14 Temmuz 2010
YAZI sevmiyorum, asla sevmiyorum ve bu sıcakta “yazı”yı da... Oda klimayla serinlemiş de olsa, biliyorum ya camın ardındaki 36 dereceyi.
Gün boyu emdiği güneşi gece kusan restoran bahçelerini, o bahçeye götüren asfaltı.
Ardından geceyi...
Sevmiyorum yazı.
* * *
Sadece sıcak değil, her şey mevsim normallerinin üzerinde çünkü.
Bezginlik de, bardağında ısınan, içe terleyen rakı da...
Buzhane balığı kadar yorgun bakıyor, buz kovasını tazeleyen garson.
Feri kaçmış, herşeyin.
Sıcaktan, yaprağın bile yeşili...
“Soğuk çorba”, “ayran aşı” filan Adana’da, Antep’de yazın, sıcağa küfrederken icat edilmiş, belli.
* * *
Çöl sıcağını durma hatırlatan işbirlikçi rüzgarla, parklarda bile fön esintileri.
Banklarda terleyen insanların yüzüne ısıtılmış berber havlusu gibi yapışmış sıcak.
Ne alın yazıları okunuyor terden, ne geçmişleri...
* * *
Az ilerde, doğan görünümlü klimasız takalarında ter döken ve bu ıstırabı yolcusuyla da paylaşan taksiciler.
“Buna sıcak mı diyorsun, cehennem burada”yı resmeden, dönerci.
Bir damla su arayan kuşlar, sokak köpekleri, kediler.
Ve her köşeye sinen abuk tatil kıpırtısı.
Ya gitmekten, ya gidememekten...
* * *
Sıcak sahiller de artık ahbabım değil.
Vıcık güneş kremi, bronzla(ş)ma filan da...
Anime edilen beach geceleri, hiç değil.
Hamam suyu, güney denizleri.
Geçinmek istemiyorum sıcakla.
Gönlüm yok.
Benden pas...
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2010
GENÇLERLE olmayı seviyorum genelde. Belki gençliğini güzel süren, paylaşmayı seven/beceren bir evlat sahibi olmamla ilgilidir.
Belki, “genç olmak”a dair duygu sürümlerini yitirmeme refleksiyle...
Yaşamımda hep varolan “genç çevre”
dışında, Ankara Hürriyet Genç Nota Liselera-
rası Müzik Yarışması ve Çankaya Üniversi-tesi’nde verdiğim dersler de bir şans tabi.
* * *
“Şans” diyorum.
Çünkü çok şey öğreniyorum gençlerden. (“Öğrenmek” -özellikle yaş aldıkça- iddialı bir kelime, yeni fikirlerin kıyısına, yeni ilgilerin “gözatımı”na geliyorum, diyelim)
Ama ilginçtir.
Onlardan “gençlik”ten çok, “yaşlılık”a dair bilgiler-duygular devşiriyorum.
Mesela Orson Welles’in müzikal şiirinin “artık eskidiğini”, gençler sayesinde hissettim.
“Ben gençliğin ne demek olduğunu bilirim /Ama sen yaşlılık nedir bilmezsin” değil(miş) işte.
Çünkü hiç bir yetişkin/yaşlı, gençliğin ne demek olduğunu bilemez.
Belki satırbaşlarıdır gençliğe dair tüm bilgisi/ilgisi.
Ki, o başlıklar bile değişir zamanla.
Ve gençlik satırbaşlarında değil, satır aralarında gizlidir, orada yaşanır, değil mi?
* * *
Gençliğe dair ya da “genç muhabbet”lerden anladığım bir şey daha var ki; “çınar” misali istisnalar dışında yaşlılar gençlerden memnun olabilemez.
“Eşya”nın tabiatına aykırı. (Ki yaşlanmak ile eşyalaşmak arasında da vardır elbet bir bağlantı)
Ve “gençlik başımda duman” şarkısı misali, yılların isiyle/sisiyle bakılıyor meseleye.
Bizim kuşaktaki gibi gençler poliTİK olunca da, ebeveynlerin ah-vahı tutar yeri-göğü.
“TİKİ” olsalar da, yine vah-vah...
Okusalar da -farklı okuyuşları- nedeniyle endişe vericidir, okumasalar da.
Bıyık salsalar da, saç salsalar da... (Bu arada Salsa da ne tuhaf dans, di mi mirim)
* * *
Belki o filmdeki gibi ihtiyar doğabilseler çözülecek mesele.
“Yaşlı”ların ömürleri, tersine yaşayan “Benjamin Button”ın gençliğine yetişemeyecek, nasılsa.
Hani sen sağ diyemeyeceğim, ama ben selamet.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2010
THOMAS More'un yaklaşık 500 yıl önce Utopia'da yazdığı hayali ada ülkesinin kurallarından söz etmiştim bir kaç gün önce.
"Taşınmak mı zor taşınmamak mı" başlıklı yazımda:
"Her şeyin mülkiyeti ortaktır. Konutlar, on yılda bir çekilen kurayla değişilir ve herkes yeni evlerine taşınır..."
Gerisini getirecektim ama kimi hüzünlü, kimi güncel/kaçınılmaz başka yazılar girdi araya.
Bugüne kaldı...
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2010
ÇOK zaman kalmadı, bir gün sadece “siz”den ibaret bir dünyanız olacak. Ne hoşt dediğiniz mahallenin Çomar’ı. Ne zehirlediğiniz ya da zehirlenmesine göz yumduğunuz isimsiz yavrular. Ne de mütemadi uykunuzu bölen havlamalar.
Bir gün köpekler yok olacak, sokağınızdan.
* * *
Ve ne de bir kedi.
Hani Mart’ınızı sevişme sesleriyle berbat eden. (Sesli sevişmeleri sevmeyiz biz apartmanlılar)
Kış günlerinde arabanızın sıcak kaputuna uzanıp da, -olur a- koruyucu cilanızı örseleyen. Hani o nankör, o aç gözlü...
Kediler de gidecek.
* * *
Sonra o guk guk güvercinler, kumrular.
Kuş gribi canavarları, hani o zıp zıp serçeler. Ve balkonunuza yörünge çizen kırlangıçlar.
Göç edecekler, yarattığınız “cehennet”lerden.
Sonra Kuğulu Park’ın son kuğuları. Paytak ördekler.
Yuvası sanayi bacası olan leylekler.
Gidecek.
Nasıl artık sadece yazlıkta görülebiliyorsa kertenkeleler. Çocukluğunuzun çekirgeleri, tosbağalar, kurbağalar.
Gidecek, hepsi.
* * *
Dut ağacının yaprakları, ipek böceği beslemeyecek.
Karınca görülmeyecek bir avuç toprağınızda.
Ankara tavşanı sadece kazaklarda.
Ne örümcek uğur getirecek. Ne avucunuzda “terlik, pabuç alacağınız” bir uğur (uç uç) böceği...
* * *
Bir gün sadece “siz”den ibaret bir dünyanız olacak.
“Siz size” kalacaksınız.
Siz kimseniz?
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2010
GEÇEN yıl gündeme getirmiştik.
Yarım asırlık Cumhuriyet Lisesi'nin ismi, düz liselerin dönüştürülmesi bağlamında Bahçelievler Anadolu Lisesi olacaktı.
Ancak Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Bahçelievler ve Emek'in sayılı sembollerinden olan lisenin isminin "Bahçelievler Cumhuriyet Anadolu Lisesi" olması talimatını verdi.
Ve yarım asırlık lisenin ismiyle de yaşamasını sağladı.
* * *
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2010
TARİH: 17 Haziran Perşembe, saat 06.55.
Yer: Gölbaşı Çevreyolu Çetin İşletmeleri Şantiyesi'nin bulunduğu bölgenin Sincan yönü...
Maden mühendisi, lisanslı bisikletçi Çağatay Avşar'a antrenman yaparken bir araç çarptı.
Ve 40 yaşındaki sporcuyu ölüme terk edip, kaçtı.
İhbar 07.25'de yapıldı.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2010
DÜN yazımda Utopia’dan hareketle zihin gezdirdiğim “ev meseleri”ne bugün de devam edeceğimi söylemiştim. Ama etmeyeceğim, çünkü “ev”de hüzün var.
Ankara’dan İstanbul’a gittikten sonra her zaman-her kelimesiyle özlediğimiz, hocamız Füsun (Altıok) Akatlı hayata veda etti.
Daha bir kaç gün önce yazımda “Yazın ölmek”ten söz etmiştim; “Haziran’da ölmek zor”dan, 17 yıl önce 2 Temmuz’da hayata bilincini kapayan, 9 Temmuz’da ölen Metin Altıok’tan...
Ve Beytepe’de Füsun Hoca’dan birlikte seçmeli ders aldığımız Reha’dan.
“Mutluluk -sadece- bir uğrak noktasıdır” diyen Akatlı da, ayrıldı hayattan.
Sarsıcı bir aşk yaşadığı, eski eşi Metin Altıok’la aynı ayda...
(Ona da mı aldığı nefes yetmedi, son anlarında)
* * *
Şair Altıok, 1979 yılında ayrılığın acısını da yanına alıp Bingöl Lisesi’ne öğretmen oldu.
Acısından öte sitemkardı ki herhalde, hüznün, ayrılığın balladını yazdı:
“Ah kavaklar, kavaklar
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omuzumda bir kesik el,
Ki hala durmadan kanar.”
Belki “acı düştü peşine, ardından ıslık çaldı”, Akatlı da terk etti 4 yıl sonra Ankara’yı...
Mesleğini, akademisyenliğini de terk etti, YÖK’ün ardından katlanamazdı/katlanılamazdı zaten.
* * *
Denemenin nemenem bir şey olduğunu, felsefe-edebiyat flörtünü Füsun Akatlı’dan öğrendi bizim kuşak, bizim “mahalle”.
Bilimin, tarihin öğretici olduğunu ama “sanatın, üstelik, iyileştirici de olabileceği”ni de o öğretti.
Sanat, şiir iyileştirir, iyileştirir de elbet.
Metin Altıok’un dizesi hep aklımdaydı ama bugün bir ihtiyaç yanıbaşımda:
“Çıkarıp yavaşça yüreğimi göğsümden,
Silsen bir lambanın isli şişesi gibi
Yumuşak tülbentini geçirerek içinden.”
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2010
“I’m Henery the Eighth, I am<br><br>Henery the Eighth I am, I am...” Bellek, gereksiz, hatta komik ne çok şeyi saklıyor çekmecelerinde.
Mesela İngiltere Kralı Sekizinci Henry ile ilgili aktardığım, çocukken hafızama nakşedilmiş bu şarkı.
Kralın hayatını anlatan The Tudors dizisine denk geldikçe, bu tekerleme yerleşiyor fon müziği yerine.
Ve belleğim, bir tarihi rafından indirip servise koyuyor bu kez.
Kral Henry’nin bir dönem en yakını, akıl danışmanı olan İngiliz devlet adamı, düşünür-yazar Thomas More’u 475 yıl önce bugün idam ettirmesi.
Biat etmeyi reddettiği, düşüncelerinden taviz vermediği için, başı kesilerek...
* * *
Belleğimin koridorlarında -istem dışı- dolaşırken, More’un Utopia’sı karşıma çıkıyor bu kez.
Utopia’nın, o hayali ada ülkesinin kurallarından birisini hatırlıyorum:
“ Her şeyin mülkiyeti ortaktır.
Konutlar, on yılda bir çekilen kurayla değişilir ve herkes yeni evlerine taşınır...”
* * *
Ve dur-durak bilmeyen düşüncelerim, “kentsel yaşam” ile ilgili çoğu kez pas geçilen bir ikilemi koyuyor önüme:
Uzun süre hatta bazen ömür boyu, “aynı evde yaşamak ya da yaşamamak”...
“İşte bütün mesele” diyemem elbette.
Ama, tüm yaşamı aynı evde geçirmek, o evi sahiplenmek mi zenginleştirir insanı, düşüncelerini, hayallerini...
Yoksa, “ev seyyahı” olmak mı, diye sorabilirim.
* * *
İlki sanki aynı hatıranın, aynı odalarda, aynı duvarlarla çevrilerek, evdeki “yaşlanan hafıza nesneleri”nin süregen temasıyla derinleştirilmesidir belki.
Geçmişe oranla “evhali” iyiye gidiyorsa, mutfağa camla çevrilen balkonla bir kiler eklenmesi, salona klima takılması ve spot ışıklarla “modernize” edilmesi, banyo küvetinin jakuzileştirilmesi.
Yok, soluyorsa artık ev, eli günden güne daralıyorsa evsahibinin, “nostalji”nin belki her gün kendini yeniden üretmesi...
* * *
İkincisi ise, her “yeni ev” ile iyi ya da kötü ama “yeni” hatıraların, farklı alışkanlıkların birikmesi...
Yarın devam etmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku