KUĞULU Park’ın önünden her geçişimde, “elde var hüzün” babından bir esinti içimde...
“Park” gitmiş. O kabus trafiğin ortasına park etmiş. Bir avuç kalmış, bir kaç kuğusuyla... * * * Oysa parklar, trafikten, korna çığlığından-egzos homurtusundan uzakta ya da yalıtılmıştır gelişmiş ülkelerde. Betonlaşma, hava-ses kirliliği, insan seli, ter, yorgunluk, yapaylık, stres, yani büyük şehir olmanın bilimum kaosundan bir an uzaklaşma, teneffüs, “sığınma” imkanıdır. Bir an, bir an için bile olsa... O nedenle Rousseau’da mutsuz bir aşık tutkularından parkta gezerken kurtulur. Sait Faik’de parkta banka oturan adam bir an uzaklaşır çaresizliğinden. Yağan yağmurda yıkanırken... Sessizliğe, yağmura tapınarak. Ve benzer nedenle “Gül Bahçesi” parkı, Turgut Özakman’ın Romantika’daki “sır” aşkına, hocanın öğrencisiyle lüküstürümlerin sığınağında buluşmasına “yataklık” eder. Çünkü her park, bir hikaye imkanıdır aslında. Sadece kuğunun tanıklığında bir hikaye biter. Karşıda, salkımsöğütün koruganında, yeni bir hikaye başlar. “Sır”ların da mekanıdır. Bir kente parlaklığını veren aynanın ardındaki yeşil sırrıdır aynı zamanda. Sadece parkı değil, o kentin hayatını, dokusunu, kentlinin “tabiat”ını yansıtır. * * * Dost Kitabevi yayınlarından çıkan Hans Sarkowicz’in Bahçelerin ve Parkların Tarihi’ne yeniden baktım. Meyer’in parklarda, bir çanaktan bir çanağa akan İtalyan çeşmelerini anlatışı gibi aslında parktaki “hayat”: “Her biri alıyor ve veriyor aynı zamanda ve akıyor ve dinleniyor...” Alıp vermek, akmak ve dinlenmek. Hayat başka nasıl özetlenebilir? Eğer bir parka oturup, çimenine uzanıp, bir an, hayatın(ın) özetini düşünürse insan... Eğer özet diye bir şey varsa, hayatta.