Edersin de; özellikle kendini aptal, mahcup, künt hissettiren durumlarda...
Kahırları, belaları, tüm yıldırımları üstüne yöneltirsin.
Ki öyle anlarda, kendine de küfredersin zaten:
“Hay benim kafamı...”
* * *
Bedduanın öze dönen “lafta kıyamet” hali, birbirinden renkli yeminlerimize de ilham veriyor.
Yeminlerin, halk edebiyatı/kültürü açısından kıymetli malzemeler arasında yer almasının altında da o özgün ilham var.
Öyle olduğunu ben
Birisi dolu dolu “Kahretsin, belasını versin, onun da başına gelsin” tekerlemesine girse...
“Deme öyle” derim, yahut öyle geçer içimden.
“Olur a nefesi sağlamdır, bir aksilik çıkmasın” gibilerinden düşündüğüm için değil.
İnsanı öyle dolu dolu beddua ettiren o duygu hali, o hâlin geri planı hoşuma gitmez.
* * *
Beddua bazen spontane bir küfür, cümleyi tamamlayan bir “ulan” gibi dile yerleşir, refleks gibi ağızdan çıkar.
Ayağını sehpaya çarptığında bile, bir “Kahretsin...” nidası yankılanır evin içinde...
Bazı insanların dilinde ise beddua, mühimmatı sağlam yaylım ateştir. Eli tetiktedir hep.
Yine beklenen bir şey de olsa, ölüm hep erken, hep zamansız yakalar insanı.
Hele çok yakından vurduğunda...
Gidenin ardından bir vefa eksikliği, ödenememiş bir borç, suçluluğa benzer bir çaresizlik, bir burukluk, bir “Keşke...” kalır geriye.
İnsan sevdiklerine dair içinde bir ukde kalmasın ister elbette, ama ne mümkün.
Hele hep fedakar, hep diğerkâm, hep dost, hep sevgili ise giden. Güzel, iyi insansa, izleğinde...
Onunla ilgili hatıralarının muhasebesinde, kendini noksan hissedersin.
* * *
Öyle ölümler, bir süre
Gazeteci, yazar Alper Görmüş’ün Duygu Asena’nın ölümünün 10. yılında yazdığı portrede geçen bu cümle kıymetlidir.
Ölümün, “Her ölüm erkendir” (¹) misali darbesi, travması, geride kalan insanın “giden”le ilgili düşüncelerini, hissiyatını etkiler.
Annedir, babadır, nine-dededir...
Yaşına bakıp, “Uzun uzun, mutlu yaşadı” desen de, onun mutlak yokluğu erkendir sana.
Zira bir insanın ardından “O artık yok” demek, en zor ve zorunlu imtihanlarındandır hayatın.
* * *
Ölümün bu teması, Duygu Asena portresindeki gibi pek de iyi seyretmeyen baba-kız ilişkisini, ölümün ardından daha yumuşak anılarla temize çekebilir.
Sert, soğuk hatıralar, sevgisizlikler, kızgınlıklar, gerilimler, yaşanan travmalar o insanın ölümüyle bazen geride kalır.
Gerçeği, sadece başa çıkabileceğimiz, katlanabileceğimiz, öteleyebileceğimiz, hatta yok sayabileceğimiz kadarıyla isteriz.
Ve “Olabilir, ama...” ile başlayan cümlelerle kovalarız gerekirse, “içişlerimiz”den.
“Ucu bana dokunmaz”dır nasıl olsa; “Benim başıma gelmez”dir.
Yıllardır yüzleşmediğimiz, hatta görmek istemediğimiz, kenarından dolaştığımız gerçekler, ülke gündemine (ve hayata) peşpeşe yerleşirken, zamanıdır Haneke filmlerinin...
Çünkü Haneke, tam da bunu gösterir; “Kimse hayattan muaf ve dokunulmaz değildir” dercesine, dokunur seyirciye...
* * *
Örneğin, 7. Kıta (The Seventh Continent) filminde sabah alarmla uyanan kadınla erkeğin “çoğunluğa benzer” hayatı yansır perdeye...
O hayatın rutini, tekdüzeliği, milyonların
Zira son yazımda değindiğim gibi, sanal da olsa zırhlarımız var.
Ve en yaygını; “Benim başıma gelmez...”
O çarp(ış)ma “an”ına kadar, kendi hayatımızın dışındaki, kendi yaşam alanımıza değmeyen felaketleri, travmaları -bazen gözlerimiz dolsa da- bir “ekran”dan izliyoruz.
Kumandaya uzanıp “kanal” değiştirebileceğimiz, olmadı kapatabileceğimiz bir ekrandan...
İçimiz yansa da, başkalarının hayatları onlar.
Bazen coğrafi olarak uzak, buralara... Bazen sosyo-ekonomik, siyasi, etnik olarak.
Benzer ya da farklı bir biçiminin, kopup gelen bir meteor gibi aniden hayatımızın ortasına düşebileceğini düşünmüyor, yahut öyle münasebetsiz düşünceleri kovuyoruz menzilimizden.
* * *
Psikoloji bu mevzuya, “savunma mekanizmaları” başlığı altında giriyor.
Ruh/akıl sağlığımızı, o kritik dengeyi muhafaza etmek için bir çok yola başvurur zihnimiz.
Rahatsız edici düşüncelerimizi, kuruntularımızı kovalar bastırırız, mazeretler üretiriz, inkar ederiz, yansıtır dönüştürürüz, şakaya vururuz, dışlarız, yok sayarız... Atlattığımız, hallettiğimiz hissi salgılanır bünyemize.
Gardımızın en tipik, en yaygın hâllerinden birisi de hep cebimizde durur zaten:
“Benim başıma gelmez...”
* * *
Çünkü her an öleceğini, bir kazaya, hastalığa yakalanacağını yineleyerek yaşamak...
Her an iflas edeceğini düşünerek iş yapmak, her saniye kovulacağını hayal ederek çalışmak...
Zira, en son 12 Eylül darbesi, bugün 40 yaşına gelenlerin bile “bizzat, görerek/algılayarak yaşamadığı”, anadan-babadan-dededen dinlediği, tozlu arşivlerdeki bir vaka olarak kalmıştı geride.
Biz ise “yaşamıştık”. Tecrübeyle sabitti yani...
12 Mart ve 12 Eylül’ü yaşayarak net hatırlayan “darbe tecrübemiz”; askeri dikta, el ele onaylanan idamlar, görmezden gelinen seri işkenceler, kıyımlar, sürgünler, toplu işten, vatandaşlıktan çıkartmalar çok şey anlatıyordu elbet.
Fakat o tecrübe, bugünden farklıymış meğer.
* * *
Öncelikle, herkes için “benzer hissiyatı” yaratmamıştı.
Darbe deyince, merkezdeki kuşakların bir bölümünün sığınacağı “başkalarının, hatta hak edenlerin başına gelen bir şey” limanı, yanılsaması vardı:
"Ucu bize dokunmaz..."