Yaşar Sökmensüer

Sudan bayram

3 Kasım 2010
ÇUBUK Barajı tam 74 yıl önce bugün, 3 Kasım 1936’da açılmış. Kimbilir kurdeleyi keserken nasıl sevinmiş, gururlanmışlardır bozkır kasabasından, hatta köy azmanından Başkent’e dönüştürülen Ankara’da.
Biz ikincisine, Çubuk 2 keyfine yetiştik.
Yüzüyorduk orada, inanmazsınız.
Daha doğrusu... O keskin çelik soğukluğundaki suya, balıklama atlayıp, ortaokul çağındaki “delikanlılık” testini, suda kalabildiğimiz dakikalarla (yoksa saniye miydi) ölçüyorduk.
Yeğenlerim Serdar-Hakan-Gülden ile... (Gülden hep delikanlı yeğendir, isminin suya dalan üçlemede yer alması kalem sürçmesi değil)
Demet Abla da gelirdi arada ama, 12 Mart öncesinde ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı sevgilisi Cengiz Abi ile mitingden-forumdan fırsat buldukça...
Nevale ise, babaanneden zeytinyağlı dolma, peynirli-kıymalı börek. Anneden fava, Rus salatası, sarımsaklı patates püresi, kuru köfte.
Bazen güveçte köfte, bazen mangal...
Patlıcan-biber kızartması. Ve torba dolusu francala. (Bilmeyenler için, odun fırınında yapılan, köşesi-kabuğu kuvvetli, içi dolgun, lezzeti olgun, el yakan ekmek diyelim)

Bazen direksiyonda, Amerikan dolmuşuyla Hanefi Amca, çokça station Skoda’sı ile Kaptan Enişte.
Bazen de kamyonetiyle Yılmaz Abi, yanında yanık türküleriyle Safiye Abla.
Gün ağarırken çıkardık yola...
Belki, keşfettiğimiz ve her seferinde bizim “mekanımız” olan, salkım söğütlü dere kıyısını kazaya gelip başkası kapar diye.
Belki, o günün keyfini mümkün olduğunca uzatmak için.
Başka bir şehre gitmek gibiydi zaten, Çubuk 2... Varma sabırsızlığımız uzatırdı yolu.
Ve şarkılar söylerdi sesi güzel akrabalar:
“Dediler ki zamanla azalırmış sevgiler...”

Derdim akrabalarımı yazılamak değil. Zaten onların hikayeleri yazıya gelmez. Kendileri yazmadıkça...
Ama bir mekan orada yaşayan insanlarla yaşar, hatta isimlenir.
Bir yeri çok nüfusu nedeniyle kent değil “şehir” yapan, orada yaşayanların -akraba- hikayeleridir. Birbirlerine, mahalleye, şehre akraba halleri...
Ankara’nın Başkent oluşunu kutluyoruz her yıl. Ben de bugün, Ankara’ya suyun gelişinin 74. yılını kutluyorum, kendimce...
Çünkü su da, hayatın başkentidir.
Yazının Devamını Oku

Devrimci gazete

2 Kasım 2010
GAZETELERİN “ulusal”larına sıklıkla aklım yetmez ama... Biz, devrimci gazeteyiz.
Eğer Beypazarı’nda, İzmir’in Kiraz’ında, stada, maçın ortasında köyden bir hasta için ambulans helikopter iniyorsa...
Bu bir yerel devrimdir.
Ve haberi, başımız gözümüz üstünedir.

Eğer muhtarlar, “Mühür kimde ise Süleyman odur” atasözünü tedavülden kaldırmak istiyorsa...
Başımız üstüne, manşetimizdir.
Elalemin Cadılar Bayramı’nın yerel kutlamalarını haber yapıyorsak...
Ve aynı geleneğin çocuklara şeker vermesini es geçiyorsak.
Duyurmak, haberimizdir.
Nazım’a vatandaşlık hakkının verildiği günü bayram eyleyip, yazarız şiirini sürmanşetimize:
“Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler...”
Kesme şekeri, şeker niyetine yiyen... Bayramda çocuklara çikolata değil peçeteye sarılı kesme şeker veren gelenekten/ülkeden değil miyiz?

Henüz 17’sinde olduğu için ehliyeti olamayan, ama ehliyetsiz araba kullanıp ODTÜ’nün fizik efsanesi Ordal Demokan’ı öldüren “o gün”ü haber yaparız.
Defalarca... Ki her yıl, her gün yapsak az.
Ve bir gün sonra Ferzane Zenan başka cinayetleri yazar:
“Geçmişte bir günde büyütülüp idam edilen çocuktan daha kötüsü varsa, o da gelecekte bir günde çocuk muamelesi görüp sokaklarda dolaşan tetikçiler olacaktır...”
Ve Ferzane’nin fotoğrafı maskeli ise, bilin ki sizin “yüzünüz”dendir.

Üniversiteden atılan gençler yüzlerine tüm liderlerin/yetkililerin maskesini takıp, o maskenin gözünden bakıyorlarsa hayata...
Ve “Bize de eğitim hakkımızı verin” diye sesleniyorlarsa...
Başımız üstüne, haberimizdir.
Çünkü biz devrimci gazeteyiz.

Sadece öncü kent kampanyalarımızla, kentli duruşumuzla, herzaman kentini yaşayan/yaşatan haberciliğimizle değil.
Ankara’da yarım milyona ulaşan okurumuzla....
Her gün başka bir Hürriyet ile, yeni bir Hürriyet ile...
Biz devrimci gazeteyiz.
Yazının Devamını Oku

Yasaklı olmak zor iki gözüm

1 Kasım 2010
MAHKEME kararıyla YouTube’a 2.5 yıldır uygulanan erişim yasağının kaldırılması, özellikle bu sitede sanatçıları, konserleri, klipleri izleyerek müzik dinleyenleri sevindirdi. YouTube yasağının kalkması, canlı müziği, rakı-balığı-zeytinyağlısı ile ünlü bir restoranda geceyarısı kutlamasına da neden olmuş.
Mekanın müdavimleri alem dağılınca girmişler laptop’a.
Zuhal Olcay’ın Vedat Sakman ile “Anka-ra’da aşık olmak zor iki gözüm” düetini izleyerek/dinleyerek yasağa “güle güle” demişler.
İçirmezseniz ihbar ederim
Ancak bir başka yasakla ilgili, cansıkıcı bir sürpriz yaşamışlar.
Sigara yasağına tavizsiz, koşulsuz uyan restorana iki polis sigara baskını yapmış.
Baskına şaşıran işletmeciler, “ihbar”ı aynı gece sigara içmelerine izin verilmeyen iki konuğun yaptığını anlamışlar.
“Vaka”yı şef garson çözdü
Olayı da restoranın şef garsonu aydınlatmış:
“Sigara içmelerine izin vermediğiniz müşterilerden birisi dışarı çıkarken cep telefonundan burasının adresini veriyordu.
Ben başka amaçla sanmıştım..”
İhbar üzerine gelen görevli polisler, restoranın hem -YouTube açısından- yasaksız, hem dumansız halini görünce ikna olmuşlar.
“İyi geceler” dileyip, bir çok ihbarın asılsız çıktığından da yakınarak, karakollarına dönmüşler.
“Yasak elma” çekiciliği
Asayiş berkemal olunca restorandakiler girmişler yine YouTube’a...
Ama bu kez Cem Karaca’nın “Raptiye rap rap”ı ile:
“Şarkıyı burda yasaklasak da mı saklasak
şarkıyı yoksa yasaklamasak da mı saklasak
raptiye rap rap zaptiye zap zap rep rep...”
İki tarafı keskin bıçak
Eh yasak, herzaman iki tarafı keskin bıçak.
Ötesi, YouTube da, sigara da “yasak elma” gibi aslında.
Meraklısı, tiryakisi, bir yerden dolanıp yasağı delmeyi biliyor.
Gerisi bazen cennet, bazen cehennet...
(Ben de orada mıydım, söyleyemem muhbir değilim. Bana birisi mi anlattı, söylemem ele vermem muhbirimi...)
Yazının Devamını Oku

Nezaket cinayeti

29 Ekim 2010
BİRDEN bekçi düdükleri sarar, loş sokağı. Şapkası hafif yana kaymış, elleri paltosunun cebinde ağır ağır yürüyen yazarın önüne deli gibi fırlar adam:
“Dostumu öldürdüm abi, sakla beni...”
“Neden öldürdün, Hidayet?”
“Seviyordum be abi...”
“Nasıl seviyordun, Hidayet?”
“Deli gibi be abi...”
Adam paltosunun cebini gösterir Hidayet’e.
Dostu Pakize’yi öldüren Hidayet de simit susamı kokan paltonun cebine saklanır.
* * *
Sait Faik’in en sevdiğim öykülerinden birisinde geçen bu bölüm, artık bana “sevgi terörü”nü, töre, kıskançlık, tutku cinayetlerini anlatıyor.
Ve artık o kara gözlü Hidayet’i cebimde saklayamıyorum.
* * *
Bir insanın ömrünü noktalayan, canını alan, bedelini de kendi ömrünü cezaevinde tüketerek geçirenler, acaba o yoğun pişmanlığı ne zaman tüm bedeninde hissediyor?
Tam o an mı?
Yoksa demir parmaklıkların ardında yalnız, kendiyle baş başa kaldığında mı...
Ya saçma sapan bir nedenle, anlık bir öfke, cehalet, külhanlıkla katil olmuşsa?
Hiç bir cinayet “haklı” değildir de, ya “hiç” yüzündense...
* * *
Yazımın yanında göreceksiniz haberi.
Ulus-Etimesgut dolmuşu...
Birisi, genç bir kıza yer veriyor.
Diğerinin, “Vay sen yerini yaşlı kadına değil de neden genç kıza verdin” diklenişiyle çıkıyor maraza.
Üç kişi anında iniyor dolmuştan.
Çıkan kavgada iki arkadaştan birisi bıçaklıyor, Semih Zorlu’yu.
Kalbinden...
Ve ölüyor 34 yaşındaki adam.
* * *  
Belki öldüren şimdi bin pişman.
Ama o geç pişmanlık ne o genç adamı kurtarabilir, ne de kendini.
“Nezaket, örf-adet cinayeti” mi demeli şimdi buna!
Yazının Devamını Oku

Top atma

27 Ekim 2010
“HATAYI başkalarının üzerine atma çabası”, sanırım her toplumda görülen bir karakter aşınmasıdır da... Bizde örneği daha çok gibi gelir bana.
Belki hemen her gün TV ekranlarında gördüğümüz için.
Bir çok etkili/yetkili ya topu başkasına atar. Ya da “neden bulma mekanizması” ile savunmaya çekilir.
Su baskınının nedeni aşırı yağışlardır, trafik kazaları ise kendini bilmez sürücülerden...
* * *
Kars’ta yerel bir televizyon muhabirinin yaptığı röportajı hiç unutmam.
Muhabir yaşlı bir Karslı’ya uzatıyor mikrofonunu:
“Nasılsın dayı, iyi misin?”
“Şükür oğul, canı taşirem, eyiyem, çoh eyiyem...”
“Peki şehirden, hizmetlerden, validen, belediye başkanından memnun musun?
“Nası söz! Allah devlete millete, vali bege, belediye basganimiza zeval vermesin”
“Yani memnunsun?”
“Devletimiz, basganimiz başımızdadır, yanimizdadir. Ben vatanıma nası serzeniş ederem? Amma benim derdim baskadir”
“Söyle dayı nedir derdin?”
“Doksan sene once buraya Ruslar girdi ya? Hani bu belediye binalarını, yolları, kaldırımları Ruslar yaptı ya?”
“Rus işgalinde yapıldı değil mi dayı?”
“He. Hiç benim devletime, milletime sözüm olur mu? Ama ben aha bu Rusların ..........
Doksan sene önce bu kaldırımları, caddeleri yapıp gittiler, bir gün olsun bi kere Kars’a gidek, yollar bozuldu mu, kanallar tıkandı mı demediler...”
* * *
Röportaj gerçek midir, kurmaca mıdır, rivayet mi, espri mi bilmiyorum.
Önemli de değil.
Çünkü aktarmak istediğim bir mesel.
Ya da kıssadan hisse...
Yazının Devamını Oku

Greenpeace

26 Ekim 2010
TEMMUZ ayının 6’sında TBMM’nin önünde toplandılar. Salı günü... Tek bir amaçları vardı: Nükleer enerjiye karşı topladıkları 170 bin imzayı Meclis’e iletmek.
Merdivenlere oturup, imzayı teslim edebilecekleri bir “vekil” beklediler.
Ama onları imzaları verecekleri “muhatap”ları yerine, otobüsler dolusu polisler karşıladı.
Kiminin ağzı kapatıldı, kimi yerde sürüklendi... Gözaltına alındılar.
Ve 58 Greenpeace üyesi hakkında dava açıldı.
* * *
En genci 18, en yaşlısı 70 yaşındaki eylemciler için 3 yıl hapis isteniyor.
Hani o malum “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası”na muhalefetten... “Muhalefet suçu”nun detayları ise şöyle:
* Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelerek... (Demek nifak tohumunu, Türkiye’nin dört bir yanına saçmışlar)
* Nükleer santral karşıtı giysiler giyerek... (Üzerlerindeki Greenpeace tişörtleri yoksa benekli üniformalar mı)
* Ellerindeki dövizlerle... (Slogan atınca ağızlarını kapatmak mümkün ama bir de ellerinde pankartlar var)
* Oturma eylemi gerçekleştirdikleri... (Ayakta/hazırolda bekleyeceklerine laubali laubali oturmuşlar bir de)
* Güvenlik görevlilerinin uyarına rağmen birbirlerine kenetlenerek eylemi sürdürdükleri... (Çil yavrusu gibi dağılmak yerine gönül yoldaşı gibi kenetlenmişler)
* İşbu nedenle “eyleme güvenlik güçlerince güç kullanılarak son verildiği”...
* * *
Aralarında üniversite öğrencileri, kamu emeklileri, avukatlar, mühendisler de bulunan 58 çevreci perşembe sabahı Ankara Adliyesi’nde 3 yıl hapis istemiyle yargılanacaklar.
Duwamish kabilesi reisinin yüz yıllar önce söylediği sözleri, Ankara’nın bugünlerde sık esen yeline bırakıyorum, gezinsin dursun şehirde:
“Sizin şehirlerinizde temiz, sakin, sessiz bir yer yok. Yapraklarının hışırtısını, böcek kanatlarının çıtırtısını dinleyecek bir yer...
Oysa Kızılderili gölün üzerinden kopup gelen rüzgarın yumuşak sesini dinlemeyi, gün ortası yağmurunun temizlediği çam kokularına bulanmış o rüzgarı içine çekmeyi tercih eder. Hava kızılderili için çok kıymetlidir.
Hani öleli günler olmuş cesetler vardır ya kendi kokusuyla başbaşa uzanır, sizin şehirlerinizdeki insanlar da tıpkı öyle. Kötü kokulara alışmış, uyuşmuş vaziyette...”
Yazının Devamını Oku

“Posta” güvercinleri

23 Ekim 2010
ANKARA’nın, hemen her şairin yolunun düştüğü/buluştuğu bir şehir olduğu zamanlar. Ulus’ta Posta Caddesi’nin başında yanyana iki meyhane.
İkisi de “içince, korsan ağzıyla içmeli” makamından şairlerin vazgeçilmez mekanı.
Birisi ucuzundan Kürdün Meyhanesi.
Diğeri de “meyhane”, ama adı belki de beyaz masa örtüleri nedeniyle Çelebi’nin Şükran Lokantası...
Müdavimlerinden birisi, Can Yücel’in “gözleri daim yaşlı” diye tanımladığı Cahit Sıtkı.
Hemen her gece, “bebe rakı” denilen eski gazoz şişesi boyutunda (belki 20-25’lik) rakısını yudumluyor masasında.
Rakısını mezesiz/sessiz içen Orhan Veli de gediklisi mekanın.
Arif Damar da... Her akşam olmasa da her fırsatta.
Çünkü Damar seviyor, Orhan Veli ile oturmayı ama...
Yaşar Aslan ile yaptığı röportajda, başta Enver Gökçe olmak üzere komünist partili arkadaşlarının “Gitme oralara...” diye kızdığını da anlatıyor.
Ama yine de gidiyor, Şükran’a...
Lokantanın müdavimlerinden birisi de, solcu yazarları izlemekle görevli Birinci Şube’den sivil polis Macar Mustafa.
O da uzakça bir masada, bir birayla oyalanıyor.
Çetin Altan’ın anlatımıyla, kimi rakısını, kimi “Şükran Lokantası’nın sahibi Çelebi’nin şirketten ikram ettiği, soyulmuş bir dilim beyaz turpla birlikte veresiye beyaz şarabını” yudumluyor.
Ve Arif Damar’ın dizesi kalıyor o günlerden geriye:
“İnsanları sevmek büyük hüner
insanlarla beraber...”
* * *
Arif Damar önceki gece hayata veda etti.
O günlerin Ankarası’nın, kanatları şiirle dolu tüm “Posta -caddesi- güvercinleri” gibi...
“Bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır” der ya Oruç Arıoba, öyle işte:
“Bırak beni gayri uçam /uçam da yollara göçem
ben uçmasam bil ki içem /uçsuz yollara yollara.
Kuş ehline durak olmaz /durur ise yüzüm gülmez
ben uçmasam bahar gelmez /gonca güllere güllere.”
Yazının Devamını Oku

Bunaltı

22 Ekim 2010
“MUSLUKLARDAN akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan başka şey bilmezler. Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtte kapanır, son tramvay on biri beş geçe kalkar.
Durgun, biraz asık suratlıdırlar.
Yarını yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır... ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat.
Ama bunun farkına varmayacaklar.”
Jean Paul Sartre’ın Bulantı romanındaki “kent hayatı” ne kadar akraba duruyor bize değil mi?
“Her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün”ü yaşayan durgun, asık suratlı insanlarıyla ağır, ılık akan bir hayat.
Ve çoğu kez sadece temel gereksinmeleriyle ilgili şeylerin farkındalar. Musluktan akan suyun, düğmeye basınca yanan lambanın, yanına koltuk değneği yaslanmış, cılız-ithal ağaçların, açılış-kapanış saatlerinin...
Biteviye aynı “iş”lerle, hep aynı günü yaşayan insanlar.
* * *
Kızılay’daydım geçenlerde.
Sartre’ın romanından satırların, resmi geçidi vardı önümde... Metro geçişinde, yaya geçidinde, duraklarda, durgun, asık suratlı, yorgun, ağır siluetler.
O bunaltıyla Sakarya’ya daldım.
Zayıf, hüzünbaz bir genç, hafiften hızlanan yağmurun altında oturmuş, flütünü üflüyordu.
El Condor Pasa’yı:
“Ey And’ların muhteşem Kondor’u /Beni evime götür, And’lara
Ya Kondor, (kentimi) geri istiyorum /Ana meydanda bekle beni...”
Durdum, dinledim, ıslandık birlikte, gülümsedim.
Başka bir gün oldu birden, o “sıradan an”ım.
Islıkla devam ettim ezgiye, yürüdüm. Bir kaç masasını sonyaz konukları için dışarıda bırakan, meyhaneye doğru...
Yazının Devamını Oku