Paylaş
Bu soru cebimizde dursun; TV, internet, sosyal medyanın “iletişim”e getirdiği kadar olmasa da, götürdüğü, “eskittiği” bir şeyler de var.
Önemli ölçüde yitip gidenlerden birisi, hâlâ kare kare gözlerimin önünde:
O eski hikaye anlatıcıları...
* * *
Dedelerin efsanelerle içiçe hatıralarından, “Bir varmış, bir yokmuş” ninelerimizin çoğu “hand made” masallarından söz etmiyorum yalnızca.
Yaşantıları(nı) öyküye dönüştürenler, gördüklerinden/duyduklarından hikayeler kuranlar vardı eskiden.
Ve kelimelerden bal akıtarak, sözlü mecmua gibi anlatırlardı uzun uzun.
Kıymetliydi... TV, internet yani her gün önümüzden akan ekranlar olmadığı için, hayatın tek aynası sohbetti, hem.
* * *
Aramızdan ayrılışının 10. yılında dün andığım Reha Mağden, bilhassa öyleydi.
Hikayelerinde kaleminin hınzır gücünü, ustalığını kastetmiyorum; ender insana nasip olan tarzı, kelamıyla hikaye anlatıcısıydı da... Anlatıcılık, yazarlıktan farklı bir haslet gerektiriyor.
Herşeyi hikaye eder/eyler, her “an”ı öykülerdi.
Ordu’daki fındık bahçesini, Burgazada’daki kediyi, Sivas’ta bir kampüsteki sardunya çiçeğini...
Fındık bahçesinde bir aşk, kedilerde bir isyan imkanı, sardunyada bir ibadet bulur, anlatırdı.
Paylaşacağı şey de çoktu belli ki, paylaşacağı insan da...
Asıl onlar mı azaldı?
* * *
Sardunya deyince, ona rengahenk bir parantez açmak lazım.
Zira biz Ankara’ya ilkyazın geldiğini sardunyalardan anlardık.
Balkonlardaki sardunyalar da var tabi ama bilhassa Sakarya’da masalar sokağa yayılır yayılmaz. Masaların üzerinde, iki küçük sardunya çiçeği ile “geçiştirilmiş” pirinç vazolar belirdiğinde...
“İlkyaz geldi ya artık”, öğle rakısıydı sardunya o zamanlar.
Eh, “Rakı içilir mi hiç çiçeksiz”. (²)
* * *
Kısacık bir mevsimmiş o da, geldi-geçti.
Ama Reha Mağden “Üçünün Nerkisi”nde anlattı, kayda aldı onları:
“Herkes beceremez bir zaman dümdüz bir dal olan gösterişsiz bitkilerin açılmasından zevk almayı.
Yaprakları ayinlerdeki eller gibi göğe açılmış, göğü çağıran bir çiçekti bu.
Henüz açmamış haliyle, gövdesi uzadıkça yapralarını göğe doğru çevirip sürekli çağıran...sürekli çağıran...
Aydınlık ve günahsız odaların çiçeğidir sardunya.”
Bir gün Edip Cansever okurken anladım; Reha’yı bir sardunya büyütmüştü, herhal.
* * *
Hikayenin lojistiği hafızasıyla hep iyi geçindi Reha.
Ne ona savaş açtı, ne ondan intikam aldı.
Anılarını “dün”de bırakmadı. Hep “gün”e yerleştirdi ve yazarak yarına...
Dikti, sardunyalar gibi.
Hikaye oldu, yazı oldu, kitap oldu.
Hayatın yakasına iliştirdi yaşadıklarını, dostlarına hikayelerin şalını örtü.
* * *
Rüyalarını da anlatırdı, uzun uzun. Hatta yeniden kurardı onları...
Bugün de rüyalarını, ama kurduğu değil gördüğü düşleri anlatan insanlar var elbet.
Kimi -belki “tabir”inden de medet umarak- uzun uzun ayrıntılarıyla, kimi özetleyerek usulca...
* * *
Lâkin hikaye anlatıcıları uzakta...
Ya yaşananlar, onun bir an görünüp, bir anda kaybolan izleri, öyle hikayeler kurmaya, dillendirmeye yetmiyor.
Ya da saklanıyor, dudağa değmeden soluyor, yaşanan hikayeler.
Belki yanlış hayatları yaşamak heves bırakmadı, belki hayatı yanlış yaşamak soldurdu körpe hikayelerimizi...
Düşler kaldıysa geriye... Olsun.
Coen kardeşler, “No Country for Old Man (İhtiyarlara yer yok)” filminin o hazin repliğinde, “Rüyalar her zaman görenler için ilginçtir” de dese...
Siz yine de anlatın rüyalarınızı.
Hayra yoran da var olsun, yormayan da...
Gerçekler her zaman hayallerin üzerinde yükselir.
Sahiden, güzel anlatılmış bir hikayeyle, gerçek arasındaki fark nedir acaba?
(¹) Wayne Wang ve Paul Auster’in “Smoke (Duman)” filminden.
(²) Ece Ayhan, “Ut” şiirinden.
Paylaş