Ancak önce, anladığım/bildiğim haliyle “akil” nedir, biraz onu açmam gerekli.
Çünkü meselenin fazlasıyla “balıklama” tartışıldığını düşünüyorum.
* * *
“Akil adam”, geçmişte de kulağımıza çalınmış bir adlandırma...
Ömrünün tam 42 yılını kan davalarında, kız kaçırmalarda, aşiretler arasındaki husumetlerde “arabuluculuk”la geçiren, kurduğu “Barış Komitesi” ile 500’e yakın “vaka”yı sonuçlandıran, Diyarbakırlı kanaat önderi Sait Özşanlı, mesela.
Hayata, Özşanlı ile aynı yıl, 2009’da veda eden, 90’lı yıllarda TBMM’ye DYP Erzurum Milletvekili olarak giren Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat da, ilmi-irfanı, dervişan tarzıyla bir çok çevrede “akil adam” olarak anıldı.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel için de kullanıldı bu tabir... Kendi siyasi menzilinde, bir çok insan için akildi.
Hani bisiklete “hand made” bir aparat ekleyip, enlemesine üç halı taşıyan , halının sağına-soluna iki oğlunu oturtan yurttaş gibi.
Gazetemizde ve web sayfamızda yayınlanan “engellilerin hayatını kolaylaştırmak için” kaldırımlara eklenen sarı bantlı yol ile ilgili haberimiz, hepsini solladı.
Fotoğrafları gördüğümde bile inanamadım. “Yurdum belediyesi”ne, inanmak istemedim...
* * *
Engelliler için dünyada uzun süredir yaygın, hatta zorunlu olan “kaldırımlara sarı bant” uygulamasını hayata geçiriyorsunuz.
Bunun için emek veriyor, kaynak ayırıyorsunuz.
Ve sarı bantın tam ortasına arabalar park etmesin diye mantar (baba) koyuyorsunuz. Ya da yine tam ortada bir elektrik direği, bir yahut bir büfe ile sarı bantı bir kolaylık değil, bir tuzak haline getiriyorsunuz...
Danıştay, tüm belediye başkanlarını etkileyebilecek “emsal” kararında, “belediye başkanlarının rutin işlerde, belediyenin tanıtım bütçesiyle kendi reklamını yapamayacağını” hükme bağladı.
Bu karar, yerel seçim sürecine yavaştan girmeye başlayan Ankara’da özellikle çok önemli...
Çünkü, afiş, pankart, billboard deyince, tarihimiz sabıkalı.
***
Başkanların kendi reklamlarını yaptığı afiş vs. bir yana, biz “korsan pankartlar/billboardlar” ile de trendy olduk her seçimde...
Hatırladığım ilk “sahipsiz” pankart, Başkan Melih Gökçek’in tüm itirazlara, tepkilere, hatta yargıya rağmen Akay Kavşağı’nı açtığı sırada asılmıştı:
“Bu kavşaktan, burayı eleştirenler geçemez...”
Araba kullanırken bilboardlardan canlı yayınla “hurmada dev indirim” kampanyasını seyretmek de mümkün.
Kaldırımda yürürken banka reklamının altından, başını eğip geçmek de...
Eh, serbest piyasa... Belediyeler heryere bilboard, afiş, raket vb. (duraklardaki, kaldırımlardaki nispeten küçük panolar) olanağı sağlarsa, parası, bütçesi olan reklamını yapar elbet.
Başımızın üstünde de yeri var, nasıl olsa...
Hatta paran varsa, bastırır kendi reklamını da yapar, aşkını bilboarda dökersin bi güzel:
“Bıcırığım yağmurun altında şemşiyesiz kaldım, sana sırılsıklam aşığım... ”
* * *
Ancak... Belediye başkanlarının belediyenin bütçesinden “kendi reklamı”nı yapması başka şey.
Şöyle anlatıyor cinayeti ifadesinde:
“Olay günü eşimle gezmeye çıkmıştık.
Dönerken bana bağırmaya başladı.
Kendimi kaybettim. Kafasına takozla vurdum.
Kafasından kan akmaya başladı, arabadan inerek kaçtı. 10 metre sonra yakaladım.
Takozla ve yerde bulduğum taşlarla vurmaya başladım. Hareket etmediğini görünce bıraktım.
Daha sonra araçtaki benzini üzerine döktüm, yaktım.
Her 1 Nisan’da aklıma gelir.
“Ulusal Şaka Bayramı” mı desek, o güne acaba...
Neticede, şakacı insanlarız.
Her vesileyle ensede “pat” diye şaklayan el şakasını, -arkadaşım- eşek şakasını filan bilhassa severiz.
Beton kırma makinesiyle “şakalaşan” işçiler, önce hastanelik, sonra da haber de olur bizim memlekette.
Bakın komedi dizilerine... Birbirinin kafasına kafasına indiren oyunculara bakın.
Sonra da reytinglere... Anlarsınız.
İzlediğim her filmi,çoğunda her karesi belleğime yerleşen Haneke, bir çok sinemasever için izlemesi emek isteyen, “zor” ve “sert” bir yönetmen...
Haneke’nin sineması, belki herşeyden önce “yüzleştiren” bir sinema...
Oysa biz gerçeklerle değil yüzleşmek, karşılaşmaktan bile hoşlanmayız çoğu kez.
Gerçeği, sadece başa çıkabileceğimiz, katlanabileceğimiz, öteleyebileceğimiz, hatta yok sayabileceğimiz kadarıyla isteriz.
Ve “Olabilir, ama...” ile başlayan cümlelerle kovalarız gerekirse, “içişlerimiz”den.
“Ucu bana dokunmaz”dır nasıl olsa; “Benim başıma gelmez”dir.
İşte Haneke, tam da bunu gösterir; “Kimse hayattan ‘muaf’ ve dokunulmaz değildir” dercesine, dokunur seyirciye...
Sevdiğin, ortak keyifleri hala paylaşabildiğin, Schubert’i her dem birlikte, huzurla ve benzer hevesle dinleyebildiğin, yarım asırlık bir hayat yoldaşınla…
Arkadaşlığın, sohbetin, hatta o zeminde cilveleşmelerin bile sürüyor. Güzel yaşlanmışsınız sanki…
Yine birliktesin onunla, bir konserdesin.
* * *
O konseri izlemeye gelenlerden farkın yok... Koltuğuna yerleşirken, oradaki herkes gibisin o an.
Cep telefonunu kapatmışsın, konser başlamadan önce peşin peşin öksürerek, genizden yükselebilecek bir gürültüyü baştan engellemişsin.
Herkes gibi konseri izleyip, çıkıp, evine geldiğinde… Bir bakmışsın ki, sokak kapın zorlanmış. “Neyse... Buna canımızı sıkmayalım hiç” derken, başka bir şeylerin daha değiştiğini fark ediyorsun.