Paylaş
O mekanda görmeye alıştığınız, yüzünde oranın tarihinin izlerini taşıyan, ötesi sizin o mekanla ilgili tarihinizi karşılaştığınız an, size sıcak bir tebessüm, hatta sımsıkı bir sarılmayla karakucak hatırlatan insanlar...
Hafıza mekanları sosyo-ekonomik değişimlere, krizlere/depremlere bazen (nadiren) direnebiliyor da...
Hafıza insanları ömrün kantara gelmeyen nihayetine beklenmedik anda yakalanabiliyor.
* * *
Otuz yıllık dostumuz, arkadaşımız, hafıza insanımız Faruk Sade’yi kaybettik.
Galeri ve barıyla Siyah Beyaz, -onun deyişiyle- galeri deyince akla sadece oto galerilerinin geldiği yıllarda, 1984’de kuruldu.
Onca yıl her badireyi mütemadi bir özveriyle atlattı da... Mimarı, yaratıcısı artık sadece hafızamızda.
Yine kendi deyimiyle, Siyah Beyaz’ı aklına düşüren “sanat mikrobu”nu ODTÜ Mimarlığı bitirdikten sonra 1980’de mastır yapmak için gittiği Paris’te kapmış. O pek denenmemiş yola, kalbinden yakalanmış, öyle girmiş.
Aramızdan ayrılırken de, yine kalbinden yakalandı.
* * *
O mekanın adı niye Siyah Beyaz derseniz, Faruk’la ilgili önemli bir ipucuna ulaşırsınız.
Açıldığında ismi yokmuş henüz. Ama duvarlarını kaplayan orijinal siyah-beyaz fotoğraflar nedeniyle, mekanı Siyah Beyaz olarak anmaya başlamış gelip-gidenler.
Ve ismini doğuştan değil, kızılderililer gibi sonradan, nâmıyla kendi kazanmış; Siyah Beyaz...
Faruk da bayılmış bu duruma:
“Hoşuma gitti, çünkü ben griyi hiç sevmem...”
* * *
Doğru... Netti, kafasına koyduğunu yapardı:
“Anne tarafından Arnavutum. Bir şeye karar verdim mi sonuna kadar giderim.”
Belliydi griyi sevmediği, siyah-beyaza meyli ama... Renkleri sıcaktı hep.
Ahmet Boyacıoğlu’nun yönettiği Siyah Beyaz filminde Faruk Sade’yi canlandıran Taner Birsel güzel özetlemişti doğrusu:
“Filmdeki en zor rol belki de benimki. Çünkü oynadığım Faruk rolü, gerçekten var. Kendisiyle tanıştığım ilk 10 dakika içinde sarılıp öpesim geldi. İnanılmaz biri...”
* * *
Hürriyet Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nun Cinnah Caddesi’nde olduğu yıllarda, 50 metre arkamızdaki Siyah Beyaz, dostluğumuzdan, arkadaşlığımızdan öte stratejik bir konumdaydı da...
Daha kapıda ‘Bakır’ Haydar Cırık ve Hüseyin Ülker’le başlardı muhabbet.
Gerek müdavimlerinin, gerekse duvarları saran fotoğrafların “ahbap yüzleri”, bürodaki yoğun mesainin, gecelerin ardından emsalsiz bir vahaydı.
Orada, o dostlukta, onca yıl, ne kalbimiz kırıldı, ne hevesimiz... Yaman iştir, bunu becermek.
Faruk ve Fulya Sade omuzladı, başardı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde dünyanın en güzel Kangal köpeği Matiz’in de (ismine dikkat çekerim) aramıza katılmasıyla, insana derin bir “oh” eşliğinde, “Daha ne isteyeyim...” dedirtirdi.
* * *
Ön bahçesinin henüz açılmadığı yıllarda, kapalı mekanın açık salonu gibi uzayan saklı arka bahçesiyle de mevsim eklerdi hayatımıza...
Şöminesi de, kışı farklılaştırdı. İlkbahar, sonbahar desen, zaten ya hey...
Lâkin insan ömründe bir an geliyor; sadece günler, haftalar, aylar değil mevsimler de çabuk geçiyor.
Ve o eski şiirden kalan kadim tiyatro repliğindeki gibi, “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal /Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” oluyor.
* * *
Faruk’u düşününce... Siyah Beyaz filminde Erkan Can’ın hayat verdiği Muzaffer karakteri de geldi aklıma.
Kırk yaşında kalp krizi geçirince işini bırakan ve hayatını yavaşlatmaya karar veren Muzaffer...
O kararıyla birlikte sümüklü böcek/salyangoz beslemeye başlıyor. Şu bir dönem dünyayı saran cittaslow (yavaş şehirler) meselesi...
Faruk hiç yavaşla(t)madı.
Yüreğinin peşinden gitti, oradan yakalandı.
* * *
Siyah Beyaz’da barın tam karşısında, müdavimlerinin fotoğraflarının asıldığı bir bölüm vardır.
Aramızdan ayrılanların fotoğrafları solgun bir ışıkla aydınlatılır; Uğur Mumcu’nun, Tuncel Kurtiz’in, hocam Ünal Nalbantoğlu’nun...
Faruk o hüzünlü, siyah-beyaz albümün erkencisi oldu.
Paylaş