Paylaş
Bırakın mizahı, “el şakası” gibi öyle ya da böyle bir fiziksel müdahaleyi “şaka” belleyen gelenekteniz biz.
Muhteşem Yüzyıl sayesinde öğrendik, koca koca adamların, padişahın-sadrazamın ucu minderlenmiş sopalarla birbirine -keyf için- kafa-göz giriştiğini...
Bu “oyun”un adı da “matrak”mış... Ne matrak değil mi?
* * *
Karagöz-Hacivat’ın elinde şakşakla durma birbirinin kafasına kafasına indirmesi de, (ulu)orta oyunlarımızın bugüne de miras kalan kahkaha vesilesidir.
Şakalarımızın bazıları öyle uçuk, öyle doğal afettir ki; can kaybını önlemek için lisanımıza “eşek şakası” gibi bir kategorinin eklenmesi, “Şakayı kaka yapmayın” vecizeleri zaruri görülmüştür.
Develeri kan-ter içinde Ege'de güreştiririz, ilham verir, kıyısında deve güreşi yaparız.
* * *
İlkokulda erkek çocuğun kız çocuğuna “ilgi-sevgi gösterme” yönteminin, onun saçını çekmekten ibaret olması da şaka gibidir ama gerçektir.
Oturanın altından sandalye çekmek, kelin keline, fodulun ensesine şaplak indirmek de hemen her kuşakta caizdir, zaten.
Bunu meşrulaştırmak için de, “Hem kel, hem fodul” gibi deyimler üretiriz, kıkır kıkır...
Ad takmak da huyu kuruyasıca “mizah”ımızın en bereketli imkanlarından birisi.
Ve ad takmak için bir insanın gözlük, küpe, başörtüsü takması, tayt filan giymesi yeterlidir mesela.
Gözlüklü sabilerin adı, bir zamanlar Edirne’den Kars’a aynıydı: Dörtgöz...
Çocukların bulaşıcı zalimliğinin “öteki” yaratma refleksiyle yapıştırılan o “dörtgöz” etiketi beterdi, bir zamanlar. Dayanılmaz ağırlığı, gözlüğün o günün teknolojisinde ağır-kalın camı/çerçevesi, kırılganlığı ve pahasıyla birleşince, aksatırdı bir çok çocuğu.
Gözlüğüne mi sahip olsun, gözlüklü haline mi bilemezdi, yorgun omuzlarının gölgesinde...
* * *
Attila İlhan bile “Beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm” travmasının şiirini yazdı, açıkgöz kardeşler.
Normal hayatta itilip-kakılan garibim Clark Kent’i de Superman’den ayıran ana özelliği koca camlı gözlüğü değil miydi?
Şimdi numaralı havası veren numarasız, ya da “0.25 dinlendirici gözlük”ün moda olması, sanki özürdür dörtgözlü geçmişe... Hem bizi entelektüel de yapar, bağa çerçevelisi.
Hani belki çocuklukta olur da böyle şeyler...
Koca koca adamların, yazarların, vekillerin birbirine liboş, takkeli, bilmem ne dölü, tohumu yakıştırmasını yapıp, satırarasından kahkaha yuvarlaması, hala kapkara mizahıdır bu ülkenin.
* * *
“Alaycı taklit” de mizahımızın en kestirme, en keskin pandomimi aslında. Hem de, her devirde... Gücünü de etnisiteye dayalı, gerektiğinde küçültücü “şive taklidi” ile pekiştirir.
Ve atılan kahkahalar “grup dili” olur, farklı fıkralar, taklitlerle aynı cümleyi, kibiri kurar:
“Sen bizden değilsin...”
“Taklitlerinden sakınınız” sloganını, “Alaycı, küçümseyici taklitten sakınınız”a dönüştürmenin zamanı gelmiş de, geçmektedir.
Çünkü çoğu, hurda mizah anlayışına sırtını dayayan “ötekileştirme”, aşağılama bahanesidir.
Yapması da kolaydır, “gelenek”e, dünya görüşüne yaslanıp hoşgörülmesi de... “Şakacıktan”dır ya, şirin şımarık...
Bir spor gazetesinin AMK adıyla çıkması, bu zemine ayağını basıp tiraj araması ve taraftar bulmasıdır özünde. İçinden sırıtırsın da, seni sadece ayna yakalar.
Yarın, “mizah maarifi”yle devam edeceğim.
Paylaş