27 Ağustos 2010
DÜN “yıllık iznimin bir bölümü”ne dair, az felsefe yapmadım. Aşk, heyecan, macera, entrika, tekmili birden... Hayalkırıklığı mı yaratır, “Oh olsun” mu denir bilmem ama, doğrusu ben yıllık iznimin bir bölümünü hem kullandım, hem kullanmadım.
Kullanmadım çünkü, Ankara’da, ötesi bürodaydım.
Kullandım çünkü, yazı yazmadım. Yani o köşedeki “oda”mda değildim.
Yok, “odalarda ışıksızım, katıksızım, viraneyim, divaneyim” filan değil.
Eylülde yine yeni bir Ankara Hürriyet’in derdine/hevesine düştük de ondan.
Yine yepyeni...
* * *
Ve “ara” iyi geldi bana.
O köşede 365 gün boyunca hemen her gün, o bet fotoğrafımla büst gibi duran fotoğrafımı görmemek bile.
Bukowski olmadıkça, üçüncü sayfayı açıp “Bakalım ne yazmış bugün” diyemiyor insan kendine. (Ne sıkıcı)
Evet Ankara’daydım.
Ama yazı yazmamak, sadece yeni Ankara Hürriyet ile uğraşmak, sanki seyahat oldu bana...
Okurlara yönelik, “arz”ın merkezine seyahat.
Seyahatin her anında, beyin fırtınası.
Günbatımında sonuç alınca, sütliman...
Dinlenemedik ama dineldik.
* * *
Verdiğim “ara”nın, mevsimine değinmeden olmaz.
Ankara son bilmem kaç asrın (Meteoroloji’ye göre son 23 yıl olabilir ama bana asır gibi geldi) sıcaklık rekorunu kırdı bu arada...
Ara vermekten mutlu olsam da “yazı”yı seviyorum, ama artık “yaz”ı asla.
Hele geçen iki hafta boyunca “yerim dar, esemem” diyen Ankara’da, tül perde bile kıpırdatmayan havalarda.
Mevsim normallerini, bazen yazmaktan daha çok özledim, demeye de dilim varmıyor ama...
* * *
Bu arada, onlarca-yüzlerce mail gelmiş, (yüz bin baloncuk)...
Yanıtlamaya, aktarmaya çalışacağım elden geldiğince.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2010
YILIN hemen her günü -örneğin benim gibi geçen yıla kadar her gün, bu yıl haftada 6 gün- yazıyorsanız, köşeniz artık sayfadaki “oda”nızdır bir bakıma. Çokça, çalışma odası...
Bazen oturma-televizyon odası olabilir, naklen.
Ya da teras, bahçe. Mesela “havalı”, “mevsimli” yazılarda...
Bazen salon-salomanje, konudan konuya, daldan dala.
Yahut yemek odası, üzerinize afiyet. Bazen de kiler, dar ve penceresiz.
Bazen dost evindeki “çek-yat”dır. Yastığı ayarsız da olsa, uykusu muhkem.
Bazen kimliğiyle, göreviyle, makamıyla barışık ol(a)mayana, “çek-git” dersanesi...
Bazı örneklerde yatak odası da olabilir, ama o ayrı.
Yataklık ettiklerimiz, “mobese-obese, kimse kimseyi sobelemese” der, “kamerasız” hayatı sever.
Hatanın/”günah”, “sır”rın digital değil vicdani kaydını...
* * *
“Ev”i, odaları dolaşarak geldim, mevzuya. Çünkü derdim, hemen her gün yazdığımız o köşelerde aniden beliren o mahut cümleydi:
“Yazarımız yıllık izninin bir bölümünü kullandığı için yazılarına bir süre ara verecektir”...
Yazarın yıllık izni belirsizdi, doğrusu. O belirsiz iznini ne kadarını kullanacağı da... (Misal, koca köşe yazarının yıllık izni 3-5 ay olabilir, değil mi)
Yazılarına ne kadar süre ara vereceği de muammaydı, aslında.
Çünkü köşe yazarı çıktığı Mavi Tur’da tekneden, safaride cipden, çölde deveden, göl kıyısında cibinlikden de bildirebilirdi.
Kurar bağdaşını, dizüstünden yazardı yazısını sereserpe:
“Uzanmışım kumsalda, yazıyorum aheste...”
* * *
Bazen de “Yazarımızın yazısı elimize ulaşmadığı için yayınlayamıyoruz” ibaresi çıkar köşelerde.
Ama inanmayın; köşeyazarları yazılarını elden gönderecek değil a, şehzade fermanı gibi.
Yoksa APS ile yolladı da alt kata, acele posta servisi... Kurye aracı takla atmasın mı, son anda?
Bakmayın bugünün bilgisayar teknolojisine, uydu telefonuna, elektronik postalara. Cep’ten yazsan, 3G filan-5 sn falan, “Nasıl ulaşmaz” demeyin...
Yazardır-yazmazdır, ulaşmadı mı ulaşmaz.
İlham gelmez evham gelir, yazmaz o gün yazısını...
* * *
Sonra, “Rahatsızlığı nedeniyle yazısını yazamıştır” da var ama...
Bir kere o bahaneyi kullandım, nevazilden değil gelen telefonlardan öleyazdım.
Yıllık iznimin ne kadar bölümünü, nerede, nasıl kullandığıma gelince...
O da bugünkü günlük iznimin bir bölümünü kullanacağım için, yarın.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2010
BİZ Ankaralılar plansız yaşamaya alıştık.Trafikte mesela, iki gündür metro bağlamında değinmeye çalıştım. Kent plansız olursa, kentli nasıl plan yapsın, değil mi...
Ama mevsim yazsa, mevzu tatilse başka.
Hemen herkesi “tatil planı” sevdası sarar.
Karayolları haritaları serilir halıya.
Oteller, moteller, pansiyonlar, Google’lanır.
Hatta gitmese/gidemese de...
“Plan”, ertesi yıla kalır.
* * *
Bazen planladığı ile bulduğu tatil uyuşmaz.
Çoğu kez de, evdeki hesap tatile uymaz.
Bazısı tatile “ev”i taşır, yanında.
Bazısı her yıl “tatil evi”ne, yazlığına taşınır.
* * *
Ben gidilen yer kadar, gidilen yolu da önemserim.
Hatta varılacak yerden çok, “yola çıkma” duygusuna heveslenirim.
Hani Seneca demiş ya:
“Nereye gittiğin değil, nasıl gittiğin önemlidir”.
Evet, seyahat varılan yer kadar, gidiyor olmakla, gidilen yol(uy)la da keyifli belki.
“Kalk gidelim” nidasıyla...
Ve mümkünse bavulsuz.
* * *
Gezgin hayallerim o nedenle çoğu kez adressiz.
Ama “yol”a hep heves ederim.
O nedenle uçakla seyahat, bana gezi gibi gelmez pek.
Şairin dediği gibi, “her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel” de...
Pencereden rüzgarla geçen “yol manzaraları” olmadan.
Durup, gerinip, az konaklamadan.
Yolda farklı lezzet duraklarından tatlar almadan.
Yani yolu yaşanmadan nasıl içselleştirilebilir ki uzaklar?
Eğer hala “uzak” bir yerler, “uzaklar” varsa...
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2010
ULAŞTIRMA Bakanlığı'na devredilen metroların "öncelik meselesi" ile ilgili tartışmalar sürüyor.
Dün Eskişehir Yolu'nun Ankara trafiğine etkisini, bu hatta yer alan yoğun merkezleri yazmıştım.
Merkezdeki trafikte, bu bölgedeki kamu ve özel işyerlerinin, üniversitelerin, okulların, özel otobüs firmalarının servisleri, de etkili.
Ötesi her gün sayısı artan dev alışveriş merkezleri de orada.
Büyük alışveriş merkezlerinin akşam saatlerinde, haftasonlarında yarattığı araç yoğunluğunu saptamak için sayısal veri gerekmiyor.
Oradan geçmek (geçmeye çalışmak) yeterli.
* * *
Yirmiden fazla semt de bu güzergahla omuz omuza.
Merkeze gidiş-gelişler araçlarla bu yoldan yapılıyor.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2010
BAŞKAN Melih Gökçek, Ulaştırma Bakanlığı'na devredilen metroyla ilgili öncelik sıralamasını bir kez daha vurguladı:
"İlk sırada Sincan, ardından Keçiören ve en sonra da Çayyolu metrosu bitirilecek.
Sıralamada bir değişiklik olmayacak. Aynen böyle olacak. Biz programımızı buna göre yaptık, herhangi bir değişiklik olmaz."
* * *
Metro, özellikle metro kazıları kuşkusuz bir "program dahilinde" yapıldı.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2010
BİZ “resimlere bakan” bir nesil olduk.<br><br>Televizyon anca lisede, video çok sonrasında hayatımıza girdi. İlkokulda Büyük Atlas’tan ezberledik ülkeleri. Coğrafya oyunu oynadık ve Atlas’ta şehir bulmaca...
“Resimli Tarih Mecmuası”ndan tanıdık “Ak tolgalı beylerbeyi”ni:
“İlerle, yürü, kim tutar seni...”
“Hayvanlar Alemi”nin renkli resimlerine bakarak, isim taktık birbirimize... (Bukalemun Hayati kulakların çınlasın)
O yıllarda biriktirdik sakızdan çıkan futbolcu resimlerini. Kavga-döğüş takaslar ettik.
Az büyüdük, artist-şarkıcı kartpostallarıyla genişledi “görsel albüm”ümüz.
Harita Metod Defteri’nin arasından düşen, eteği havalandırma ızgarasıyla paraşütlenen Marliyn kartpostalı yüzünden “disiplin”e gittik.
Ve Anket Defteri’nde “Issız bir adaya götüreceğin 3 şey” sorusunun yanına yapıştırdık, deniz kıyısında el ele gezen sevgili siluetlerini...
* * *
Hayat Mecmuası’nın ortasındaki Hawai posterleri, ekranlarda bile görülmedik adalar süsledi evlerin misafir odalarını, kasap dükkanlarını.
Yerli-yabancı müzik mecmuaların ortasından çıkan Beatles’lar, Led Zeppelin’ler de -varsa bir odamız- bizim duvarlarımızı...
Yıldız, Pazar mecmuaları ödünç aldık, mayolu-bikinili...
Senede bir gün, Fotoğraf Stüdyosu’na gidip “aile fotoğrafları” çektirdik.
Sevgili sureti ise, edinilebilirse siyah-beyaz bir vesikalık. “Resimdeki Gözyaşları”ydı, vuslatımız-hasretimiz.
* * *
Sonra duvarlarda gördük bazı “abi”lerin, bir kaç “abla”nın fotoğrafını.
Baktık baktık da, “İnşallah yakalanmazlar” diye fısıldandık. Çünkü biz “uzun bıçaklar”ın değil, “kızılderili”leri severdik.
On yıl geçmedi “eylül”de geldi ikinci darbe; “Aranıyor” ilanların altına Ahmet Telli’nin mısralarını ekledik:
“Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış /yasak bir kitap gibi durmaktadır
ve firari bir sevda gibi
Şimdi duvarlarda resmin...”
* * *
Biz “resimlere bakan” nesildik.
Hayallerin videoya çekilmiş halini/filmini gör(e)medik, ondandır belki hayalperestliğimiz.
Ki, “sukutu hayal”dir zaten, bazılarımızı hala siyah-beyaz, bazılarımızı natürmort kılan.
Ama “görsel hafızamız” kuvvetlidir.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2010
"GENELEV"i mi tartışıyoruz, peki.
Belki bir akşam "ilk kez nasıl milli olduk" ondan da konuşuruz. Daha kolay, daha kıyak olur "muhabbet"imiz.
Hem güleriz biraz.
Pasoyla mı girdiniz lise birde, ah nerede kapıyı aralayan o eski "bekçi amca"lar.
"Randevu evi"
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2010
"UNUTULMAZ denen günler
Unutulur unutulur
Bu hayat böyledir dostum
Yaşanan gün mazi olur
En değerli hatıralar
Bir gün gelir unutulur
En acı dermandır yıllar
Sen dursan da dünya döner
Kalbini dağlayan yangın
Yazının Devamını Oku