13 Aralık 2011
TELEFERİĞE ilk kez Uludağ’da binmiştim.
Kuşbakışı yemyeşil bir doğa turu olarak hatırlıyorum.
Ardından dönemin Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok teleferiği gündeme geldi.
Çok eleştiren oldu başlangıçta, benim de soru işaretlerim vardı ama hemen eleştirmenin yapıcı olduğu düşüncesinde değildim.
“Ne gerek var, neden olsun” çıkışlarına, başka bir sorunun değerini bilerek kuşkuyla yaklaştım:
“Neden olmasın?”
* * *
Keçiören’de teleferik bitince gittim bindim ve bambaşka bir görsel keyifle karşılaştım. Bildiğim bir semti, havadan görmenin keyfi...
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2011
KENTSEL yaşam alışkanlıklar yaratır, elbette yaratır da... İnsanların alışkanlıklarının yarattığı, hatta deforme ettiği kentler olmaz mı?
Alışkanlığı, beş aşağı beş yukarı, “düşüncelerimizi, duygularımızı, davranışlarımızı yönlendiren ve zamanla otomatik bir tepki, hatta refleks haline dönüşen davranışlar” olarak tanımlıyor uzmanlar.
Tanımların tümünde, bir “yapma”, bir “edim” yönü var.
Oysa bakıyorum da, yeni alışkanlıklar “yapmama” üzerine kuruluyor çoğu kez.
Mesela Ankara’daki “kent yaşamında”...
Kitap okumama alışkanlığını geçelim, o ulusal sorun.
Tiyatroya, konsere gitmeme, hakeza.
Trafiğe gelelim, mesela.
Örneğin, kırmızı ışıkta durmama, duranı da beklemeyip “yürü” kornası çalma alışkanlığı.
Yayaya ya da başka otomobile yol vermeme
Sinyal vermeme...
Sıra beklememe....
Merdivenlerin sağından inmeme, sağından çıkmama.
Cep telefonunda alçak sesle konuşmama...
Alışveriş merkezinde kasada, kredi kartını, market üye kartını önceden çıkarmama ve kuyruğun “of-pof”u eşliğinde çantada arama...
Alışkanlık mı, alışkanlık.
Biliyorum. Sürekli yapıları, yolları, sokak isimleri, adresleri, dokusu değişen bir kentte alışkanlıklar edinmek kolay değil.
Ya da bu kaos, ancak suya sabuna dokunmadan yaşamayı alışkanlık haline getiriyor.
Yapmamaya, gelişmemeye dayalı, yorgun alışkanlıkları besliyor.
Ve toplu yaşam adabına, kent demokrasisine saygı göstermeme alışkanlığını...
Üstünü de başka bir tül örtüyor, zaten:
Olan-bitenin farkına varmama...
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2011
“HİÇBİR ressam eline ilk kez boya geçiren küçük bir çocuk kadar güzel resim yapamaz. Ama çocuk yaptığı resmin bir oyun olmaktan çıktığını anladığı zaman, artık o resmi yapamaz olur...”
Resimle, hatta sanatla ilgili hiç unutmadığım bu cümleyi kuran Cihat Burak, hayata veda ettiğinde İstanbul’daydım.
Tam 17 yıl olmuş ama bugün gibi hatırlarım.
Cuma günüydü...
Ve İstanbul, Ankara Mart’ının aksine, güneşli ve ılık, erken bir bahar günü armağan etmişti bana.
Nüfus kütüğüm ve sık sık da gönlüm İstanbul’dadır hala.
Ve her gidişimde yeniden sevdalanırım İstanbul’a, sanki ilk kez görüyormuşum gibi...
Belki de İstanbul hala, küçük bir çocuğun oyunu gibi benim için.
Resmini çizemesem de, rengini hissederim.
Ki mutluluğun resmini yapmaktan bile zordur artık, İstanbul’un resmini yapmak. (Bu arada ölümünden önce ressam Abidin Dino tanıştırmış Nazım’la Cihat Burak’ı. Ve 07/12/1993)
Cihat Burak’ın öldüğünü duyduğumda, hiç karşılaşmamış olsam da, uzaktan da olsa “tanıdık” birisinin ölümüne benzer hafif bir sızı duymuştum içimde.
Resimlerindeki kedileri bilirdim.
Tualinin kıyısında ama yaşamın parçası kedilerini...
Ve en çok “Şairin Ölümü” tablosunu severdim.
Nazım Hikmet’i resmettiği tablosunu...
Internet güzel şey, imkanlı şey...
Girin arama motorlarına bakın tabloya, isterseniz.
Kedisi, hücresi, yazı masası, hokkası, karyolası, şiiriyle Nazım.
Ortadaki resimde ise “Şairin Ölümü”; elinde hasret şiiri, enfarktüs geçirdiği göğsünde çiçekler, omuz kıyısında iki güvercin...
Yanyana üç resimden oluşan triptik panoda Nazım’ın sevdalıları Piraye ve Münevver hanımlar da var.
İlk kez 1968’de sergilenen tabloda, 68 kuşağının protesto yürüyüşleri, güvercinler ve elbette kedi de...
Yanılmıyorsam Özgür Uçkan’ın bir yazısıydı.
Burak’ı “yalnızca çocuklar, deliler ve ilkeller için görülebilir olan ara-dünyaları resmeden” Paul Klee’ye benzetmişti.
Çocukça, delice duygular.
Dünyaya hükmedebildiğimiz ara-dünyalarımızda, başka neyimiz var?
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2011
ARŞİVLERİ karıştırmak habercilerin başucu meşgalesidir.
Bazen “yaşlanmış haberler”e rastlarsınız arşivlerde bol bol...
Tıpta, teknolojide yenilik haberleri çabuk yaşlanır örneğin.
“İlk böbrek nakli” manşetinin üzerinden bir-iki yıl geçer, böbrek nakli eğer bağışlayan-bağışlanan arasında bir hayat hikayesi yoksa sıradan habere dönüşür birdenbire...
Bazen de arşivdeki gazetelerde “hiç yaşlanmayan haberler” çarpar gözünüze.
Misal, tam dört yıl önce bugünkü manşetimiz.
Ankara’nın olmayan gece ulaşımını taşımışız manşete.
Bir kaç gün boyunca da kentin bu sorununu, çözüm getirilmeyen bu kentli hakkını işlemişiz gazetemizde...
* * *
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2011
ÖNCE bir düzeltme ve özürle başlayayım. Arkadaşımız Saim Tokaçoğlu 26 Kasım’da “Köşem Sultan”ın gazetemizdeki yazısında aktardığı metnin Can Dündar’a ait olmadığını vurguladı.
Hep aklımıza gelen ve bu nedenle büyük özen göstermeye çabaladığımız “sanal imza olayı” bizim ilk kez başımıza geldi.
Yazı internette “Can Dündar” imzasıyla dolaştığı için, yazarın kaynağından değil “internet üzerinden” yaptığı alıntı, yanlışı köşesine de taşıdı.
Internette bir çok kişinin pek fark etmediği hatta -maalesef- önemsemediği yaygın bir tuzak bu aslında.
Öyle ki Tokaçoğlu’nun editörlüğünü yaptığı Can Dündar’ın resmi web sayfasında “Sahte yazılar” başlığıyla ayrı bir bölüm bile açılmış.
Ve bu bölümde internette Dündar’ın imzasıyla dolaşan ama ona ait olmayan tam 26 yazı var!
Toplasanız “Sahte Yazılar Kitabı” olur.
* * *
Bu trajikomik ama vahim durumun temelinde öncelikle “özensizlik”, “aldırmazlık” yatıyor elbette.
Özensizlik internet kullanıcılarından başlıyor; iletiyle aldığı, internette dolaşırken gördüğü bir şiiri, yazıyı altındaki imzayı önemsemeden anında başka kullanıcılara aynen gönderip, çoğaltıyor.
Bu dolaşım, bir dikkat ya da sorgulama eksikliğiyle, “gözden kaçma” ile rahatlıkla medyaya da yansıyabiliyor.
* * *
En yaygın örneği, şiir sitelerinde görülüyor.
Bazı siteler, şiire de, şaire de saygılı.
Arama motorlarıyla, şiir metninden bir dizeyle ya da şairin ismiyle, istenen şiire ulaşıyorsunuz. Ve bu, yazıcıdan kopya alıp, sevilen bir şiiri cepte gezdirmek, dostlarla paylaşmak olanağı da veriyor.
Ama elden ele dolaşan iletilerdeki şiirlerin bir çoğunda “sahte şiir” durumu var.
Can Yücel ve Nazım Hikmet’in imzasıyla dolaşan bir çok şiir, o şairlere ait değil mesela.
Şiirdeki bu “sahte”liği fark etmek, “sahte yazı”ya oranla çok daha kolay.
Yazılarda ise bazen durum daha müşkül.
* * *
Belki burada ilk tedbir ve ilk etik ilke, yazarların yazılarında kullanacakları alıntıları internetten değil mutlaka “gerçek kaynağından” yapmasıdır.
Bununla beraber, “yazıişleri”nin de alıntılardaki kuşkucu refleksini her an muhafaza etmesidir.
Tekrar özür diliyor ve bu hatamızı, yazara, şaire, şiire, özen ve saygı gereğini hatırla(t)manın tatsız bir vesilesi olarak görmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2011
BAZI şarkıları sözleri, bazılarını da söyleyen “ses”leri unutulmaz kılar.
Bazı şarkılar, türküler ise “eski ses” gerektirir. Hatta plaktan ince bir cızırtı...
Söylendiği, “çağrıldığı” (çığrıldığı değil) dönemin solgun rengini, haleti-ruhiyesini (de) hissetmek için.
Sempati için ille empati gerekmez değil mi?
TV ile ufku giderek ekranlaşan gözbebeğimize, bazen hiç kimseye benzemediği için gelir kurulur, bazı insanlar...
* * *
Biz ise daha çok “benzerlikten” devşiririz beğenilerimizi.
Mesela Edit Piaf’ın evcilleştirilmişi Mirelle Mathieu, bizim kuşağın popülerlerindendir.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2011
ANKARA Cumhuriyet Lisesi’nden önce genç öğretmenlerimizi hatırlıyorum. Hep sevgili hocalarımız diye andığımız genç öğretmenleri...
Bir ara pos bıyık bırakan, farklı stiliyle dikkat çeken Kimyacı Halas Onbulak.
O kısa süre sonra gidince yine Kimyacı Ender Atlı. Judo da bilirdi, ama üzerimizde kullanmadı..
Kadrini pek bilemediğimiz kıymetli Fizikçi Alpay Tolon...
Resim’e gerçek bir melek, Gönül Akbay. Ve onun hem kuvvetli, hem hoş Karadeniz esintisi eşi ressam Osman Akbay. Osman baba...
Edebiyat’ın efsane hocalarından, demokrasi öğretmeni Muzaffer Gürses.
Matematik’e “Cebir ve Geometri’den birisinden geçin, diğerinden ben geçireceğim” diyen, İsmail Evyapan.
Edebiyatın divan koridorlarında dolaştıran, şiirin tarihi sütunlarını belleğime yerleştiren Sabahat Dökmen.
Mahmut Hoca tiplemesinin en çok yakıştığı isimlerden, yönetici-bedenci Sabri Öter.
Aydın Ankay vardı sonra, felsefeden çok psikoloji konusunda unutmadığım bazı kavramları, konuları ilk öğreten.
Matematik hocamız Saadet Tanrıöver derslerini pek dinleyemedik, hayatımız boyunca “edebiyat şubesi”nin peşinde olduğumuzdan...
Tarih’e dünyanın en sabırlı hocalarından Mediha Şener gelirdi. Yorduk onu, üzmüşüzdür de...
İsmini hatırlamadıklarım da var elbette...
İsmini hatırlayıp da böylesi bir günde onu “öğretmen” sıfatıyla anmak istemediklerim de...
Geçmişime kazılı bir sevgisizlik, bir kin filan değil elbette bu, ama diğer isimlerin yanında eğreti duruyor suretleri hafızamda...
Ve üniversite “öğretmenler”im oldu, bu yazıda sadece isimlerini yazıp geçemeyeceğim kadar kıymetli... Y.Ö. (Yökten Önce) ve Y.S. (Yökten Sonra) dönemde çok şey öğrendim hepsinden.
Aralarından üçünü, şimdi hayatta olmayan üç ismi anmak boynumun borcu...
Öğrencisi olup da sonradan dostluğuna, arkadaşlığına yeterince doyamadan yitirdiğimiz Güven Etkin, Ünal Nalbantoğlu ve Bilge Karasu.
Üç farklı stildir, üniversite künyemizde...
Bir çoğu, 12 Eylül darbesiyle darmadağın edilen, yök sayılan isimler arasına karıştı.
Çok çekti, çoğu... Kimine sürgün, kimine cezaevi, kimine işsizliğin koridoru düştü.
Ama varlıkları hep bir “bilgi” çağrışımıyla düştüğü için aklıma, hepsi anı olamayacak kadar taze hafızamda.
Öğretmen Günü (u)mutlu olsun.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2011
ESKİŞEHİR Büyükşehir Belediyesi, ilk kez ödemelerde kullanılacak bir kredi kartını “şehir kartı” olarak hayata geçirdi. Eskişehirli artık Esparacard ile 35 liraya kadar alışverişlerini “temassız ödeme” özelliğinden faydalanarak, şifresiz yapacak.
Bu yolla ödemeler hızlanacak.
Bu rakamın üstündeki harcamalar ise şifre girerek gerçekleştirilecek.
Esparacard sahipleri tramvay ve otobüslerde de “temassız ödeme” özelliğinden yararlanabilecek.
Kart sahipleri yıl sonuna kadar günde iki kez ücretsiz biniş hakkına sahip olacak. Ayrıca çeşitli firmalardan yüzde 10 indirim kazanacak.
Esparacard’da anlık olarak 500 TL bulundurulabilecek. Kart, nakit çekime kapalı olacak.
Eskişehir Porsuk Çayı ve bulvar düzenlemeleriyle, tramvay ve yaya bölgesi uygulamalarıyla örnek bir kent oldu.
“Şehir kartı” uygulamasını, ne ölçüde yaygınlaşacağını, artılarını, eksilerini izlemekte yarar var.
Çünkü özellikle belediye hizmetlerinde, ödemelerde, ulaşımda “hız” ve pratiklik önemli.
Bugün manşetimizde yer alan “metro tarihi” ise 17 yıldır uyuyan umudumuzu pekiştiriyor.
AK Parti Ankara İl Başkanı Murat Alparslan’ın metro sürecinin
planlandığı takvime uygun gittiğini, bir aksama yaşanmadığını açıklaması ve yerel seçimden önce “üç hattın” da yetişeceğini vurgulaması önemli...
Gerçi metro konusundaki her vurgulama bana “kaybolan yılları”, yani vaatlerle geçen 17 yılı da hatırlatsa, somut bir tarihin hem bakan, hem başkan tarafından açıklanması önemli.
Darısı, ne olacağı belirsiz biçimde Eskişehir Yolu’na yaslanan “dev kafes”in akıbetine diyerek, noktayı koyabilirim.
Yazının Devamını Oku