Emrah Serbes “Hikayem Paramparça”da der ya; “İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor. Memleketi (bağlantısı/bağımlılığı) o zaman oluyor. İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir”...
Masumiyet Müzesi’nde sevgiliye bağlanmak da, onun dokunduğu eşyaları mekana/zamana yayarak, zamanı “o anda” durdurmaya, dondurmaya çalışan bir patoloji belki.
Çünkü o eşyalar, bağlanmanın başlangıçta mutluluğu/huzuru andıran rehavetini yaşatırken, giderek nekahetini de uzatır sanki.
* * *
“An”lar birikerek, birleşerek dünün boyunduruğundan, yarının belirsizliğinden uzak bir zamana ulaştırır Kemal’i. Ve o “upuzun şimdi”yi şöyle özetler:
“Bazen zamanı bütünüyle unutur, şimdinin içine yumuşacık bir yatağa yatar gibi yatardım.”
Bağlanma, şimdiki zamanı, ne zaman başladığını ve ne zaman biteceğini içermeyen geniş zaman yapma halidir.
* * *
İnsan birine birikir önce... Sonra “ulaşır” ona... Ve ona yakın olabilme “ayrıcalığı”nı tadar. (Ele güne karşı; dünya bir yana, o bir yana)
Reddedilme korkusu aşılmış, ancak yerini başka, çok daha yoğun bir kaygı almıştır: Terk edilme korkusu...
O korkuyu öteleme, o yakınlığı sürdürme ihtiyacıyla, onu, onunla olduğu zamanı biriktirir sonra.
* * *
Hayatı dışarıdaki yaşamın binbir karmaşası (ve böyle bir aşkta anlamsızlığı) dolayımında yaşamaktansa, bağlandığı insan (yani o an tüm hayatı) üzerinden yaşamayı yeğlemek (denemek), başlangıçta belki sadece bir “düğme”, elektrik anahtarı arızası gibi görülebilir.
Anahtarı açtığında dünya, hayat da açılır önünde... Ama kapandığında...
* * *
Birikir, biriktirir... Hatta bazen müze olur, biriktirdikleri...
Bu önerme, her genelleme gibi tehlikelidir ama bu kez içim rahat.
Ben araştırmadım, “Kim Milyoner Olmak İster”de sordular. Yani ortada yanıtın doğruluğuna-yanlışlığına göre, yitirilen ya da kazanılan milyarcıklar olduğu ve bir soru işareti, anlaşmazlığı anında hak-hukuk-memleket meselesine dönüştürebileceği için doğrudur elbet.
Ki, gözlemlerimle de öyledir aslında.
* * *
Bağcığıyla da bembeyaz olan ayakkabısını bağlayamadığı için, sünneti 14 yaşına ertelenen arkadaşlarım oldu.
Sünnetin ertelenme nedenini çarpıtıyor, uydurup kaydırıyor olabilirim ama, erkek çocuğunun -sünnete mevzu olan mıntıka dışında- ilk sınavının ayakkabısını “bağlamak”tan geçtiğine inanıyorum.
Hem görüyoruz çocukları...
Mevzu “döner muhabbeti”, yerim de dar olunca bazı mekanlar dün yazımda yer alamadı.
* * *
İlk katkı, sayfalarımıza her konuda destek veren, gönüllü (ve gönülden) kent habercimiz Fatma Erdem’den (nam-ı diğer Mavianne) geldi.
Kızılay Kumrulardaki Cici Piknik, kaya tuzunda dinlendirilen ve kömür ateşinde pişirilen döneri, her dem “ayakta müdavimleri” ile yolüstü bir lezzet adresi.
Oradan geçerken, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’ndaki Özge Piknik’e de değinmemek olmaz.
* * *
Bir ara lezzetini Tunus Caddesi’ne de taşıyan, sonradan Bestekar Sokak’ta tarihi ustalığını sürdüren Süha’nın Yeri’ni de unutmamak gerek.
Misal, Taksim’de geceyarısı kuyruğa girip, bir heves dürüm döner yiyen her Ankaralı, ilk ısırıktan sonra “Islak hamburger, dilli-kaşarlı yeseydim keşke” hayıflanmasına girer.
Damaktan gelen bu yakınmaya, doğrusu ben de katılırım. Sanki kıyıya yöneldikçe, döner dönmez olur...
Çünkü döner, İskender’den de farklıdır, kıymadan hallice “standart kebapçı seçeneği”nden de...
İskender’i marka olan bir mekana gidip döner isterseniz, masanıza gelen yemek döner değil, “sade İskender” olacaktır.
Kebapçı mönüsünün, Adana-Urfa-Şiş-Ali Nazik vb.. çeşitlerinin yanına sığdırılan “döner kebap”lar da çoğu kez, adı üstünde “sığıntı”dır.
* * *
Her yemeğin ustası ayrıdır ama, ustalığın en “sade” yansımalarından biri “Ankara Döneri”dir.
Köy halkı, bir demir külçesi kadar katıdır. Tıpkı köyün papazı Don Camillo ile belediye başkanı Peppone gibi.
Aralarındaki ezeli, uzlaşmaz rekabet, belediye başkanının köy meydanına ikinci bir saat asmasıyla alevlenir. Hem de kilisenin çan kulesindeki, papazın astığı eski saatin hemen yanına...
Kalabalık meydanda toplanır ve yanyana duran iki saate bakar.
Tam o sırada yeni saat, 10.00’u vurur. İki dakika sonra, kilisenin saati başlar bu kez çalmaya...
Don Camillo, “Fevkalade bir saat, ama iki dakika ileri” der. Peppone omuz silker:
“Biri çıksa da, size saatinizin iki dakika geri olduğunu söylese...”
Öfkesini bastırmaya çalışan Don Camillo, “Benim saatim 40 yıldan beri saniye şaşmamıştır” karşılığını verir.
Eh, rakı muhabbeti liderler yoluyla basına yansıyınca iki kelam etmezsem, kadehte kalan rakı arkamdan ağlar.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bir röportajda rakıyı sulu içtiğini söyledi. Ardından da katıldığı Rize Günleri twitter üzerinden, “Gayda dinleyip, horona eşlik ettik” cümlesiyle duyuruldu.
Başbakan Erdoğan da grup konuşmasında fırsatı kaçırmadı:
“Bunlar meğer rakıyı sulu içiyormuş. Siz böyle içmeye devam ederseniz elbette Rize’nin tulumuna da çıkar Gayda dersiniz’’ dedi.
* * *
Bu vurgudan, rakının susuz içilmesi gerektiğini anlayanlar da çıkabilir, ama zorlama olur.
Rakıyı susuz içme meselesine gelince, muhabbete Tolga Çandar’dan bir türkü katmak farz oluyor:
Ama Başkan Melih Gökçek her seferinde iki küçük fırça darbesiyle amblemi değiştirerek, dolaşıma sürdü.
Şimdi de kedili logonun bıyık teli sayısı üçten ikiye indirilerek, sürdürülüyor “siper savaşı”...
* * *
İş şimdi de bıyıkaltından “hukuku dolanma” manevralarıyla sürecekse, yolumuz uzun.
Daha önce yazmıştım. “Bıyık takma”, eski Yeşilçam filmlerinin gözde cinlikleri arasındadır.
Fatma Girik’e bir bıyık takar, kırk yıllık sevgilisi İzzet Günay onu tanıyamaz...
Burada da manevra benzer. Logonun bıyığı ile oynarız, belki yüksek yargı eski kedi logosunu tanıyamaz.