DÜN “yıllık iznimin bir bölümü”ne dair, az felsefe yapmadım.
Aşk, heyecan, macera, entrika, tekmili birden... Hayalkırıklığı mı yaratır, “Oh olsun” mu denir bilmem ama, doğrusu ben yıllık iznimin bir bölümünü hem kullandım, hem kullanmadım. Kullanmadım çünkü, Ankara’da, ötesi bürodaydım. Kullandım çünkü, yazı yazmadım. Yani o köşedeki “oda”mda değildim. Yok, “odalarda ışıksızım, katıksızım, viraneyim, divaneyim” filan değil. Eylülde yine yeni bir Ankara Hürriyet’in derdine/hevesine düştük de ondan. Yine yepyeni... * * * Ve “ara” iyi geldi bana. O köşede 365 gün boyunca hemen her gün, o bet fotoğrafımla büst gibi duran fotoğrafımı görmemek bile. Bukowski olmadıkça, üçüncü sayfayı açıp “Bakalım ne yazmış bugün” diyemiyor insan kendine. (Ne sıkıcı) Evet Ankara’daydım. Ama yazı yazmamak, sadece yeni Ankara Hürriyet ile uğraşmak, sanki seyahat oldu bana... Okurlara yönelik, “arz”ın merkezine seyahat. Seyahatin her anında, beyin fırtınası. Günbatımında sonuç alınca, sütliman... Dinlenemedik ama dineldik. * * * Verdiğim “ara”nın, mevsimine değinmeden olmaz. Ankara son bilmem kaç asrın (Meteoroloji’ye göre son 23 yıl olabilir ama bana asır gibi geldi) sıcaklık rekorunu kırdı bu arada... Ara vermekten mutlu olsam da “yazı”yı seviyorum, ama artık “yaz”ı asla. Hele geçen iki hafta boyunca “yerim dar, esemem” diyen Ankara’da, tül perde bile kıpırdatmayan havalarda. Mevsim normallerini, bazen yazmaktan daha çok özledim, demeye de dilim varmıyor ama... * * * Bu arada, onlarca-yüzlerce mail gelmiş, (yüz bin baloncuk)... Yanıtlamaya, aktarmaya çalışacağım elden geldiğince.