Kirpisi tosbağası, kurbağası kertenkelesi, kırlangıcı baykuşu...
Bir güzel, hep birlikte geçinir giderdik.* * *
Kertenkeleyi inceler, hayran kalırdık bünyesine...Öyle ki... Kertenkelenin eksilen bir parçasını bırakıp, yaşamaya devam etmesinden ders çıkarıp, aşk acısına, ayrılıklara merhem yapardık:
“Belkim, ben de bir kertenkeleyimdir” derdik, "Onsuz da sürer bu yaşam"...
Can Yücel’den devamla... Meğer, doğanın/hayatın ta “içindeymişik”, “yeşilmişik, sazmışık”, dalmışık, balmışık, tozmuşuk-toprakmışık, çiçekmişik...
De... Bu satırları yazarken, nostaljinin o koyu, o sisli kapsamına yakalandığımı, oralarda kaldığımı sanmayın.
“Yine mi güzeliz, yine mi çiçek” muhabbetine döne döne gömülmek, her dönemde mümkün, her dönemde zaruri...
Hem, lastiği kuvvetli, elastikiyeti yüksek Türkçemizde, “kaz”ı -yanmadan- çevirmek de zor değildir.
Hele “hayvan gibi” familyasından deyimlerde...
“İt” deseler kostaklanırız da, “İt gibi çalışıyorsun” diye omuzumuza vurup, bir de “Seni köpoğlusu...”nu ekleseler, kedi gibi mırıldanırız.
* * *
Deyimler, dün yazımda değindiğim sokak köpekleriyle ilgili "Sevgi başıboş kaldı" haberimiz bağlamında düştü aklıma.
“Onlar”a bakış açısı, vesilesiyle...
Etik felsefesi Profesörü Raimond Gaita’nın “Filozofun Köpeği” kitabındaki bu satırların, çoğumuza şimdiye kadar bakmadığımız bir pencere açtığını düşünüyorum.
Hayvanlar, özellikle sık karşılaştığımız köpekler, kediler hepimizde farklı duygulara neden olur. Bu da, gayet doğal...
Ben kendi hesabıma; özellikle sokak köpeklerinin ürkek cilvelerine, bir temasla, bir kelimeyle değişebilen hüzünlü bakışlarına karşı koyamam.
Sevgi, sevilme ihtiyacını, bir an için de olsa “sahiplenilme” arayışını, şefkat yaratan stiliyle bu denli ortaya koyan bir canlıya, dayanamam.
* * *
Hepsiyle de, öyle ya da böyle anlaşırım.
Bir “iletişim kazası” yaşanırsa da, aldırmam; -varsa- dikenine katlanırım.
Bu ironiyi, vaktiyle Ankara’nın eski ABD Büyükelçileri’nden Richard Barkley yapınca daha da “bir hoş”, daha doğrusu nahoş oluyor hadise.
“Efendim, malum vahşi kapitalist düzenin bir sonucu, hani siz daha iyi bilirsiniz bunu” mavraları-manevralarıyla, lafın altında kalkmak mümkün değil.
Çünkü Batı’da da, Çin olsun, eski Sovyetler Birliği ülkeleri filan olsun Doğu'da da öyle değil. Tam tersi… * * *
"Medeniyet”i insan nerede görse tanır da, ben gittiğim ülkelerde ekstradan kaldırımlarının genişliğine bakarım.
Genelde geniştir de zaten, yüzeyi de kaymak tabaka...
“Kaldırım sanatı” yazın Google’a… Başınız döner.
Bize gelince…
"Gritik" türetmem, gri-resmi bir şehir olmakla eleştirilmemiz açısından da... Angaralı vurgularımız babından da, çok eğreti gelmiyor bana.
Her dem kritik kurumlarımız da cabası...
Neyse... Ayakkabı, bu şehirde herşeydir.
* * *
Misal... Darbe olur, "postal" her anlamıyla ve fiziken yerleşir gündeme...
Gırgır Dergisi de, Kenan Evren Köşk’e çıktığında, "Burası postal kokuyor" ironisini, kapak yapar mesela... (Mizahı susturamazsınız)
Jack London’ın Demir Ökçe romanından mülhem, faşizme de az benzetme yapmadık zamanında, ayaktan.
* * *
- Ah! diye içlerini çektiler Kırçiçekleri, Nergis’i nasıl sevmemezlik ederdik; güzeldi O.
- Güzel miydi? dedi ırmak.
- Onu senden iyi kim bilebilir? Her gün, kıyılarına eğilip güzelliğini seyrederdi.- Sularıma eğildiği vakit, gözlerinde kendi sularımın aksini (kendimi) gördüğüm için severdim onu.”
* * *
Yokluğu hala kesik kol gibi duran, soy arkadaşım Reha Mağden’in çeyrek asır önce yayınlanan “Üçünün Nerkis’i” kitabındaki aynı adlı öyküsü, narsizmi farklı duygularla özetleyen yukarıdaki alıntıyla başlar.
Bugün de, herkes farklı niyetle bakıyor, derelere... Farklı şeyler görüyor.
Ve Ankara'da derelerin aynasında, sadece biz ölümlülerin hayatları değil... Derelerin de ömrü, önce akıp, sonra kuruyup yok oluyor yaşamdan.
Sahne 2: Hevesle, merakla giriyoruz, İçkili Aile Gazinosu’na... (Heves de, merak da iyidir. Hele ikisi aynı anda olursa, tadından yenmez. Varsın, öldürsün...)
Gazinoda o güne dek yaşanmamış bir telaş var, belli.
Sahneye uvertür olarak çıkan başka hayatlardan emekli, yaşından yorgun kadın son şarkısını söylüyor:
“Dediler zamanla hep azalırmış sevgiler...”
* * *
Tek tük alkışını alır almaz, garsonlar fırlıyor sahneye...
Havuz azmanı göletin kıyısındaki bahçenin, betonu yer yer çatlamış 4-5 metrekarelik sahnesine halı seriyorlar.
Bildik, desenli ev halısı... Belli, patron bu özel gün için evinden getirtmiş.
Bugün de, oralardan Türk Dil Kurumu’nun ilk Türkçe Eczacılık Sözlüğü’ne geleceğim.
Ama önce, bazı okurlarımızın e-mail ve Hürriyet Sosyal üzerinden paylaştığı eleştirilere yer vermek istiyorum.
* * *
Aslında iki eleştiri iç içe:
“Öz Türkçe’ye karşı olmam” ve “Karşı olmama rağmen yazımda bazı Öz Türkçe sözcükler kullanmam”...
Elbette Öz Türkçe kelimeleri (de) kullanıyorum, kullanacağım.
Çünkü yaşayan dilimizi ayıklama ya da dile bir güzel yerleşen bazı kelimeleri “dilde tahakküm kurma hevesiyle” dışlama gibi bir niyetim yok.