Paylaş
Epey yaşlanmıştı, beyninin/belleğinin ona oynadığı oyunlardan yorgun düşmüştü.
O günlerde, belleğinin ellerinden bile hızlı buruştuğunu, kelime dağarcığının her an talana uğradığını hissettiği için, derin üzüntüsüne, hazin profiline tanık olmak zordu bizim için.
Filme, bilhassa dinozorlara ilgi gösterdiğini görünce heyecanla izlemiştik.
Kıpırtılı ilgisinin nedenini kısa süre sonra anladık:
“Yahu nasıl evcilleştirmişler bu hayvanları...”
Oradan oraya zıplayan, adımları/naralarıyla yeri-göğü inleten o koca Dinozorlar tabi ki sahiciydi de, tek sorun nasıl evcilleştirilip de, böyle rol yaptıklarıydı.
* * *
Demansla, alzheimerla boğuşmak şart değil...
Muhakeme, bazen benzer çalışır.
Bir şeye en baştan, fazla sorgulamadan, önkabulle inandığımızda... Ardından zaten kalben inandığımız o şeye dair, yine (ve tabi ki) “inandırıcı” gelen bir fotoğraf, bir görüntü izlediğimizde... Tamamdır.
O perspektifimize, o tabloya uymayan “ufak-tefek” şeyler olsa bile, o akla uydurmaya çabalarız.
İçerlerimizdeki Kılıf Hizmetleri Dairesi işlemeye başlar.
“Ondandır/şundandır, öyledir/böyledir”ler kısa metinler halinde yağar bahane faksımıza...
Ve “inancımız/düşüncemiz”den bir adım sapmadan, o adımın bizi nereye götüreceğine bakmadan devam ederiz yolumuza.
* * *
Misal... 27 Mayıs darbesine giden/götürülen yolda, Adnan Menderes’in cesetleri bulunmasın diye üniversiteli gençleri kıyma makinesinden geçirtip tavuk yemi yaptırması gayet tabi gelir de...
“Acaba tavuklar yemiş midir?” sorusu kalır akılda. (Buyrun; benim de aklıma “Ufak at da civcivler de yesin meselesi, oradan mı türedi acaba!” sorusu geliyor)
* * *
Bu yolda yalnız olmamamız, bizimle benzer düşünen eşimiz, dostumuz, çevremiz de yüreğimizi ferahlatır. Ötesi yönlendirir bizi.
Dışlanmayı, en azından kınanmayı göze alarak doğruları, en azından farklı düşünceleri savunmakla, yakın çevremizin paylaşımlarına uyarak işin içinden sıyrılmanın o altlı üstlü “ben”lerle mücadelesi, derinlerde, o koyu, sisli içişlerinde cereyan eder.
Ve insanın kendisi, benliği üzerinde “operasyonel” düşünmesi riskli, yaman iştir elbet.
* * *
Bu mücadelede, referans grubumuza rağmen farklı görüşlerden ya da adaletten yana ortaya koyulan tutum, yalnız, tek başına, törensiz kutlanabilecek bir mertebedir üstelik. Aynaya bakıp, usulca şerefe…
Ötesi, "kamusal" öğrenme sürecimiz, kulağa küpe nasihatlerimiz, paslı tecrübelerimiz, ikinci halden, yani gerçek yahut adil gelmese de çevremize, aynı düşünceleri paylaştığımız dostlarımızın eğilimlerine uymaktan yanadır.
Sürüden ayrılanı kurt kapar, değil mi?
* * *
Doğru olmadığını, en azından meselenin farklı olabileceğini düşündüğümüz halde, “aynı dilden” konuştuğumuz, bazı şeyleri tartışılmaz, kutsal ya da tabu saydığımız zamanlar, henüz anı olamayacak kadar taze.
Yüzleşmek bir yana, göz göze gelemediğimiz/göz temasından bile kaçındığımız, dilimizin susup ellerimizin, parmaklarımızın sıkıntıyla –istem dışı- konuştuğu, siluetimizin kamburlaştığı, o haller…
Doğru, adil olmadığını bile bile o vahşi savunmalarımız, o rüsva koleksiyon tarih mi oldu hakikaten?
* * *
Misal... Cinsiyetçi dilden, sapına kadar erkek fıkralardan, cinsel tercihi farklı insanlara yakıştırdığımız "popüler" sıfatlardan derin mahcubiyet duymaya başlamamızın miladı kaç yıla dayanıyor?
Neye kilit vurduk/vurdular, onca yıl anahtarı nereye sakladılar da, ergenliğimiz, ilk gençliğimiz böyle dönemlerin bombardımanında geçti?
“Yalancının mumu yatsıya kadar”dı da, yatsı ne zamandı?
* * *
Resmi tarihimizin darbelere, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarına giden basamakları da, böyle “inandırıcı” ve “referans” taşlarla döşenmiştir.
Dezenformasyona, provokasyonlara, çarpıtmalara hiç sorgulamadan inanmaya meyyal bünyeler, bir dönem hemen her inanç ve düşüncenin hazır kıtasıdır.
Lâkin tarihi olarak zayıf karnıdır da...
Bizim de zayıf karnımızdır. Çünkü yaşadığımız ülkede “karşıt” hatta “farklı” düşüncelerin tarihi, acı tecrübelerle, vahim olaylarla, dezenformasyon sağnağıyla doludur.
“Bunu yapan, onu da yapar” deriz, kolayca. Oradan yakalanırız...
* * *
Son yazılarımda değindiğim sosyal medyada paylaşılan bazı fotoğraflar, bu yüzden özellikle sorgulanmaya muhtaçtır.
Bazen en “belgeli” yalanlar, fotoğrafın, görselliğin gerçekliğine bürünerek ortaya çıkar zira.
Çünkü en güçlü yalan, anlık yahut çarpıtılmış bir gerçeğin üzerine kurulanıdır.
* * *
Niye fotoğraf çektirirken en güzel gülümsemelerini, en derin-keskin bakışlarını, en iyi beden hallerini takınmaya çalışan insanlar, bazen beğenemezler fotoğraflarını?
Kendileri gibi olamadıklarını/duramadıklarını düşündükleri için mi?
Ve neden fotoğrafını inceleyen her insan, fotoğrafından daha yaşlıdır.
Kendini yeni günlere tab edemediği için mi?
Paylaş