Öyle ki, bayramlar dışında neredeyse ıssızdır mezarlıklar. Sadece yeni kazılan mezarlarla... Taze acıların insanları... Onlar da bir telaşı yaşarlar, acıdan öte. Su bidonuyla koşuşturan çocuklarda da vardır aynı telaş, dua okurken yeni gelen cenaze arabasına göz ucuyla bakan bazı görevlilerde de...
Ölümle yaşam içiçedir. Ve mezartaşlarında “uyarı vecizeleri”: “Ben de eskiden senin gibiydim Sen de birgün benim gibi olacaksın.” “Ölümü unutma” der, her kuytusunda... Kaygıyı, korkuyu, ürküyü, kaderi, boyuneğmeyi içerlere iyice yerleştirmek için.
Oysa mezarlıklar, hayata veda edenin ardından geriye kalan “yaşayan” şeyleri anımsatmalı. Mesela komik hatıraları, kahkahaları... Mutluluk gözyaşlarını, onunla paylaşılan. Onun yokluğunun ardından, günün/gecenin, hayatın içinde sık sık ortaya çıkan o boşluğu... Hani, “kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun” der ya şair. İşte tam onu, hatırlatmalı. Hasreti, yaşamsal duyguları...
Yüzyüze yaşanan “an”ların, artık sadece hayallerde, rüyalarda belireceğini bilsek de... Varsın hayalde, rüyada olsun. Hala yaşayan bir şeylerin kalmış olması, az mı önemli? Mezarlığı yaşamayı bilmek gerekli. Yeter ki, böyle duygular yaratsın orası. Böyle mesajlar versin, “anı cenneti”nden Sonraki “ölüm”leri değil!