan ayakkabım oldu ama, Gelibolu'dakileri hiç unutamam. Bütün bu acı olayları çocukluğunda yaşamış biri olarak Yunanlılara karşı muazzam bir antipatim var. Babam evden çıktığının 3. yılında eve döndü; o gün bayram vardı bizim evde, hálá gözümün önünde. Babam hepimizi yanına topladı, Artık padişah yok, gramofon çalanlar da'' dedi.

Gönlüm matematikteydi, Atatürk tarih öğretmeni olmamı istedi

- Mustafa Kemal Atatürk'le ikinci karşılaşmam Edirne Kız Muallim Mektebi'nde son sınıf talebesiyken kısmet oldu. Gelibolu'dan kırmızı kurdeleli diplomamı koltuğuma alıp kendi başıma bu okula müracaat edip parasız yatılı öğrencisi olmuştum. Nisan ayıydı, Atatürk, yanında Afet Hanım olduğu halde okulumuzu ziyarete geldi, karşılayıcı yine ben. Önce kendi yazdığım konuşma metnini okudum, beni dikkatle dinledi. Sonunda ‘‘Paşam ben size muallim olacağım diye söz vermiştim, işte şu anda namzet olarak karşınızdayım’’ dedim. Bana ‘‘Sen Gelibolu'daki çocuk değil misin?’’ dedi. Hangi branşı seçeceğimi sordu, göğsümü gere gere ‘‘Riyaziye (matematik)’’ dedim. Çünkü bir gün onun yerine geçeceğime inandığım riyaziye hocam Abdurrahman Çelebi'ye aşıktım. Problemleri tahtada saatlerce inci gibi yazıp çözer, yine de siyah elbisesinde en ufak bir tebeşir tozu olmazdı. Atatürk, ‘‘Hayır, sen tarih hocası olacaksın’’ dedi. ‘‘Emredersiniz paşam ama, acaba neden?’’ diye cevap verdim. Gözlerime bakıp ‘‘Ben seni bacak kadardan tanıdım, bak burada da bir şeysin ki seni benim karşıma çıkarmışlar. Senin çok başarılı bir öğretmen olacağına inanıyorum. Tarih çok önemli, bilhassa Çanakkale Savaşları'nı çok iyi anlatacaksın, inkılaplara, bana sahip çıkacaksın. Eğer Çanakkale Zaferi'ni kazanmasıydık bugünkü hür dünya camiası olmazdı. Bize cumhuriyeti de, milli mücadeleyi de Çanakkale kazandırdı’’ dedi. Atatürk, yıllar sonra 2. Tarih Kongresi'nde onun özel sekreterliğini yaparken ‘‘Mondros Mütarekesi nasıl imzalanmış, hálá hafsalam almıyor’’ derken gözleri yaşaracaktı.

Mustafa Kemal Paşa’ya çiçek verirken düştüm

- Annem 5 yaşında boynuma içinde cüz olan bir kese asıp mahalle mektebine gönderdi. Okulda rahleler vardı, yerde oturuluyordu, 3. gün keseyi atıp kitabı yırttım. Annem kızmadı, beni karşısına oturtup ‘‘elif, be...’’ diye kendisi öğretmeye başladı. 1925'te yeni açılan Cumhuriyet İlkokulu'na başladım, beni imtihanla 4. sınıfa aldılar, ilkokuldan 1,5 senede mezun oldum. Hiç unutmam, 1928'in 24 Eylül günü Mustafa Kemal Paşa'nın Gelibolu'yu ziyaret edeceği söylendi, kendisine çiçek vermekle de ben vazifelendirildim. Kendisine elimdeki çiçeği tam uzatırken birden ayağım kaydı, taşın üstüne düştüm. Dizimden kan akıyor, canım çok acıyor ama ben yine dimdik ayaktayım. Mustafa Kemal hemen beni ayağa kaldırdı; ‘‘Çocuk canın acıyor mu?’’ dedi. ‘‘Hayır paşam’’ deyip elimdeki çiçeği verdim, elini öptüm. Beni kucakladı, ‘‘Sen ne olacaksın?’’ dedi, hiç düşünmeden ‘‘Muallim olacağım, size söz veriyorum’’ dedim. O da ‘‘Aferin çocuk, sakın bu sözünü unutma’’ deyip saçlarımı okşadı.
YARIN: 29 EKİM’İ BİLMEYEN KOLEJ ÖĞRENCİLERİ
Yazının Devamını Oku