17 Ocak 2012
DÜNYADA onca şey değişirken nostaljinin hafif sisli tadının peşinde değilim ama... Mahallelerin, sokakların yok olması, sokağın çocuklara kapanması ince bir sızı içimde.
Çocukların çığlık çığlığa kahkaha atacağı, bağıra çağıra kızacağı, hatta küfredeceği yerler kalmadı artık.
Bahçeler evlerin, evler apartmanların ve çocuklar hepsinin arasına sıkıştı.
Kahkahalar boğuldu, unutuldu duvarların ardında.
Epey geçti üzerinden.
İzmir Gaziemir’de parkta oynayan çocukların hal-i melali gazetelerde birinci sayfa haberi olmuştu.
Kahkahalar atarak, oynuyordu çocuklar...
En küçüğü 9, en büyüğü 13 yaşında.
Parkın yakınında oturan vatandaşın birisi, ‘ihbar’ ediyor, ‘kahkaha çetesi’ni polise.
O, gülümserken bile eliyle ağzını kapatan yetişkinlerden. Kahkahaya kimbilir kaç yıldır yabancı.
Unuttuğu ve ansızın çocuklardan duyduğu kahkahaları, teybe de kaydediyor. Suç kanıtı olarak.
Çocuklara “saldırmamak için kendini zor tuttuğunu” söylüyor, muhabirlere...
Ve polis yakalıyor ani bir operasyonla, ‘kahkaha çetesi’ni
Gözaltına alıyorlar, Adli Tıp’a götürüyorlar.
Savcı salıveriyor çocukları. Ama haklarındaki ‘yasal tatbikat sürüyor’...
‘Kahkaha çetesi’ tehlikeli.
Çünkü bulaşıcı, özellikle yetişme çağında.
Zorla bastırdı bu ülke kahkahayı.
Ekonomik, siyasi, polisiye baskıyla, darbeyle...
Asık suratlı, resim çektirirken bile gülümseyemeyen, hatta ilk gülümseme fotoğrafı haber olan siyasilerle bastırdı.
Bazılarının sadece seçim afişlerinde gördük tebessümlerini...
Kahkaha, komedi dizilerinin digital efektlerinde kaldı.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2012
“DÜNYALAR tatlısı hocalarımızdan biri. Kendisi de genç ve ruhumuzu okuyabilen bir öğretmenimiz.
Hani kuraldır ya o yaşlarda. Çoğumuz Ender Atlı ve Aydın Ankay hocalarımıza aşıktık!
Söylemesi ayıp değil bu saatten sonra...”
Geçen yıl bir öğrencisinin bu satırlarla andığı Cumhuriyet Lisesi Kimya öğretmeni Ender Atlı, dört gün önce aramızdan ayrıldı.
Muğla’da toprağa verildi.
Altmışlı yıllarını yaşıyordu ömrünün...
Sessiz, sitemsiz ayrıldı dünyadan.
Arkadaşlarının “Kimya 68’liler” çelengi eşlik etmiş ona son yolculuğunda.
Sadece fiziğiyle, gençliğiyle, yelekli takım elbiseleri, yakasındaki Judo rozeti, stiliyle değil siyasi, ilerici kimliğiyle de bir dönemin “marka” hocalarındandı.Öğrencileriyle mezun olduktan sonra da görüştü. Onlarla dünya görüşünü, mücadelesini paylaştı.
O kuşağın farklı, genç hocaları gibi o da çekti payına düşeni...
Ki çoğunun payına cezaevi, sürgün, kuytularda saklı geçen yıllar, işsizlik düştü.
Güzel anılar, güzel fotoğraflar bırakmış geride.
Ve gerçekten, benim de bizzat tanıdığım bir çok kız öğrencinin “platonik aşk soyağacı”nda yer aldı Ender Hoca.
Sınıfta devam rekoru kırıldı bir çok dersinde...
Beni ve soy arkadaşım Sedat İnce’nin kopyasını da o yakalamıştı.
Yanyana oturanları A-B-C gruplarına ayırıp, farklı sorular soruyordu yazılılarında.
Biz Sedat ile yanımızda oturan ve Kimya’yı iyi bilen Avni’nin grubundan olmuştuk çaktırmadan.
Her şey yolunda gitmişti.
Yazılı sonuçlarının açıklanmasına geldi sıra. Ender Hoca ikimizin kağıdını sona ayırmış:
“İkinizin de kağıdı 6. Ancak biriniz birinizden kopya çekmiş. Kopya çeken kimse söylesin, ona 0 diğerine 6 vereceğim...”
Çünkü Avni’den kopya çekerken, redoks değerlerinde bir sapma olmuş.
Yani Sedat ile sadece doğru yanıtlarımız değil, yanlışlarımız da tıpatıp aynı.
Biz de kaldık ayağa, muhbirlik edecek değiliz ya:
“Haklısınız hocam kopya çektik, siz ikimize de sıfır verin...”
Dönem bitti, ikimiz de Kimya’dan geçtik.
Ender Hoca dürüst davrandığımız için ikimize de 6 verip, Kimya’dan geçirmiş.
Varlığı hala aklımızdadır.
Ne kıymetli değil mi, bir insanın vedasının ardından geride güzel, iyi anı kesitleri bırakması...
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2012
SİNEMANIN, filmin başkenti İstanbul’du hep... Dizi filmin, aşkın, polisiyenin de başkenti...
Ancak Emrah Serbes’in “Her Temas İz Bırakır” ve “Son Hafriyat” romanlarının ardından hızla herşey değişti, değişiyor.
“Bir Ankara Polisiyesi: Behzat Ç.” dizisi tiryakilik yarattı, üstelik İstanbul’un “cinayet esnafı”nın değil “Ankara’nın manzaraları”yla...
Ötesi ince dokundurmaları, hicviyle...
“Merkez dinliyor 45 32.”
“Biz heykel tarafını tuttuk, öbür ekip havuzun oradan gelsin. Tamam.”
“Hangi havuzun?”
“Ya bu milletin oturup bira içtiği havuz yok mu?”
“Havuz mu kaldı, doldurdular orayı.”
“Ya uzatma Merkez! Oradan gelsinler işle.”
Yukarıdaki Sakarya komedisi gibi, Ankara’dan yitip gidenleri de aldılar diziye...
Başkent’te yıllardır eleştiri konusu olan “kullanılmayan üst geçitler”e de geldi “Behzat Ç. ayarı”
Dizinin sevilen karakterlerinden Hayalet, “Bu kadar ıssız yerde adam kessen kimsenin ruhu duymaz” dedi.
Dizinin diğer komiseri Akbaba da üst geçit diyaloğuna, “Üst geçidi kullanan zaten bir kişi var, onu da öldürmüşler” diyerek katıldı.
Hayalet de “Geçitteki merdivenlere bak, bu merdivenler adamı öldürür” yanıtını verdi.
Dizi tüm Türkiye’yi Kızılay’dan Dil-Tarih’e, Kuğulu’dan Atakule’ye, Çin Çin’den Dikmen’e Varlık’tan Çiftliğe semt semt dolaştırdı.
Hem Ankaralıydı üstelik, hem de sahici?
Romanda taksici, esnaf da, pavyon da vardı, “öğrenci alemi” ile “polis alemi” de.
Sosyal medyada da Ankaralı esprilerle, tanıtım fırtınası estirdi:
“Bir Ankara Dondurması. Atatürk Orman Ç.”
Mesela, “Asmalı Konak’ın Ürgüp’te başlattığı konak turizmi gibi, Behzat Ç.’den sonra da Ankara’da bir pavyon turizmi başlar mı acaba?” twitleri renklendirdi alemi...
Ankaralı dizi “Deniz Yıldızı” da pırıl pırıl parlıyor yıllardır. Dizileri Ankara’da çekilen filmler izliyor.
Filmler, dizilerle sadece Ankara’ya değil Eskişehir’e de kayıyor hızla sektör.
Çünkü bu kentlerde “mekan” var.
Bugün manşetimizdeki haberde duyurduğumuz gibi Çin Çin katılıyor film platoları arasına...
Demek ki öncelikle mekanları yitirmemek, korumak gerekli.
Özellikle bu kentsel dönüşüm curcunasında “şirin mi şirin gecekondu evleri”nin bir bölümü, bazı bölgeler sanki “yaşayan bir müze, bir nostalji mekanı” gibi korunmalı aslında.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2012
UNUTUYORUZ “an”ı yaşamayı... Her yılbaşında, takvim yaprakları hazan rüzgarına kapılmışçasına döküldüğünde; o an, sadece o an geliyor aklımıza yıllar.
Unutuyoruz sonra. En tıknefes rüzgarda boynu bükülen fidanları andıran, körpe umutlar büyütüyoruz her yeni yılda.
Yeniliyoruz umutları... Takvim yaprakları gibi. Kopardıkça, altından yenisi çıkan...
Bir yıldan kurtulup, başka bir yıla sığınan ‘kazazedeler’ gibiyiz.
Geçen yıllar, batık gemilerin isim plaketleri gibi gözlerimizde. Ve her yeni yıl, anıları yağmalayan bir korsan gemisi...
Usulca giden her yılda, kaybetme endişesi daha bir siniyor yüzümüze.Çünkü 24.00’ü ‘vuran’ saati, alamıyoruz geriye. Yine fark ediyoruz; saatin saniyelerinin nabzımızdan daha hızlı attığını.
Her 60 dakikada tamamlandığında ve ‘ding dong’lar her seferinde ‘bir’ fazlalaştığında ‘bir’ azalıyoruz.
“Ömür” diyoruz, “Azmış gerçekten”... Ama saatte değil, takvime bakarak.
“Çözülen bir yün yumağı” ya da denize kumsal olamayan bir kum saati gibi akıp gidiyor günlerimiz.
Yitirilen anıları, yamamaya çalışıyoruz yenileriyle. Ama o ‘eski kumaşlar’ın solan rengini, tutturamıyoruz bir türlü.
Rengini kaybeden anılardan ‘patchwork’ler, sıra dışı tablolar yaratıyoruz.
Oysa sadece fotoğraflar yalan söylemiyor.
Bir de takvimler...
Aslında bir yılı değil, bir yüzyılı deviriyor umutlarımız. Her yıl 365 güne bölünen, o mutluluğun peşinde...
Bugün, geçen yılı bir hafta devirdik işte.
Ve “Düne değil yarına gülümseyin” diyor 2012 takviminin kapak kızı.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2012
ŞAİR Cemal Süreya yirmili yıllarda Eskişehir Vergi Dairesi’nde başlamış memurluğa. Orada aşık olmuş. O dönemde yazdığı şiirlerini kitaplaştırdığında adını Üvercinka koymuş.
Şöyle anlatmış “üvercinka”nın neliğini:
“Anılması güvercinle karışık bir ad. Bir kadın adı. Barışa, aşka dönük bir kavram...”
Sonra Ankara’ya geldiğinde 1960’lı yıllarda her sabah Kızılay’a Ahmed Arif ile yürürmüş.
Bazen Karanfil Sokak’ta mola vererek, yalnızlığı çoğaltırlarmış.
Bütün hüzünleri dener kendinde. Bir bir dener de, yeni sözler bulur sevgiliyi görmeyeli.
Mırıldanır, o şehrin alınması bahasına:
“Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası.”
Süreya 22 yıl önce bugünlerde, 9 Ocak’ta ayrıldı dünyadan.
“Keder basınca bilhassa hatırlıyor” onu, insan.
Ki bir şehri, bir kadını ve şehirle aşkı bir araya getiren o “an”ı tanımak için mutlaka şiirin izini sürmeli insan.
Süreya’nın her şiirinde şehir, her dizesinde sokaklar, caddeler, bahçeler, kapı araları vardır.
Kapı aralığında sevgiliyi soluğundan öper, sonra caddelere çıkar, kaynağından öper...
Trenleri bir başına arşınlayan yalnız adamdır. Bir çiçek görür trenin penceresinden, alır bağrına basar; “Bastım ki, yalnızlığımmış”...
Sokaktaki insanın gözlerinde yitirdiği iki şeye dalmıştır sanki:
“Arada bir barış, arada bir gökyüzü...”
Metin Altıok Süreya’yı “Ankara Prensi” olarak tanımlar dizelerinde.
Ahmet Telli’nin ise şehre sitem eter. Ve siteminde hem sokak, hem rakı, hem Süreya vardır:
“Posta Caddesi, Taşhan, Karpiç ve diğerleri
Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da
Belki bundandı Cemal Süreya’nın Kızılay’da
Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması.”
Madem önümüz kış, bir süre daha...
Şairin önerisiyle koyalım biz de noktayı:
“Kırmızı bir atkı al sade, yalnızlığını saklar.
Edip Cansever okuma bu kış ruhunu sakatlar...’’
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2012
“EĞER bu toplulukta, Sezar’ı çok seven bir dostu varsa, ona derim ki Sezar’a karşı Brutus’un duyduğu sevgi, onunkinden aşağı değildir.
Eğer o dost, Brutus’un niçin Sezar’a karşı ayaklandığını sorarsa, ona cevabım bu:
Sezar’ı daha az sevdiğimden değil, Roma’yı daha çok sevdiğimden.”
William Shakespeare’in Julius Caesar’ından bu tirat. Brutus’un Romalılara yaptığı konuşma...
İonna Kuçuradi, ‘Sanata Felsefeyle Bakmak’ kitabında, Romalıların Sezar’ı tanrılaştırdığından sözeder. Sezar tanrılaştıkça, Romalılar kendini köleleştirmektedir.
Tam bu noktada bir ikilem, bir felsefi çıkarsama seriliyor ortaya. Sezar’ı seven, Romalıları -yani kendini- sevmemektedir. Çünkü o sevgi, onları köleleştirmektedir.
Sezar Roma’yı çöküşe sürüklemektedir. Bu açıdan, Roma’yı seven de, Sezar’ı sevemiyordur.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2012
HER yılbaşı bize “tartışma” getirir. Senede bir gündür, şarkıdaki gibi...
Ama o bir gün bile bazen bize fazla gelir.
Belki lüzumundan fazla önemsediğimiz ya da lüzumu kadar önemsemediğimiz için.
Geliyor ya yeni yıl hemen başlarız, neyini, nasılını bildik cümlelerle tartışmaya...
Hani “yılbaşı münazaraları” başlığını verip biraraya getirsen, kitap da olur, dizi de...
Bacadan-kapıdan Noel Baba, çam ağacı, vitrin süsleri sızar tartışmaya.
Sonra yeni yıl hutbeleri ile alevlenir ya da yatışır münazara...
Olmadı, meydanlardaki toplu yılbaşı partileri taciz eder ekranları, gazete sayfalarını.
Öyle ki, geçen yıl İstanbul’da bizzat yaşandığı gibi, bir yanda Noel Baba tartışılırken, öte yanda Noel Baba kılığına giren sivil polisler Taksim’de tacizci avı başlatır.
Kimi stiline, yaşam tarzına, kimi olanağına, kimi geleneğine, çoğu da keyfine göre kutlar yılbaşını.
Bazısı da kutlamaz.
Bizim yılbaşımız, aybaşımız (maaşımız/sancımız) niye dünyada, Batı’daki gibi topluca kutlanmıyor muhabbetine girmeyeceğim elbette.
Herkesin yılbaşısı kendine...
Senede bir gün kutlanan o mahut, alışılmış yılbaşılar, bana her günü birbirine benzer geçen bir ömrü de hatırlatır.
Hani ana başlıklarıyla benzerdir belki de, asla aynı değildir.
Çünkü mekan aynı da olsa her an farklıdır.
Misal hep aynı yerde kutlanan yılbaşı bile karı, yağmuru, “mevsim”i, o “an”dan geçen, sonraki fotoğrafta artık olamayan ya da fotoğrafa yeni katılan insanlarıyla, o sadece mevzu açan muhabbetiyle bile farklıdır:
“Bu yıl yaprak sarma, biraz iri mi olmuş?”
Eğer oradaki fotoğraflar külliyen bir ömrün yıllara bölünmüş albümüyse, “hayat” da fotoğraflardaki birbirini izleyen farklı “an”lardır aslında.
Yeni günlerin güzel gelmesi dileğiyle...
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2011
BİR hikaye vardır, ki çocuklara masal yerine defalarca onu anlatmalı... Efendim, ateş, su, rüzgar ve vicdan sıkı arkadaş olmuşlar.
Eh, “bir insan” olmadıkları için de çok iyi anlaşmış, çok sevişmişler.
Çekememezlik, dedikodu, ihtiras filan girmemiş aralarına...
Bir gün içlerinden birisi kaygıya kapılmış:
“Ya ne kadar iyi arkadaşız, hep birlikteyiz. Ama bir gün kaybolursak, nasıl bulacağız birbirimizi...”
Ateş, “Dert değil” demiş, “Ben nereye gidersem gideyim, dumanımı görüp o yöne gelir beni bulursunuz”...
Su da rahat konuşmuş:
“Beni kaybedersiniz, su sesini dinleyin neredeyse ben de oradayım.”
Rüzgar ise, şöyle bir esip, gülümsemiş; “Beni kaybetmezsiniz merak etmeyin...”
Vicdan ise arkadaşlarına bakıp, düşünmüş bir süre:
“İyisi mi siz hiç beni kaybetmeyin, biz bir kez kaybolursam, bir daha kolay kolay bulunmam...”
Kıssadan hisseler zamanla aşınmış, eskimiş, hatta geleneklerle, “atasözleri” ile fazla hem-hal olduğu için bazıları raf ömrünü bile doldurmuştur ama...
Bu örnekte nabzı yakalıyor.
Vicdan kaybedildiğinde, kolay bulunmuyor doğrusu.
Ötesi, tek başına kaybolmuyor.
Vicdan yiterse, yanında etik, hoşgörü, empati, dürüstlük, diğerkamlık, şefkat gibi bir çok şeyi de beraberinde götürüyor.
Hatta sevgi gibi bir çok duygunun altını oyuyor, içini boşaltıyor.
Ancak yine de bu hikayeye küçük bir ek gerek.
Ateşi dumanından, suyu şırıltısından, rüzgarı esintisinden kolayca bulduğumuz gibi, kaybolan vicdanın yarattığı eksikliğin, boşluğun belirtilerini de görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz artık her gün.
Yaşıyoruz, yokluğunu...
Ancak bulmak, daha çok çaba gerektiriyor.
Algıdan, akıldan öte, daha kalben bir çabayı...
Yazının Devamını Oku