28 Aralık 2011
FRANSA’nın Ermeni soykırımını inkar edenlere ceza öngören yasası altı yıl önce de gündeme gelmişti. O günlerde yazmıştım, yine daldan dala uçuşmuştu protestolar.
Ak Partili milletvekilleri misilleme olarak Fransa’nın Cezayir’de soykırım yapıldığını inkar edenlerin cezalandırılmalarını içeren üç teklif sunmuştu TBMM Başkanlığı’na mesela...
Ankara Belediye Meclisi’nde de “Paris Caddesi Sütçü İmam olsun. De Gaulle de Talat Paşa Caddesi...” önerisi gelmişti gündeme. Fransa malumu ilam edip o tuhaf yasayı çıkardı sonunda. Ve yine o mahut soru geldi gündeme:
“Fransa’ya ne yapmalı, ne etmeliyiz?”
Bir ülkeyi protesto etmeye kalktığımızda, kara mizaha dönüşüyor tepkiler.
Fransa protestoları da müsamereye döndü.
“Türkiye’de kaçak çalışan Ermenileri sınırdışı edelim”den, “Meydanda Fransız malı tekstil ürünlerini yakalım”a kadar uzandı tepkiler..
Ancak tepki mönümüz/dilimiz baştan sınırlı.
Ültimatom çekelim desek, ültimatom Fransızca.
Bir miting organize etsek, organizasyon da aynı dilden.
Parlamenterler bir tedbir düşünseler.
Fabrikatörler ambargo koysa, o sözcükler de Fransa’dan ithal...
Boykot etsek, o da İngilizce.
Protesto etsek İtalyanca.
İsabet Fransız Büyükelçiliği önüne bırakılan siyah çelenk, Farsça.
Türk işi birşeyler yapmaya kalkınca da, ifrat-tefrit meselesi.
Taksiciler de kalkmıştı o dönem ayağa:
Fransız yolcu almayacağız!
Reno’larına binen turiste soracaklar:
Est ce que tu es Française?
Turist ‘Oui (Vıy)’ derse, taksici hoplayacak:
Vay!
Daha radikal (ki bu sözcük de Fransızca) tepkiler de geldi.
Örneğin okullarda Fransızca’yı yasaklamak. Tevfik Fikret’te, Galatasaray’da mesela...
“Gavura kızıp, oruç bozmak” mı?..
21. yüzyılda hiç bir kültür, hiç bir ülke, bir kentin yaşamından silinemez.
O nedenle “protestolar”, “kültür boksu”na dönüşmemeli. “Halk ozanı” atışmasına da...
Sağduyu ve akıl hakim olmalı.
Belki en masumu, “Dögol Caddesi”nin isminin değiştirilmesi. Ama Charles De Gaulle, Fransız olmaktan öte tarihi bir kişilik. Ötesi, ismini sünnet edip sokak tabelasında “Dögol” yapmışız zaten.
Yoksa daha orijinal bir tepki mi bulsak?
Ama zor, yine Fransızca...
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2011
BİZİM kuşakta mahalle de, o oyun da çevreciydi demiştim önceki yazımda. Gerçekten biliyorduk, yaşıyorduk oyunlarımızda ki, biz “doğadan”dık.
Bize “Leylek getirdi” demeye gerek duymadı, ebeveynlerimiz.
Üremeyi, başkalaşmayı, sevişince kelebek olmayı evde beslediğimiz ipek böceklerinden öğrendik.
O çirkin tırtılların birleştikten sonra kozasına çekilip, oradan bembeyaz kelebeğe dönüşüp çıktığını gördüğümüz için, kurbağalıktan kurtulmanın çaresini, uzunca bir dönem prensesin öpücüğünde aradık.
Ama saraylarda değil, komşu kızında...
O nedenle, “Güzellik mi-çirkinlik mi” oynardık onlarla.
Onlara sıra gelince “güzellik” yani “güzel ol” derdik, kızlar TV’siz edindiği güzellik muhayyelelerinden seçmelerle poz alırlardı karşımızda.
Bize hep “çirkinlik” yakışırdı... Açıkhava sinemasında o nedenle “Çirkin Kral”dık hepimiz.
* * *
Sonra bir gün birden büyüdük.
Sanki bir günde bitti oyunlar.
Çarşamba oynadık son oyunumuzu... Perşembe bitti sanki.
Düşününce oyunlarımızı hatırlarım da, o “ara dönem” flu...
* * *
Yıllar geçti sonra, unuttuk oyunları.
Saklambaçta tek gözümüzü aralayıp hile yapmamayı, maç arasında musluğunda başında sıramızı beklemeyi, evden hazırlanan Sanalı ekmeği bölüşmeyi, geceyarılarına kadar duvarda oturup sohbet etmeyi, gürültüyü durma atılan kahkahalarla çıkarmayı unuttuk.
Unuttuk, her yeni mevsimin gelişini “sokak”ta, o mevsime uygun ritüellerle karşılamayı.
Baharı, yazı, sonbaharı, kışı uzun uzun “sokak”ta yaşamayı, terlemeyi, üşümeyi-donmayı unuttuk.
Attila İlhan’dan mülhem, “sokaklarında mohikanlar gibi ateş yakıp, bu kente taptığımızı” unuttuk sonra.
Çocuklar sokaktan çekilince belleğimizdeki “oyun”lar da çekmecesine kapandı.
Bir dünya kapandı...
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2011
DÜN “mahalle” ve “oyun”da imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış son kuşak olduğumuzu yazmıştım. Çepeçevre çevreciydik de üstelik. Kendinde çevreciydik; pet şişe yok ki mesela kapak toplayalım.
Kadınlarda kürk vardı ama, bizim mahalleye anca “etol” cürmünde yansırdı bir-iki teyzede.
Tüm oyunlarımızın malzemesi geri dönüşümlüydü.
Kukalı saklambaçın kukası Filiz çayın teneke kutusu, kılıç tahtadan/kalkanı ambalaj mukavvası...
Sanayide karıncalanıp araçlardan sökülen rulmanlar, tornet tekerleği. Atılmış gazoz kapağı farı, sigara paketinin, çikolatanın yaldızı nikelajı...
Organikti oyunlarımız sonra, cevizle “baş” oynardık mesela.
Türkülerimizin, oyunların hikayeleri gerçekti, “yaşamdan”dı hem.
“Ceviz oynamaya mı geldin odama /Nişanlın da bu mu da derler adama” türküsünün versiyonunu aynen mahallede yaşadık.
Kapıcının 15 yaşındaki kızı Güldane’yle evlenen 17’lik “delikanlı”, içgüveysi girdiği evden her gün kaçıp kaçıp bizimle misket oynardı da...
Kayınbabası İmdat efendi çok kızardı ona, ekmek-gazete servisine çıkmadığı için.
“Canlı”ydı oyunlarımız. Capcanlı...
Cırcır böcekleri ses çıkaran, “zırıltı” hevesimizi tatmin eden oyun malzemesiydi bazen...
Kurbağa, çekirge yarışları, altılı ganyan.
Sokak köpekleriyle kovalamaca, saklambaç da vardı zıp zıp. Mahallenin bobileriyle, iskambil hariç her oyunu oynardık.
Kertenkelenin eksilen bir parçasını bırakıp yaşamasından ders çıkarıp, “belkim bir kertenkeleydim” demek de vardı.
Can Yücel’den mülhem:
“Bir güzelin çirkiniydik /çirkinlerin en güzeli
yeşil koşsa güneşlerin gölgesi
biz en hızlı yeşiliydik /kurbağa yarışlarında annemizin...”
“Oyun” yarın da sürecek.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2011
BURÇLARA, yıldızların insanlar üzerindeki etkilerine inananlar da var. İnanmasa da astrolojiyi eğlenceli bulanlar da...
Belki de “burç meselesi”nin her dem popüler olması, iletişimsel balans ayarıyla da ilgili.
Bir insana yekten “Sen güvenilmez, iki yüzlü, kararsız, dedikoducusun” filan demek başka.
“Hava grubu, ikizler burcu insanı çift karakterli, kararsız, güvenilmez olur” diyerek, meseleyi kişiselleştirmeden dokundurmak başka.
* * *
Burçların kuvvetli bir cazibesi de, insanın kendisini, durumunu bir başka gözle, dışarıdan duymaya olan hevesidir belki.
Karakter testleri, fallar da insanı önce bu yönüyle yakalar.
Fala bakan “Yüreğin kabarmış, çok sıkılmışsın” dediğinde hafif bir iççekiş eşliğinde, onay veren bir baş hareketi yapmamamız neredeyse olanaksızdır.
Ve fala bakan “Yüreğin kabarmış, çok sıkılmışsın” dediği an rahatlar sanki biraz yürek:
“Beni anlayan var...”
* * *
Hepsi insanın içişleri ile yakından ilgili.
Uğurlu taşı, sayısı olan da var, lisede parke taşların çizgilerine basmazsa sevgiliye kavuşacağına inanan da...
Çünkü hemen her insanın “geçinebildiği masal”lar, inanışlar, yanılsamalar, kendi kendine yarattığı illüzyonlar var.
* * *
Onun için, deliyiz biz.
Eğer, Einstein’dan mülhem, “delilik aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, farklı sonuç beklemekse”... Hepimiz bazen, hepimiz biraz deliyiz.
Kişiliğimizin başköşesine kurulan “benlik beyi”ni yedirip-içirmiyor muyuz çoğu kez, aynı masalarda/masallarda.
Yaşadığımız hayatı değiştiremeyip, yaşadığımız hayatın bize yansımalarını bazen yalanlarımızla, -bazen daha masumu- yanılsamalarımızla rötuşlamıyor muyuz.
Yanılgı diye bir şey var ama “sanılgı” diye bir kelime yok değil mi?
Oysa olmalı şu andan itibaren. “Sanı”dan kaynaklanan koskoca hayat tasavvurları varsa... Sanılgı da var.
Yanılsama, sanırım brütü gerçeklerin.
Darası, kabıyla birlikte...
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2011
ESKİDEN, çok eskiden doğumgünlerinde, bazen yeni yılın arifesinde, aile fotoğrafları çektirilirdi. O günün mahalle stüdyolarında; mesela Stüdyo Emek’te, Foto Naci’de.
Sonra fotoğraf rötuşlanır (o zamanın mekanik photoshop’u), istenilen ebatta sunulurdu, o anını ölümsüzleştirdiğini düşünen aileye.
Oysa yoktu, ölümsüzlük.
Ve belki o toplu fotoğrafların çektirilmesinin tek nedeni, zaten ölümlülük bilgisiydi:
“Objektife gülümseyen bu insanlar, bir gün sadece bu fotoğrafta kalacak”.
Melih Cevdet Anday’ın dizelerindeki gibi, fotoğraflar insana ölümü hatırlatır:
“Dört kişi parkta çektirmişiz, Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
(...) Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.”
* * *
Bazen en “belgeli” yalanları, -sanılanın aksine- fotoğraflar söyler.
Çünkü en güçlü yalan, anlık bir gerçeğin üzerine kurulanıdır.
Askerlik ya da mutluluğu sadece o karede kalmış düğün fotoğrafları gibi...
Yıllar sonra, yıllardır yaşanmayan mutlulukların yanılsaması gibi durur o fotoğraf, artık “albümlenmiş” geçmişin jelatini arasında.
Yalanı, saniyenin 8’de, hatta 100’de, binde birinde başka ne tasarlayıp, inşa edebilir?
Oysa zaman durmaz ve zamanı bir karede donduran fotoğraflar, bazen sadece bu nedenle yalana yataklık eder.
Üstelik karanlık odalar kalktığından bu yana, günışığında, digital kameralarla...
GGG
Niye fotoğraf çektirirken en güzel gülümsemelerini, en derin-keskin bakışlarını, en iyi beden hallerini takınmaya çalışan insanlar, beğenemezler hiç bir fotoğrafını?
Ve neden fotoğrafını inceleyen her insan, fotoğrafından daha yaşlıdır.
Kendini yeni günlere tab edemediği için mi?
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2011
DÜN İtalyan oyuncu Marcello Mastroianni’nin 16. ölüm yıldönümüydü. Ana-babalarımız ve bizim kuşağın çocukluğu onu iyi tanır.
Mastroianni öldükten sonra kızı Chiara ile yapılan bir röportajı anımsadım.
Röportajda Mastroianni’nin Catherine Deneuve ile birlikteliğinden olan Fransız-İtalyan melezi, Akdeniz esmeri Chiara, “Bir aşkın meyvesi” olarak doğmaktan mutlu olduğunu söylüyordu.
Ve ekliyordu:
“Kafasına koyduğunu yapardı babam. Beni armağanlara boğardı, ardından ‘Sciocchezza (Önemsiz)’ derdi.”
Mastroianni, Deneuve’dan kızı doğduğunda bile, karısı Flora’dan ayrılmamıştı. Ve aynı kelimeyle affedilmeyi dilemişti Flora’dan:
“Sciocchezza... Catherine iyi bir kadın. İşte bak senin dizinin dibindeyim ya...” Ve cenaze töreninini hatırlıyorum Mastroianni’nin.
Önde Deneuve, ardında birbiriyle barışık bir “kadın cemaat”in görüntülerini...
Ahmet Altan ise “Sevdiğini söylememek” yazısında, şöyle yudumluyordu özsuyunu Marcello’nun:
“O bizim güçsüz, azarlanmaktan ve aşağılanmaktan ürkerek azarlanıp aşağılanan yanımızdı.
Bizde bir sahtekarlığa dönüşen güçsüzlük, onda içtenliğe dönüşüyordu.”
Ve açıklıyordu Altan, o vahim ikilemi:
“Onun hayatında daima bir kadın üzülüyordu, ama üzülen Marcello’nun üzülmemesini istediği kadın oluyordu.
Yakışıklı yüzü, yumuşak çizgileriyle hep bir kedi yavrusu gibi baktı kadınların yüzüne, hep sevildi, hep terkedildi.
O bizim içimizdeki kedi yavrusuydu.
Tek farkı kaplan numarası yapmamasıydı.
Onun için arkasından şefkatle üzüldük, onun için onu asla taklit etmedik.
En güçsüzümüz oydu, onun kadar güçsüz olmaya bizim gücümüz yetmedi.”
Biz ise kadınlar karşısında gücümüzü sahte kimliklerden, o kimliğe uygun üretilmiş mimiklerden/jestlerden, ezberlenmiş kelimelerden alırız çoğu kez.
Aşkımız da sakardır, aşıklığımız da...
Bir serüvendir sanki hepsi ve masumiyet değil, masuniyet, dokunulmazlık ararız o serüvenimizde. Güçsüzlüğümüzü örtmek için.
Sonra gelir zaman, iner perde...
Yorulur, yaşlanırız Necip Fazıl gibi:
“Akmayan yaşlarla sıcacık yüzün
Eğri dallar gibi halsiz, yorgunsun
Birikmiş sulardan daha durgunsun
Görünmez bıçakla içten vurgunsun
Geçti bir cenaze peşinde ömrün
Bilemem, vardığın neresi bugün
Hergün yürüdüğün kadar yürüdün
Arkasından kendi ölünün.”
Sen o yolda öldün, biz hiç öğrenemedik Marcello.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2011
DARAĞACINA çıkarıldığında 17 yaşındaydı, Erdal Eren. Yaşamak için “fazla suçlu”, ölmek için yeterince büyük olduğuna karar verdiler.
Bir ayda, avukatıyla bile görüştürülmeden “yargılandı”.
Kemik yaşına filan bakılmadan 31 yıl önce 13 Aralık’ta asıldı.
Yediği dayaklardan yaralı/bereli idam ettiler. Darbeye kan yetiştirircesine...
* * *
12 Mart darbesinin ardından “Darağacında Üç Fidan”dı kitabın adı.
12 Eylül’de gazetelere yansıyan ince-uzun silüeti, bir-iki solgun, çocuk fotoğrafıyla başka bir fidan.
Akrabası Teoman’ın “17” şarkısındaki gibi:
“Ömrü kelebek kadardı
Mektupları şişedeyken
Bir de bakmış deniz yokmuş
Daha 17’ymiş...”
* * *
Artık idam cezası yok.
Ama çocukları ölüme sallandıran, hayatına çepeçevre duvar ören zeminler heryerde...
“Parasız Eğitim İstiyoruz” pankartı açana, sınıfın, okulun değil cezaevinin kapısını açıyor bu ülke.
Ve ardından kapatıyor, bazen yıllarca...
* * *
Hopa olaylarından yargılanan gençlerin evinde yapılan aramada bulunan “Manifesto” kitabının yazarları için “Marks ve Engels isimli şahıslar” deniliyor iddianamede.
Duvara asılı posteri “aile fotoğrafı” sanıp, “Marks ve Engels’in yeğeni/torunu bunlar” demediklerine şükür.
* * *
Erdal Eren ve onun öldürdüğü öne sürülen (ama kanıtlamayan) er Zekeriya Önge için de “İki Çocuk” şarkısını yazmıştı Teoman:
“Ateş harlı delikanlılar
ne şehit ne kahramanlar
düşmansız bir savaşta
düştüler kalkmayacaklar...”
Erdal Eren’i hatırlamak, bu nedenle önemli. Şehitlik, kahramanlık, yoldaşlık filan adına değil, ölen çocuklar adına önemli...
Erdal Eren’i hatırlamak, Türkiye’nin çocuklarına karşı suçlu bir ülke olduğunu hatırlamaktır, aslında.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2011
BAŞKAN Melih Gökçek’in “teleferik projesi” ile ilgili haberimiz ve yazımın ardından okurlarımızdan da farklı görüşler geldi.
Bir okurumuz görüşünü şöyle özetliyor:
“Başkent Ankara’mızın çok daha önemli sorunları varken böylesine lüks sayılacak bir projeyi destekler nitelikte yorum yapmak bilmem gerçekçi mi? Bildiğiniz gibi ekonomi biliminin klasik tarifi şöyledir: İhtiyaçlar sonsuz ama kaynaklar kısıtlıdır. Ekonomi, sonsuz olan bu ihtiyaçları kısıtlı kaynaklarla, bunların önem sırasına göre en uygun şekilde karşılama sanatıdır. Sadece ulaşım alanında Ankara’nın çok önemli ve acil sorunu, toplu taşımacılık olup, gelişmiş batı ülkeleri bu sorunu yüzyılı aşkın süre önce çözmüşlerdir.
Ankara’nın çok geç kalmış olan metro sorunu çözümlenmeden teleferik projesi üzerinde durmak, daha az önemli ve lüks sayılabilecek bir ihtiyacı (teleferik), çok daha önemli ve acil olan ihtiyaca (metro) tercih etmek demektir.
Teleferik projesi,Ankara’da demir kafes-Gökkuşağı, Gölbaşı yolundaki villalar, alt ve üst geçitler karmaşası gibi sonu parlak olmayan projelerin akıbetine uğramaya mahkumdur. Sayın Melih Gökçek, Ankara’nın metro sorunu çözümlenmeden bu teleferik projesini başlatmaya kararlı ise bari Ankaralıların oyuna (referanduma) başvursun.”
Okurumuzun uyarıları, özellikle “yatırımda öncelik” ve “kaynak yönetimi” açısından gerçekçi ve önemli.
* * *
Bir başka okurumuz ise konuya “olabilirlik” ile ilgili farklı ve pratik bir açıdan yaklaşıyor. Teleferik için öngörülen Kızılay-Oran hattında TBMM, Genelkurmay, Kuvvet komutanlıkları ve bir dizi diplomatik misyonun bulunduğunu bunları gören, bu binaların yakınına uzanan bir teleferiğin mümkün olamayacağını esprili bir dille savunuyor:
Yazının Devamını Oku