Yaşar Sökmensüer

Kulağın çınlasın Gençlik Parkı

22 Kasım 2011
“MÜSLÜM Baba”nın -yeniden- Ankara’ya geleceğini duyduğumda, altı yıl önceki manşetimizi buldum.

Ankara Hürriyet’de 26 Aralık 2005’de manşetimize, “Akustik’e Veda” başlığını atmıştık.
Manşetimiz, yeniden açılacak olan Gençlik Parkı’nın uygulanacak “içki yasağı” ile artık “İçkili Aile Gazinoları”na veda edileceğini şöyle anlatıyordu:
“Başkent her yıl kimsenin haberi olmadan havuzun yanındaki “içkisiz aile gazinosu”nda bir ay arkadaşına “vefa için” sahne alan Müslüm Gürses’e de veda edecek.
Gazinoda 3 TL’ye “Akustik Şampanya: Sanatçı şampanyasıdır içilmez” etiketli gariban şampanyası patlatma dönemi de kapanacak.
Orta halli müşteriler, şerefine şampanya patlatıp Müslüm babayı masasına da oturtamayacak...”

* * *

Evet, haberimizde 6 yıl önce bu satırlarla anlatmışız “Gençlik Parkı’na veda”yı...

Yazının Devamını Oku

Beni usul, yolca götür

20 Kasım 2011
“BUGÜN görüş günümüz Dost kardeş bir arada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba! (...) Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cıgaranın ateşi
Gitme dayanamam...”
Ne zaman, nerede, birbirini seven insanların arasına engel girse; ister Propaganda filmindeki gibi bir hudut, ister görüş sırasında kalın cam, tel ya da parmaklık, ister yoğun bakım servisinin ekranı-camı, ister çok bağıran düdüğüyle uzaklaşan bir trenin penceresi, aklıma Enver Gökçe’nin bu dizeleri gelir.
Ve ıslığıma bu dizelerden bestelenen müzik.

Enver Gökçe 1929’da gelmiş Ankara’ya. Ailesiyle, 9 yaşında...
Eğin’den kara yoluyla, hanlarda yata kalka, tam 11 günde...
Şimdi ölümünün 30. yıldönümü.
19 Kasım 1981’de, 61 yaşında veda etti hayata.
Son yıllarını geçirdiği bir huzurevinde...
Adı huzureviydi o günlerde, Seyranbağları’ndaki izbe bakımevinin.
Arkadaşım Dilek ziyaret etmişti onu, yıllarca önce.
Gözleri dolu dolu anlatmıştı, bir şairin ıssızlığını.
Az ve acı konuşurmuş, yalnızlığında...
“Beni usul, beni yolca götür” diyormuş sanki yalnızlığının kıyısında sabırsızca bekleyen ölüme, son günlerinde...
Velhasıl, Ankara’ya gelirken de, Ankara’dan giderken de bulamamış huzuru.

Hatırlıyorum hepsini ama elbette yetmiyor hatırlamak.
Çünkü Gökçe’nin dediği gibi, bazı anlarda/demlerde “Yolların, yolcuların /Akşamla değişen şeylerin haricindesin”...
Haricindesin, bu başşehir gibi...
Böylesi duygular nedeniyle değil mi zaten hatırlamanın tüm müşkülatı... Ki, -onun dizesiyle- “artık her şarkı dokunur bana bu şehirde”...
Yazının Devamını Oku

Arzunun nesnesi

19 Kasım 2011
İKİ gündür irdelemeye çalıştığım “arzu”ya dair filmlerin, atasözü, deyiş gibi binbir uyarlamaya neden olan hali, Luis Bunuel’in “Arzunun O Belirsiz Nesnesi” filmidir... O “belirsiz” vurgusu aslında arzunun belki de hemen her halini belirleyen öncül tanıdır:
“Belirsizlikle seyreden kuvvetli bir kasılma hali...”

Film, Bunuel’in yaşlı burjuvasının (Fernando Ray), evinde bir an hizmetçilik yapan genç kıza “arzu” duymasıyla başlar.
Sonra ona bir yerde daha rastlar. Ve arzuladığı o genç kızı, yine “başka türlü”, hayalinde yarattığına uygun(ca) bir şekilde görür.
O farklılık, arzunun sürekli değişebilen o belirsiz hali o kadar kuvvetlidir ki, Bunuel filminde aynı kızı, (arzunun nesnesini) iki farklı oyuncuya oynatır.
İki farklı görünümü ama tek kimliğiyle her yeni durumda “arzu” hep yeniden nükseder. Bazen umudu takar koluna, bazen koyu çaresizliği...
Ama vardır. Ve duygularını çevirme yetisinin yokluğu, beceriksizliğiyle kendini yeniden üretir.
Bakirdir kız. Aşuftedir de... (Arzunun belirsiz nesnesinin en makbul hali, bu iki özelliğin aynı nesnede bulunabilmesi ve onun ele geçirilmesi umududur aslında)
Filmin altsürümünde bolca ve toplumu sarsan, onlarca insanın ölümüne yol açan terör, şiddet vardır, ama arzusunun peşindeki kahramanımızı “sivrisinek-saz etkisi”nden öte etkilemez bu durum.
Arzu(su) ise hayatının tüm kesitlerini yöneten kelebek etkisidir.
Arzuyu parayla satınalmaya da çalışır. Bu da arzuya “tüketim menzili”nde pansuman arayanların nafile gayretini çağrıştırır.

Yazımda arzuyla dağıttığım iskambilleri, toplayıp, karıp, yeniden arzunun başka belirsiz nesneleriyle dağıtmak istemem.
Ama mevzu arzu olduğunda iskambilleri kutusuna kaldırmak, “Oyun bitti” demek de o tramvaya el sallamak olacak.
Arzu önce phafızadan mı eksiliyor, yoksa hayattan mı bilemiyorum ama Can Yücel’in W. H. Auden’den çevirdiği dizelerdeki belirsizlik uyar finale:
“Kimi der,onun üstünde durur dünya,
Kimi der, kalp kuruş
Ama komşuya sordum, nedense yüzüme
Manalı manalı baktı...”
İşte o mana, o bakıştır belki arzu.
Orada kalsa iyi...
Yazının Devamını Oku

“Arzu”nun sözlük hali

18 Kasım 2011
“ARZU” sözcüğünün içinde barınan tonlama, onun TDK anlamıyla yani “istek”le, “dilek”le filan geçiştirilecek bir mevzu olmadığını düşündürüyor bana. Tutkunun selefi, “emel”in epey ötesi gibi geliyor bana. 
“Her emelim, her arzum yine sensin” diye boşuna pekiştirmiyor, Secaattin Tayeli.
“Ne emelim ne arzum”u da rastgele olamaz, Zeki Müren’in.
Gömelim gel bu farkı nüansa desem, sığmaz yani.

Yok, TDK’nın da, “hukuk”un da tanımlayamadığı, tanımlayamayacağı bir kelime bu.
“Erkeğin evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde evliliği kendi arzusu ile sona erdirilmesi halinde...” diyor mesela hukuk.
Arzu deyince ise benim aklıma evliliği sonlandıran bir cürmümeşhut geliyor.
Fesatlık bende diyeceğim ama, bu memlekette arzuya arzu derler hakim bey.
Mesela Arzu Okay, anında Arzu Okey olarak tercüme edildi, arzuların sittin sene süren acımasızlığına...
Arzu Yanardağ ile yine binbir magazinin VanGoghvari kara karga bulutu çöktü de bu ismin üzerine, Arzum Onan ile aklandı Arzu ismi, elmecbur, istemeye istemeye...
Bu memlekette çocuğuna Arzu ismini koymak saflık mıdır, umut mu, cesaret mi, özgürlük mü hakim bey?
Kürtçe Daxwaz’mış arzu, siz mi koymak istemediniz hiç o ismi, yoksa nüfus müdürü mü dablyu?

Ben arzuyu küçük yaştan tanırım.
Bir çok film sahnesi, çocukluğumuzun hayal-meyal-mahal(le)lerinden arzuyla geçmiştir. (Arzu treleybüsü)
Ve arzunun içinde biraz da çocuksuluk ararım.
Her zaman öyle sevimli, haşarılığı katlanılabilir değildir ama.
Bazen finalinde “iyi niyet ya da ağır tahrik indirimi” uman marazlığı, her şey olup bittiğinde kravatını düzelten sarsa(la)klığı da çoktur.
Ki bu filmlere, oyunlara da konu olmuştur.

Tennessee Williams’ın oyununun “Arzu Tramvayı”, “İhtiras Tramvayı” olarak iki ayrı vurguyla Türkçe’ye çevrilmesi de, sözlüklerdeki arzu tanımının kulaklarını çınlatacaktır.
Williams’da arzu, bir başkasına kendi “ben”ini riske atarak yönelir. Ardından da benlik özdeşmeleri kendinde değil, artık ötekinde arar. Yani sanırım.
Anlaşılan “arzu”yu anca yarın bitireceğim.
Yazının Devamını Oku

Mevsimsiz

16 Kasım 2011
“YAPICILAR türkü söylüyor /Yapı türkü söyle gibi yapılmıyor ama...” İster inşaatta olsun, ister tarlada, bahçede, fark etmez.
Ne zaman biraraya toplanmış rengarenk bluzları, yemenileri, , allı dallı şalvarları, outlet’ten alınmış/verilmiş üzerinde ne denk gelirse yazan tişortları ile çalışan işçileri görsem, Nazım Hikmet’in bu dizeleri düşer hep aklıma.
Gözümün önüne katları yükselen, kabası biten inşaatların giriş katındaki, solgun ışıklı, gazete perdeli o tek oda da gelir.
Mevsimlik işçilerin derme-çatma çadırlarının önünden alacakaranlığa karışan ocak dumanları da...
* * *
Denk gelirse bir tüp, üstünde bazen bir çaydanlık.
Bazen küçük menemen, bulgur, tarhana tenceresi.
Bir somun, denk düşerse bir transistorlü radyo.
Ama hep türküler.
İçinden hasret, sıla, hüzün geçen türküler.
Bir Orta Anadolu türküsündeki gibi “usul basıp yavaş yürüyen” sesleriyle...
İster göçle gelen mevsimlikler olsun, ister “yerli” mevsimlikler. Yerlisi de potansiyel göçerdir aslında, şanslısı kalkar yakınındaki, yamacındaki yaylaya, tarlaya, bahçeye konar. Bazısı ise aniden uzaklara uçar...
Hepsinin hayatını özetler, Enver Gökçe’nin “memleketimin türküleri kadar acı çektim” dizesi...
Alın yazısı varsa, odur işte onlara...
* * *
Hepsinin adı “mevsimlik”tir, ki hepsinin adı da sadece mevsiminde anılır.
Sonra unutulur adları, her yıl kırışan, yaşlanan yüzleri...
“Mevsimlik”tir adları, öyle anılır, öyle çağrılırlar. O hüzünbaz ironi, tuhaf çelişki de bu tanımlamada başlar zaten.
Çünkü “mevsimsiz”dir hayatları.
Hep kaçırırlar mevsimleri yaşamayı... Kaçırmazlarsa mevsimlik işlere koşarlar.
Bazen her yıl başka bir diyarın, başka mevsimini gün-gece boyu çalışarak yaşarlar.
Ne baharları bahardır, ne yazları yaz...
Baharda, yazda bir kaç kuruş biriktirirlerse kışı bilirler. Ayazı...
Sonbahar ise onlara herkesten önce gelir.
Biliyorum hep o hüzzam şarkı, dudaklarında:
“Baharı görmeden, yaz geldi geçti.”
Yazının Devamını Oku

Arzu tramvayının “rızalı” yolcuları

16 Kasım 2011
YARGITAY’ın Mardin’de 13 yaşında 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç. ile ilgili davada, “Rızasıyla birlikte oldu” kararı çıkmıyor aklımdan.Ki rıza ve arzuyu karıştıran bazı medyalamalarda, 13 yaşındaki mağdurun “kendi arzusuyla ilişkiye girdiği”ni yazanlar, söyleyenler de oldu ki, Üzmez değil üzdü beni mesela. O çocukların o tecavüz/taciz anlarındaki ve sonra ilk duruşmadaki, sonra tembihlendiği öteki duruşmadaki halipürmelali değil sadece, hukuktaki “kendi rızası ile” şablonunun, ikinci-üçüncü sayfa habercilerinin arzusu ile “kendi arzusu”na dönüşmesi de sıktı canımı.
Bazıları öylesine arzuluyorlardı ki, meslek sandıkları “iş”lerini. Belli, arzunun sadece o halleri, eksiltmişti hafızalarından başka şeyleri.
Hani şey dedim ama, etik, ilke, meslek namusu aslında.

O çocuk, “kendi rızası” ile hareket edebilecek ehliyette olsa ona çocuk değil “reşit” derler zaten.
Olmadı, arzulamış ha!

“Arzu” hayatın “yaş” alanlarında uçuşan bir duyguysa, önce sözlüğe bakmak gerek dedim.
Herşeye bir tanım bulan, hatta bir dönem bulduğu tanımlar için Arapça, Farsça, Latince cümle dilleri hayrete düşürüp kelime bile uyduran (uydurgaçlı eytişim) TDK’yı karıştırdım Google’dan. (Şu sözlüklere ne zaman “sayfa çevirme” efekti ekleyecekler)
Ve “arzu”nun kelime anlamına ulaştım.

Arzu iki başlıkta tanımlanıyor. 1. İstek, dilek. 2. Heves... Üçüncü başlığa bakacaktım ki 2. başlıktan aldığım hevesle... Ama üçüncü bir başlık yok, hepsi o kadar. Uysa da öyle, uymasa da böyle...

“Arzu” kelimesini cümle içinde kullanan iki alıntı da vardı sözlükte haliyle:

1. başlıktaki kullanımı için: “Zaten insanın en büyük hususiyeti, içinde bulunduğu hâlden kurtulma arzusudur.” A. M. Dranas.
2. başlıktaki için ise: “İçimde nice zamandan kalma bir arzu var.” A. İlhan (Böylesi Türkçeci, öz-be-öz bir Lugat-ı Türk’de, örnek cümlelerin Arapça, Farsça’nın olanaklarına ihtiyaç duyması hınzırca gülümsetir hep beni)

Neyse... Kelimeye ulaştım da, düşündüğüm, hayal ettiğim “mana”ya, yani arzuma ulaşamadım.
Olsun, yine girdim internete. (Artık gemilerimizi yakarak sığındığımız evlerimizde, kitaplarımızı yakarak ısınıyoruz)
Ve “Beni arzuya çevir tercüman” dedim; İngilizce’den Türkçe’ye, Türkçe’den İngilizce’ye salladım “mouse”umu...
Daha ilk tıkta, “arzu”nun daha kafa karıştırıcı, o nedenle de yürek kıpırdatıcı manalarına ulaşmaya başladım.
Mesela “arzu” yazdım, “desire, hunger” filan çıktı suyun öteki tarafında.
Sonra döndüm, desire, hunger filan yazdım... Hunger’ın bir anlamı birden dikildi karşıma, yine milli oldum:
“Ağzının suyu akmak...”
“Arzu” meselesine yarın da devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

61 yıl önce ölen şair

14 Kasım 2011
ANKARA’da bir apartmanın bahçesindeki tek odalı bir evde, yani müştemilatta oturuyordu Orhan Veli. Odanın duvarları çatlaktı, döşeme de berbat.
Tuvaleti de yoktu, müştemilatın.
On beş günde bir tek yapraklı bir edebiyat dergisi çıkarıyordu bir kaç arkadaşıyla... Adı da Yaprak zaten...
Dergiye “Atatürk’le üç defa dansetmiş” Nahit Hanım da katkıda bulunuyordu, edebiyat öğretmenliğinden arttırdığı parayla.
Bir akşam evde okuldan dönünce annesi, “Seni bugün bir eşkiya aradı” demiş Nahit Hanım’a, meğer “eşkıya” Adana’dan gelen Yaşar Kemal’miş.
Yaşar Kemal pejmurde ve poturu da tozlu olduğu için Nahit Hanım’ın annesinde öyle bir izlenim bırakmış.
Zordu hepsinin halleri, öyle ki Orhan Veli dergiyi çıkarmak için kış ortasında paltosunu satıp, ceketle dolaşmış.
* * *
Orhan Veli’yi, o günleri böyle yazmış Ece Ayhan ve M. Şeref Özsoy,...
Yıl 1946.. Bu kez  Ankara’da Sabahattin Eyuboğlu’nun evinde Orhan Veli.
Herkes salonda oturururken bir genç kız odada sedire uzanmış ders çalışıyor.
Dökülüyor dizeleri, hemen:
“Uzanıp yatıvermiş, sere serpe; Entarisi sıyrılmış, hafiften (...)
İçinde kötülüğü yok, biliyorum; Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki!”
* * *
Orhan Veli’nin 61. ölüm yıldönümü 14 Kasım.
Sadece 36 yaşında veda etti hayata...
Gazeteler küçücük, tek sütuna bir haberle duyurdu gidişini:
“Genç şair Orhan Veli öldü. Ölümü şüpheli görüldü.
“Şişli’de Hasat Sokağı’nda 36 sayıda oturan genç şairlerden Orhan Veli, evvelki gece Kumkapı’da Tiyatro Caddesi’nden geçerken, üzerine fenalık gelmiş ve baygın bir halde cankurtaranla Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırılmıştır. Sabaha kadar koma halinde yatan Orhan Veli sabah ölmüştür.”
* * *
Orhan Veli ölümünden 4 gün önce, yani 10 Kasım 1950’de, Ankara Ulus’ta Üç Nal Lokantası’nda buluşmuş arkadaşlarıyla.
Ve lokantadan evine dönerken belediye çukuruna düşmüş. Yeni kazılan bir çukura...
Başını vurmuş, dizi yaralanmış. Dört gün sonra da ölmüş.
Belediye çukuruymuş yani onu ebedi çukura, 36 yaşında gömdüren...
Taze kazılmış, ikisi de...
* * *
Bugün, 61 yıl sonra da hala yaşıyor şiiri.
Dokuz sütuna aktarıyorum:
“Biliyorum, kolay değil yaşamak;
Ama işte /Bir ölünün hala yatağı sıcak /Birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler, /Ölmek de değil
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.”
Yazının Devamını Oku

Kalanlar da sıra bekler

13 Kasım 2011
“BİZ erken ölürüz. Gazetecilerin yaş ortalaması yer altında çalışan madencilerle, ya da gemi adamlarıyla hemen hemen aynı...
Kırkbeş mi, elli mi?...
Birimiz çekip gittiğinde, kalanlar sıra bekleriz...
Sizler bilmezsiniz, maden işçisinin yaşadığı kirli hava, karanlık... Gemi adamının yorgunluğu ve özlemi, öldürür bizi...
Genelde yüreklerimiz dayanmaz...
Yer yer yanan, savaşan, ölen, öldüren bir ülkede gazeteci olmanın faturası ağırdır...
Tabi ki yüreğiniz gazeteciyse...
Herkesten erken çıkarız yola...
Ne derler meyhaneciler:
Erkenci...”

Meğer Bekir Coşkun, 15 yıl önce yazdığı bu yazıyı, Van’da hayatını kaybeden DHA muhabirleri Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz için de yazmış.
Cem Emir de erkenci, çok erkenci... Henüz 26 yaşında...
Önce Tunceli’de, sonra Diyarbakır’da gazetecilik yapmış... Yine “alev”, yine yaman koşullarda...
Genç ömründe, mesleğiyle, cesaretiyle ödüller almış.
Sonra Van’da ve yine görevdeyken kalmış darda...
Bu kez çıkamamış.

Sebahattin Yılmaz ise Van bürosunun ağabeyi.
O 52, oğlu 20, kızı 17 yaşında...
O da erkenci.
Önce Erzurum’da, sonra Van’da gazetecilik yapmış.
“Emekli” ama bırakamamış mesleğini... Ya avuç içi emeklilik maaşındandır, ya tutkusundan,,, Ya da kuvvetle her ikisi...
Elde makine nerede felaket, nerede “alev”, o orada.
Bakıyorum Hürriyet’in yayın sistemindeki haberlere...
Enkaz altında kalana kadar Van’dan haber merkezine geçtiği deprem haberleri, imzasıyla karşımda...
Daha anı olamayacak kadar taze, imzası. Dün kadar yakın.

Hemen her gazeteci gibi “kırk satır”la sınırlı haberleri.
Bilgisayara oturun, açın Word programını. Kırk satırı, 200 sözcüğü geçmeyen bir şeyler yazın. Yani bir A4 kağıdı bile doldurmasın yazdıklarınız.
İşte bu alan, genelde bir habercinin tüm arazisidir.
Çok özel haberler/röportajlar dışında, 40 satır hepsi. İki, üç dakikada okunan, en çok 40 satır.
Ki o kırk satırla, 40 gün 40 gece kavga ediyor, “her türden iktidar”lar. Tahammül edemiyorlar.
Kırk satıra, ellerindeki her güçle, her imkanla “karşılık” vermeye çalışıyorlar. Örtülü-örtüsüz her türlü tehditle.
“Kırk katır mı, kırk satır mı” diyen de çıkıyor elbet, şerait müsait olduğunda.

Sonra erkenciler gidiyor, birer birer.
Yaşayanlara da o cümle kalıyor miras:
“Birimiz çekip gittiğinde, kalanlar sıra bekleriz...”
Yazının Devamını Oku