Paylaş
İnsan birine birikir önce... Sonra “ulaşır” ona... Ve ona yakın olabilme “ayrıcalığı”nı tadar. (Ele güne karşı; dünya bir yana, o bir yana)
Reddedilme korkusu aşılmış, ancak yerini başka, çok daha yoğun bir kaygı almıştır: Terk edilme korkusu...
O korkuyu öteleme, o yakınlığı sürdürme ihtiyacıyla, onu, onunla olduğu zamanı biriktirir sonra.
* * *
Hayatı dışarıdaki yaşamın binbir karmaşası (ve böyle bir aşkta anlamsızlığı) dolayımında yaşamaktansa, bağlandığı insan (yani o an tüm hayatı) üzerinden yaşamayı yeğlemek (denemek), başlangıçta belki sadece bir “düğme”, elektrik anahtarı arızası gibi görülebilir.
Anahtarı açtığında dünya, hayat da açılır önünde... Ama kapandığında...
* * *
Birikir, biriktirir... Hatta bazen müze olur, biriktirdikleri...
O nedenle, “bağlanma” deyince doğrudan Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanını hatırladım.
Belki, bağlanmayı, -süt çocukluğundan itibaren- hem bir tür masumiyet, hem de müzeyle ilintili gördüğüm için.
Pamuk’un özellikle “bizimki bir toplumda” geçtiğini vurguladığı romanın konusu sadece aşk değil, yazarının deyimiyle “bütün bir hayat olarak aşk”tır.
Romanın kahramanı Kemal Basmacı için hayat, sadece tutkuyla, aşkla bağlandığı kadından ibarettir.
Ve bağlanmayı -elle tutulur bir şekilde- pekiştiren bir toplayıcılığa, o hayatı biriktirmeye başlar.
* * *
Füsun’un sürekli içtiği Uzun Samsun izmariti, boş paket, kül tablası, küçük bir biblo, Ribana limon kolonyası şişesi, Meltem Gazozu, Çarı, Kav, Yak marka kibrit kutuları, bir kadeh, bir tek küpe, bir düğme, hatta Mademoiselle marka sarı ayakkabı, artık Kemal’in dışarıda damardan bağlandığı hayatı, ev hayatına da taşıdığı ganimetlerdir.
O eşyalar, “kafasındaki Füsun fikrinin parçaları”, bağlantısıdır.
Mutluluğunu (anlık huzurunu), “Füsun’un bir eşyasını, mesela televizyon izlerken elinde tuttuğu tuzluğu kaşla-göz arasında cebime indirmek, ağır ağır rakımı içerken tuzluğun cebimde olduğunu, artık ona sahip olduğumu bilmek” olarak özetler.
Ki, bağlanma, sahip olma dürtüsünün ayrı (belki çapraz) yumurta ikizidir. (Klasik romanlarda-filmlerde, yere -düşmüş gibi- bırakılan ve aşkın kokusunu taşıyan mendille başlamaz mı aşk)
* * *
Füsun’un hayatının -temas- nesneleri ve gece-gündüz tanığı olan o eşyalara sahip olan Kemal, onları evine, bağlanmanın ruhunu taşıyan büyülü parçalar, fetişler olarak yerleşir. En zor zamanlarında teselliyi, onu -anında- Füsun’a bağlayan o eşyalara temas ederek bulmaya çalışır.
Derdi de bağlanmadır, dermanı da...
* * *
Romanda Kemal’in önce çaldığı, ev ahalisi için bu durum sıradanlaşınca aldığı -evin kamusal vitrininden kaldırıp bireyleştirdiği- eşyalar arasındaki en önemli figürlerden birisi, TV’nin üzerindeki köpek biblolarıdır.
O köpek biblolarını (ç)aldıkça, yenisi koyulur yerine... (Niye insanlar TV’lerin üzerine, arabalarına köpek bibloları koyar... Bağlanma, sadakat ihtiyacı ile bir ilgisi var mıdır, köpek biblosunun? Ya, bağlanmayla şefkatin alış-verişi?)
Pamuk, Banu Güven ile röportajında kişisel müzeleri, takıntılı insanların hayatlarındaki bir acı nedeniyle yaptıkları koleksiyonlarla birlikte, onlara bağlanarak yaşamaları dolayımında anlatır.
Bu, biraz da çöp evlerde yaşayan insanların, hiç bir şeyi atamayıp o “çöp”e (belki hayatının kül haline), kümülatif bağlanmaları gibidir.
Ve tam bu noktada bağlanmanın simyası; insanın hayatındaki değersiz “kabı-kacağı” altına çeviren karmaşık denklemi çıkar ortaya.
Yarın, en yaygın beyaz yalandan söz edeceğim.
Paylaş