DÜN “mahalle” ve “oyun”da imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış son kuşak olduğumuzu yazmıştım.
Çepeçevre çevreciydik de üstelik. Kendinde çevreciydik; pet şişe yok ki mesela kapak toplayalım. Kadınlarda kürk vardı ama, bizim mahalleye anca “etol” cürmünde yansırdı bir-iki teyzede. Tüm oyunlarımızın malzemesi geri dönüşümlüydü. Kukalı saklambaçın kukası Filiz çayın teneke kutusu, kılıç tahtadan/kalkanı ambalaj mukavvası... Sanayide karıncalanıp araçlardan sökülen rulmanlar, tornet tekerleği. Atılmış gazoz kapağı farı, sigara paketinin, çikolatanın yaldızı nikelajı...
Organikti oyunlarımız sonra, cevizle “baş” oynardık mesela. Türkülerimizin, oyunların hikayeleri gerçekti, “yaşamdan”dı hem. “Ceviz oynamaya mı geldin odama /Nişanlın da bu mu da derler adama” türküsünün versiyonunu aynen mahallede yaşadık. Kapıcının 15 yaşındaki kızı Güldane’yle evlenen 17’lik “delikanlı”, içgüveysi girdiği evden her gün kaçıp kaçıp bizimle misket oynardı da... Kayınbabası İmdat efendi çok kızardı ona, ekmek-gazete servisine çıkmadığı için.
“Canlı”ydı oyunlarımız. Capcanlı... Cırcır böcekleri ses çıkaran, “zırıltı” hevesimizi tatmin eden oyun malzemesiydi bazen... Kurbağa, çekirge yarışları, altılı ganyan. Sokak köpekleriyle kovalamaca, saklambaç da vardı zıp zıp. Mahallenin bobileriyle, iskambil hariç her oyunu oynardık. Kertenkelenin eksilen bir parçasını bırakıp yaşamasından ders çıkarıp, “belkim bir kertenkeleydim” demek de vardı. Can Yücel’den mülhem: “Bir güzelin çirkiniydik /çirkinlerin en güzeli yeşil koşsa güneşlerin gölgesi biz en hızlı yeşiliydik /kurbağa yarışlarında annemizin...” “Oyun” yarın da sürecek.