Kemal ile paylaştığımız günler, anı bile olamayacak kadar taze de... Dünyaya veda ettiği günü unutmuşum. Hatırlansa, hatırlatılsa da bazen ne fayda... Bellekte yeniden üretilemiyorsa anılar, bazen “dua” da kifayetsiz kalıyor yaşananları hatırlamaya... * * * Kemal Saydamer ile Yedi Göller’de, ardından Amasra Çakraz’da “mola”larımız olmuştu. Hayata, hayatın lezzetine zarif katkıları ile hatırlıyorum hep. Çakraz’da standart motel kahvaltısını her sabah farklı bir “brunch”a çevirmesini mesela. Pideciye tarifle, pide üstü tereyağlı-yumurtalı-peynirli-biberli omlet mi... O küçük kıyıda yaz üstü nereden bulduğu belirsiz, taze portakal suyu mu... Gittiğimiz her mekanda, aşçıya, garsona “sanat” öğretirdi usanmadan. * * * Beş yıl önce, gittiğinde yazmıştım. Çakraz’da bir akşamüstü, aniden kayboldu ortalıktan. Köprü tarafına yürüdüm, küçücük yer zaten Çakraz. Kimse saklanamaz, kaybolamaz birbirinden. Baktım, herzamanki gibi tez hareketlerle geliyor. Akşamüstü küçük derede, mahut korosuna başlayan kurbağaları dinlemeye gitmiş. “Kurbağalara bakmaktan geliyorum...” demişti, çocuksu bir tebessümle... “Biliyor musun, Edip Cansever’in şiiri o” demiştim ben de: “Kurbağalara bakmaktan geliyorum Sanki böyle niye ben oradan geliyorum Yoruldum! bunu sanki biri söyledi...” Hani diyor ya başka bir şair: “Küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce öldü, kim ısıtır artık onun ellerini suların aynasında üşüyen ellerini suların saygısıyla üşüyen ellerini...” Öyle belki de. Kalan için de, giden için de...