O mekanda görmeye alıştığınız, yüzünde oranın tarihinin izlerini taşıyan, ötesi sizin o mekanla ilgili tarihinizi karşılaştığınız an, size sıcak bir tebessüm, hatta sımsıkı bir sarılmayla karakucak hatırlatan insanlar...
Hafıza mekanları sosyo-ekonomik değişimlere, krizlere/depremlere bazen (nadiren) direnebiliyor da...
Hafıza insanları ömrün kantara gelmeyen nihayetine beklenmedik anda yakalanabiliyor.
* * *
Otuz yıllık dostumuz, arkadaşımız, hafıza insanımız Faruk Sade’yi kaybettik.
Galeri ve barıyla Siyah Beyaz, -onun deyişiyle- galeri deyince akla sadece oto galerilerinin geldiği yıllarda, 1984’de kuruldu.
Onca yıl her badireyi mütemadi bir özveriyle atlattı da... Mimarı, yaratıcısı artık sadece hafızamızda.
Yine kendi deyimiyle,
Mesela Albert Camus seyahati “yüksek ve ciddi bir bilim” olarak görüyor.
Keşiften deneyime, kültürden bilgiye, farklı doğalardan farklı insanlara/toplumlara koca bir âlem açabiliyor insanın önüne...
Ama o “seyahat”, darbe girişimi felaketinden önce değindiğim “bayram tatili gezmesi”nden elbette çok farklı.
Çünkü çoğu bayram tatili, geleneksel bayram gezmesi gibi.
Bildik, belirli, uygun yerlere uğrayıp, şeker, adet olarak kaldıysa muz-nane-ahududu likörü, iki el-iki yanak öpücüğü...
Bayramlık yerine, tatillik giysiler...
Ve o “iş”e ayrılan kısıtlı süre bittiğinde, temas tamam.
* * *
Bu soru cebimizde dursun; TV, internet, sosyal medyanın “iletişim”e getirdiği kadar olmasa da, götürdüğü, “eskittiği” bir şeyler de var.
Önemli ölçüde yitip gidenlerden birisi, hâlâ kare kare gözlerimin önünde:
O eski hikaye anlatıcıları...
* * *
Dedelerin efsanelerle içiçe hatıralarından, “Bir varmış, bir yokmuş” ninelerimizin çoğu “hand made” masallarından söz etmiyorum yalnızca.
Yaşantıları(nı) öyküye dönüştürenler, gördüklerinden/duyduklarından hikayeler kuranlar vardı eskiden.
Ve kelimelerden bal akıtarak, sözlü mecmua gibi anlatırlardı uzun uzun.
Kıymetliydi... TV, internet yani her gün önümüzden akan ekranlar olmadığı için,
Arkadaşlığımızın, sanki “ömründen uzun” olduğu Reha Mağden, 10 yıl önce 25 Temmuz’da ayrıldı aramızdan.
Karşılaştığımızda, 11-12 yaşındaydık. Orta okula adım atıyorduk yani.
Emek Mahallesi eski 74. Sokak’ın, bir yandan 4. Cadde, öte yandan eski 60. Sokak’la buluştuğu “arazi” mahallemizdi. (Sokak isimleri, numaraları eskir mi, o bile eskitiliyor)
Yine kadim arkadaşım Sedat İnce ile birlikte, pek şövalye olamasak da Atos-Portos-Aramis olduk anında... Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz meselesi...
* * *
Çok yakın arkadaş olduğumuza göre, hemen aşık olmamız, aşkımızı, hayallerimizi birbirimize anlatmamız lazımdı tabi.
Mahallenin kızlarına aşık olma bölüşümünde, Reha’yla bir süre aynı hedefe kilitlenip, Juanito’nun “Arkadaşımın Aşkısın”ı birlikte, kardeş kardeş dinlesek de... Sonradan ona “aristokrat”, şık, gözleri çekik bir kız düştü.
Haftasonları arsada,
Epey yaşlanmıştı, beyninin/belleğinin ona oynadığı oyunlardan yorgun düşmüştü.
O günlerde, belleğinin ellerinden bile hızlı buruştuğunu, kelime dağarcığının her an talana uğradığını hissettiği için, derin üzüntüsüne, hazin profiline tanık olmak zordu bizim için.
Filme, bilhassa dinozorlara ilgi gösterdiğini görünce heyecanla izlemiştik.
Kıpırtılı ilgisinin nedenini kısa süre sonra anladık:
“Yahu nasıl evcilleştirmişler bu hayvanları...”
Oradan oraya zıplayan, adımları/naralarıyla yeri-göğü inleten o koca Dinozorlar tabi ki sahiciydi de, tek sorun nasıl evcilleştirilip de, böyle rol yaptıklarıydı.
* * *
Demansla, alzheimerla boğuşmak şart değil...
Bir durumu, bir olayı tek fotoğrafla anlamayı, anlatmayı da...
Tamam... Bazen fotoğraf, savaşları, depremleri, selleri, hatta koca bir ülkenin ağır travmasını bir karede aktarır bize.
Özellikle mevzu haberse... Fotoğrafsız bir haberle, fotoğrafıyla birlikte algıladığımız bir haberin etkisi tabi ki çok farklıdır.
Anlamaya da, anlatmaya da yardımcıdır.
* * *
Meramım bu değil.
Çok önemli, hayati şeyleri, belki insanın hayatında bir kez karşılaşacağı dönüm noktalarını “anlamak” ve “anlatmak” için bazen, sadece bir kare fotoğrafın peşinden gidiyoruz.
Bir karenin tüm fikrimizi, hissiyatımızı ortaya koymaya yettiğini, duruşumuzu gösterdiğini düşünüyoruz o an.
Bazı versiyonlarında partal giysileriyle yoksuldu o çocuk.
Bazısında şık paltosu ve atkısıyla varlıklı bir “küçük bey”di.
Lâkin ah, tombili yanağından yaşlar süzülüyordu ki... Taş olsan dayanamazdın.
Bir kaç liralık posterlerin ve daha “pahalı” yağlıboya sürümlerinin asıldığı duvarlar da zaten, gecekondudan hali-vakti yerinde evlere kadar uzanıyordu.
* * *
“İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” duygular, merhamet, şefkat yaratan o “milli” posterimiz, neyi temsil ediyordu ki böylesine itibar görmüştü?
Murat Belge yıllar önce “Tarihten Güncelliğe” kitabında şöyle yorumluyordu bu hali:
“Türkiye çocukları karşısında suçlu bir halktır. Kimsenin çocuğu olmayıp da herkesin çocuğu olabilecek bir çocuk gözü yaşlı duruyorsa, bu çocuk (toplumsal) bilinçliliğin çok derin mahzenlerinde yıllardır uyuklayan duyguları uyandırabilir...’’
“Artık bu sondur” derken, bu aritmetiğe önceki gece fiili bir darbe girişimi eklendi.
Hem de darbe ezberimizi bozan, etkisi-tepkisiyle...
* * *
Hafızamdaki darbelerin en flusu, o yıllarda bacak kadar çocuk olduğum için 27 Mayıs.
İki şey hatırlıyorum sadece:
İlki camları sarsan jet sesleri, diğeri Kızılay’daki kalabalık...
* * *
Darbelere dair kronolojimin ilk sırasına yerleşen bu iki solgun sahneyi, önceki gece yeniden yaşadım.