Paylaş
Kahire’de “Ölüler Şehri (Ölü Şehir)” olarak anılan en yoksul kesimin yaşadığı bölge, bugünlere de nazire sanki...
“Kabir azabı” deyimine dünyada somut örnek verilecek bir yer varsa eğer, mutlaka orasıdır.
“Mezar ev”lerden oluşan eski Memluk Mezarlığı’nda bugün yüz binlerce insan yaşıyor.
Ölüler Şehri’nde hayat, önce bekçiler, kazıcılar ve ailelerinin yerleşmesiyle başlamış.
Ve Halil Cibran’ın yüz yıl öncesinden gelen isyanı, burada ayaklanmış gibi:
“Siz ölülerin canlılar için yaptığı mezarlarda oturamazsınız...”
* * *
Ama oturmuşlar.
Mezarlık bekçilerinin ardından yüzbinlerce yoksul, çaresiz insan yerleşmiş eski mezarlara...
Ülkenin başkentinde, “altı/avlusu mezar, üstü ev” olarak tanımlanacak dev bir barınma alanı ortaya çıkmış.
Ve mezarevler, antik Mısır inancında ölümden sonraki yaşamın cenneti değil ama, cehennemi olmuş farklı boyutta.
Tarihi mezarların bulunduğu taş avlular, tenekelerde büyüyen çiçeklerle, asılı çamaşırlarla “hayat”a uzanmış yeniden.
Ancak avluya açılan küçücük iki odayı, mutfak bölümünü çevreleyen duvarlar, dışa değil, içe döndürüyor oradaki hayatı...
Ki bu “içe dönük” hal, kentin başka mahallelerindeki tümüyle penceresiz apartmanlar ve “seyirlik değil serinlik” balkonlarla da ayırt ediliyor. Balkonlar dışarıya değil, bir oda gibi evin içine çekilerek -gözlerden saklı- inşa edilmiş.
“Ölüler Şehri”nde elektriği, suyu, alt yapısı, belediye hizmetleri olmayan evler, gecekondu kavramını da alt-üst ederek, “mezarkondu” gibi bir kelimeyi ekliyor konut literatürüne.
Çölle bütünleşen ölü toprağının “Arap Baharı”nın ardından yeniden havalandığı Kahire’de, ölümle yaşam sadece dev piramit mezarlarla değil, mezarevlerle de iç içe...
* * *
Bu duygu, ölümü, hatta “ölüm anı”nı binlerce yıl sonrasına saklayan mumyalarla daha da koyulaşıyor.
Kahire Müzesi’nde mumyaların sergilendiği salon, ölümün yüze yerleştiği anı da donduruyor.
Firavunların, kraliçelerin, çocuklarının mumyalarında, aradaki binlerce yılı aşan hazin bir detay daha dikkat çekiyor.
Belki yılların bedende yarattığı bir yanılsama ama, firavunun, kraliçenin el-ayak tırnakları manikürlü-pedikürlü sanki.
Hemen her dine yerleşen “Eram quod es eris quod sum (Ben de senin gibiydim, sen de benim gibi olacaksın)” uyarısı, kaçınılmaz tek yazgı gibi asılı yüzlerinde...
O an, aramızdaki beş bin yıl kapanıyor.
* * *
Yoksulluğun, çaresizliğin, acıların, hasretin, ölümün yoğrulduğu şehrin bir başka sesine de, trafiğin o dinmeyen kakafonisinde rastlamak mümkün.
Taksilerde çalan ve bir dönem fırtınası Türkiye’de de esen Mısır’ın dördüncü piramidi Ümmü Gülsüm’e mesela...
Onun sesi/sözüyle gelsin bu yazının da sonu:
“Bu kadar acıyı kaldırabilmek için ikinci bir sabra, umuda daha ihtiyacım var...”
* * *
Kahire’nin Ankara’nın kulaklarını çınlatan bazı özellikleri de yarına kaldı...
Paylaş