Paylaş
İyidir de bu hal; geçen hafta yazımda değindiğim gibi, astarı yüzünden pahalı olmadıkça, “old fart”latmadıkça ziyanı yok.
Dahası; keskin sirke, -kendi- küpüne...
Ama yazar Murat Menteş farklı bir pencereden bakıyor olaya ve diyor ki:
“Elli yaşındaki bir adam kendini otuz yaşında hissediyorsa, yirmi yılını boşa harcamıştır.”
Eh... Hayatın sekseğinde iki ayağınla bastığı yaşta sağlamca durup, elindeki taşı geriye bakmadan fırlatan ve farklı bir mutluluğa isabet ettiren de var.
“Yaş oyunu”nda maharet “oyunculuk”sa, Brad Pitt 50, Richard Gere 65 yaşındaymış mesela...
* * *
İnsanın kendini olduğu yaşta değil daha genç hissetmesi sık görülen bir hal.
Bir de tam tersi var; kendini olduğu yaştan çok daha yaşlı hissetmesi:
“Kendimi 80, hatta 100 yaşında hissediyorum...”
Altmış yaşına gelip de, “aklı eren” ömründe üç tam, iki yarım darbe görenler, çabuk büyüyenler, kemik yaşına bakılmaksızın 17 yaşında darağacına götürülenler de var bu ülkede.
Yirmi bir yaşına basıp da, genç ömrünün 16 yılı kursda, dershanede geçenler de...
* * *
Ben kendini geceleri 30, sabahları 100 yaşında hisseden ve gerçek yaşını öğleden sonra bulan nesle aşinayım sanırım.
Kendini 100 yaşında filan hissedenlere ise, Murat Menteş’in Ruhi Mücerret romanını öneririm.
Kitabın hikayesi, bazen sağnağa dönüşen aforizmaların arasına sıkışsa da... Boris Vian’ı -uzaktan- hatırlatan absürdlükleri, Pulp Fuction’dan Tarantino’ya gezintileri, hayalgücünün afacanlığından kelime cambazlığına giden dili, kara komedinin renkli hatta pembe imkanlarıyla hoş... (Bu arada Menteş’in bir röportajında “Ben aslında ‘kelime oyunu’ tabirinden hoşlanmıyorum. Kelimeler nimettir, nimetle oyun olmaz” dediğini hatırlatayım)
Bir de kahramanın “100 yaşında olması hali” var ki, tadından/acından yenmez.
* * *
Romanın sayfaları arasına girmişken, mevzumuza limon sıkacak üç-dört cümleye de yer vermek istiyorum:
“Mazide kalan herşey kısa sürmüş demektir. Yaşlılık sonlanmasını istemediğiniz tek hastalıktır. Kalbim benden önce mezara girecek. Gözlerinde öğle ezanı (yoksa sala mı) okunuyordu...”
* * *
İnsanın kendisini “gibi hissetmesi” ile ilgili üç-dört günlük -bir nevi- yazı dizimizin sonuna gelirken...
Türkiye’de “yaşlılığın otoritesi”ne değinmemek olmaz.
Gerontokrasi, yani toplumdaki yaşlı bireylerin hiyerarşik anlamda üst düzeyde sayılması, ufaktan aşınsa da hala bir realite.
Bizim gibi erkek değerlerinin baskın olduğu ülkelerde ise, bu hemen ataerkil bir otoriteyi topluma yerleştiriyor.
“Su(s) küçüğün, söz büyüğün” değil mi...
Gezi eylemlerinin ardından bazı büyüklerimize, o koca LCD ekranlardan evimize destursuz giren bazı akıllara-fikirlere bakıyorum da...
Hepimiz yaşlıyız, herhal.
Paylaş