BİZİM kuşakta mahalle de, o oyun da çevreciydi demiştim önceki yazımda.
Gerçekten biliyorduk, yaşıyorduk oyunlarımızda ki, biz “doğadan”dık. Bize “Leylek getirdi” demeye gerek duymadı, ebeveynlerimiz. Üremeyi, başkalaşmayı, sevişince kelebek olmayı evde beslediğimiz ipek böceklerinden öğrendik. O çirkin tırtılların birleştikten sonra kozasına çekilip, oradan bembeyaz kelebeğe dönüşüp çıktığını gördüğümüz için, kurbağalıktan kurtulmanın çaresini, uzunca bir dönem prensesin öpücüğünde aradık. Ama saraylarda değil, komşu kızında... O nedenle, “Güzellik mi-çirkinlik mi” oynardık onlarla. Onlara sıra gelince “güzellik” yani “güzel ol” derdik, kızlar TV’siz edindiği güzellik muhayyelelerinden seçmelerle poz alırlardı karşımızda. Bize hep “çirkinlik” yakışırdı... Açıkhava sinemasında o nedenle “Çirkin Kral”dık hepimiz. * * * Sonra bir gün birden büyüdük. Sanki bir günde bitti oyunlar. Çarşamba oynadık son oyunumuzu... Perşembe bitti sanki. Düşününce oyunlarımızı hatırlarım da, o “ara dönem” flu... * * * Yıllar geçti sonra, unuttuk oyunları. Saklambaçta tek gözümüzü aralayıp hile yapmamayı, maç arasında musluğunda başında sıramızı beklemeyi, evden hazırlanan Sanalı ekmeği bölüşmeyi, geceyarılarına kadar duvarda oturup sohbet etmeyi, gürültüyü durma atılan kahkahalarla çıkarmayı unuttuk. Unuttuk, her yeni mevsimin gelişini “sokak”ta, o mevsime uygun ritüellerle karşılamayı. Baharı, yazı, sonbaharı, kışı uzun uzun “sokak”ta yaşamayı, terlemeyi, üşümeyi-donmayı unuttuk. Attila İlhan’dan mülhem, “sokaklarında mohikanlar gibi ateş yakıp, bu kente taptığımızı” unuttuk sonra. Çocuklar sokaktan çekilince belleğimizdeki “oyun”lar da çekmecesine kapandı. Bir dünya kapandı...