AK Parti Genel Merkezi’nden dağılma saatinde, “Recep-Tayyip-Erdoğan” ritmli sloganların -az bağıran otomobillerle- geçtiği caddeler, kısa sürede yastığını “pazartesi mesai”sine kabarttı.
* * *
Mahalle menzimilizde, Bahçelievler, Emek, Beşevler’de evlerin ışıkları usulca sönerken...
Geceyi, seçimi kazanan Başbakan Erdoğan’ın muhiti Keçiören uzun yaşadı. Saat 02.00’ı vurduğunda, oralarda da “uyku kardeşim ver elini”...
Ve sıcak, kavurucu geçen bir haftanın ardından, serinledi Ankara.
* * *
Cumhurbaşkanlığı seçimi, kafiyeli sloganları, dizi dizi incileri, seçim şarkılarıyla geldi, geçti.
Madem şarkılarla geldi, gecenin bu yarısında adayların, genel başkanların
Nur (yahut ışıklar) içinde yatsın, o dillerden, o hallerden de haz etmem doğrusu.
Gerçi Serengil’in “Öztürkçe”si, yeşşee, kelaj, mangıraj, temem, cebellezi gibi “şepkesinin altından” çıkan sözcüklerden ibaretti ama...
İnanın (inan olsun) o “Öztürkçe”yi lisanına alanların sayısı, bugün pür Öz Türkçe kullananları mis-misli/mis gibi sollardı.
Gişe meselesi; İvediklerin Recep...
* * *
Haz etmem derken, sadece -yapay olarak- üretilen ve yaşayan dile yerleşemeyen bazı-bağzı kelimeleri kast etmiyorum.
Asıl derdim... Konuştuğumuz/yazdığımız dilde yıllardır yer alan artık Türkiyeleşen yabancı kökenli kelimeleri ayıklama, dilden kazıma çabası...
Dizideki espriden devamla, “Zaten bir kişinin kullandığı, ama onun da ücrada cinayete kurban gittiği” o meşum üst geçit, baştan yapılmayacaktı aslında da... Geç bile kaldırıldı.
Hiç olmazsa sokak arasında rızkını arayan hurdacılara soluk olur:
“Hiç kullanılmamış üst geçitler geldi, hanım...”
* * *
Kullanılmadığı ya da izinsiz/onaysız inşaatı mahkeme marifetiyle durdurulduğu için çürüyen yapılarımız az değildir.
En irisinden misal, Eskişehir Yolu’ndaki Dev Demir Kafes’tir de...
Çürüyüp giderken, o da kanal tedavisi kurtarmayan 20 yaş dişi gibi sökülüp atılmıştır.
Öyle ki, 6 yıl önce Kamer Genç başkanlığındaki TBMM heyetinin Tayland’a yaptığı resmi ziyareti, Hürriyet müthiş bir kara mizahla aktarmıştı:
“Vekiller kavga stajına gidiyor...”
* * *
Epeydir, Tayland’dan kavga görüntüleri yansımıyor ekranlara...
Tamam. Tayland’da iki ay önce yapılan askeri darbe, ne hükümet, ne parlamento, ne anayasa bıraktı ama...
Benim sözünü ettiğim, çok daha uzun bir zaman.
Fikrimce, Tayland’daki vekil kavgaları artık bize ilginç ve ithale değer gelmiyor.
Ama kafiye tutkusunun perde arkasında, biraz şiirden medet umma vaziyetinin yattığını düşünüyorum.
Bülent Ecevit gibi şair başbakan gördü de bu ülke, şiirin siyaset kürsüsüne bu denli sık taşınmasının miladı 21. Yüzyıl’ın başlarıdır.
Sık taşıyorlar da, şık mı taşıyorlar o ayrı tabi...
* * *
Kafiyesi, vurgusu, melodisi, ritmi, “es”leri, derinliğiyle her kula nasip olmaz şiir okumak.
23 Nisan müsameresindeki iki kıtalı şiirine, 3 ay sular seller gibi hazırlanırsın da, kürsüye çıkınca ezberin açık büfe ordövr tabağına döner.
Hele ki, seçim menzilinde nutuk atarken...
Belki de, "gülmece-güldürmece, dil üstünden kaydırmaca"nın merkez üssünde olduğumuz için bana öyle geliyor...
Gerçi, girişte mırıldandığım şarkının ikinci dizesi, “Önce hoş, sonra boş gelir” diye devam eder ama... Ona takılmayın.
Mevzu, edebiyattan şiire, gramerden trafik kazasına, 32 kısım tekmili birden şapşahane.* * *
Malum... Yollardaki bayram eziyetini kazalı-belalı da olsa atlattık, şimdilik...
Öyle ki, otoyolda adım aksak gitmeye çalışan bir arkadaşım, biteviye “Yaya moduna geçeyim mi” sorusuyla göz kırpan navigasyona tekme-tokat girişmiş.
İşte bu devasız eziyete bayram şekeri, bu yıl Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden geldi.
Yollardaki dijital uyarı panolarına, dizi dizi bir inci yazıldı:
Cinsiyete, cinsel tercihe, etnik kökene, dine, azınlığa-çoğunluğa, kendine göre her “farklı”ya karşı “espri” üret, fıkra uyarla... Tamam.
Homofobik, zenofobik (yabancı düşmanlığı) espriler, etnisitiye, mizojiniye (kadın düşmanlığı) dayalı aşağılayıcı fıkralar dededen toruna bir dönemin “mizah maarifi”, çünkü.
* * *
Stereotip, “hedef” yaratmanın en yaygın, en bereketli, en kolay yolu da bu kıkırdatan patikalardan geçiyor.
“Lazın, Kürdün, Yahudinin, Çingenenin, delinin, sarışının, eşcinselin, dincinin, ateistin, solcunun, sağcının biri bir gün...” diye başlanır fıkraya, gerisi neredeyse genden, kendiliğinden gelir.
Ve basit bir espriyle genelleştirilen yargılar, çoğu insanın belleğine o insanın, o grubun, o kültürün eşkali, “vesikalığı” olarak yerleşir.
Gülümsettiği, çoğu kez gülüp geçildiği için de, zehirini kısa sürede elevermez.
Bırakın mizahı, “el şakası” gibi öyle ya da böyle bir fiziksel müdahaleyi “şaka” belleyen gelenekteniz biz.
Muhteşem Yüzyıl sayesinde öğrendik, koca koca adamların, padişahın-sadrazamın ucu minderlenmiş sopalarla birbirine -keyf için- kafa-göz giriştiğini...Bu “oyun”un adı da “matrak”mış... Ne matrak değil mi?
* * *
Karagöz-Hacivat’ın elinde şakşakla durma birbirinin kafasına kafasına indirmesi de, (ulu)orta oyunlarımızın bugüne de miras kalan kahkaha vesilesidir.
Şakalarımızın bazıları öyle uçuk, öyle doğal afettir ki; can kaybını önlemek için lisanımıza “eşek şakası” gibi bir kategorinin eklenmesi, “Şakayı kaka yapmayın” vecizeleri zaruri görülmüştür.
Develeri kan-ter içinde Ege'de güreştiririz, ilham verir, kıyısında deve güreşi yaparız.
* * *