Yaşar Sökmensüer

Heykel ve hak

16 Ocak 2011
“BÜTÜN istediğim sonsuza dek heykel yapmak...” Tüm yaşamı boyunca bu cümleyi kuran Camille Claudel 1864’de doğdu.
Yaşadığı dönemde kadınların Sanat Akademisi’nde eğitim görmesi yasaktı. Ama bu yasak onu engellemedi.
Rodin ile tanıştı. 19 yaşında... Claudel’in çalışmaları ünlü heykeltraşı da büyüledi. Fırtınalı bir aşk yaşadılar.
Claudel’in iç fırtınası, tutkusu çılgınca, aralıksız yaptığı heykellere sığmadı. 49 yaşında akıl hastanesine kapatıldı.
Yaşamı boyunca sadece heykel yapmak isteyen Claudel’e, heykel, hatta resim yapması bile yasaklandı.
Ölene dek 30 yılını o “akıl evi”nde geçirdi. İnsansız, heykelsiz...
Tek bir cümle kurdu, biteviye:
“Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım...”

“Heykel yaptın be kadın”, demeli şimdi değil mi. Kadına yasakken sanat akademisi filan, sanat yaptın.
Ve hayatın, sanatını hem takip, hem taklit etti.

Hayat-sanat deyince... Müzelerde, tarihe mal olmuş eserler tamam da, ben sokak heykellerini çok severim.
Karın altında saçları beyazlanan, yağmurda yıkanıp ışıldayan, gece karanlığında siluetleriyle, güneşte uzayan gölgeleriyle “an”a gizem, “hikaye” katan dışarıdaki heykelleri.
Dokunulabilir olmalarını da severim.
Dokununca, Camille bir çeyrek asır sonra sokağa çıkmış gibi gelir bana.

Sokaktaki heykeller etkiler beni.
İki günde yapılıp, “devletlu” telaşlarla iki dakikada dikilen abukluklardan değilse, her sanatçının yarattığı heykelin bir heybeti olduğuna inanırım.

Ve bire bir insan figürüyse, sahicilikleri...
Dalgınsanız, selam bile verebilirsiniz, Sakarya’daki gibi siluetlere. (Dalgın değilseniz de selam verin derim)
Belki heybetleri, belki “sahici”likleri, mevsime, kurala, bazen değişen kanunlara, yasaklara sessizce meydan okuyan o halleridir, bazı insanları çileden çıkartan.
Artık krallar pek çıplak değildir de, heykel çıplaktır mesela.
Kent vandallarını da heykellere saldırtan bunlardır belki. Heybetli sahicilikleri...
Bir de geceyarısı, yapayalnız olmaları... (Yeri gelmişken, sokak heykellerinin menziline kamera, MOBESE filan ne zaman konulacak? Kent vandallarının suçu, kırmızı ışıkta geçmek kadar öldürücü olmayabilir, ama tahripkardır)

Sokaktaki, hayatın içindeki heykelleri yasaklamak bir yana, işte bu nedenle çoğaltmalı.
Hatta, heykelden sabıkalı Ankara’nın bir yerine “Sokak Anıtı” dikilmeli. Zor da değil, hayal de...
Sokak Anıtı derken, “Sokak her zaman haklıdır” sözünü, yani sadece sokağı kutsamak için bir abide-i sokak heykelini kast ediyorum.
Kaidesine Oscar Wilde’ın sözünün yazılmasını hayal ederim:
“Hayat sanatı taklit eder...”
Yazının Devamını Oku

Heykel olmak

15 Ocak 2011
GELENEKSEL, dinsel, tarihsel olarak “heykel” ile geçinemeyen, plastik sanatları “el işi kursu”, “meşguliyet terapisi”nden ibaret gören bir toplumda, heykelin bu denli konuşulması da uzun-ince yolda bir “merhale” belki. Eh, bu “muhabbet”te de Başkan Gökçek’in koltuğuna otur oturmaz başlattığı “heykel savaşı”nın, Başbakan’ın son çıkışının “katkısı” tartışılmaz.
Heykelin dili olsa da konuşsa, dedirtecek bir münazara sürüp gidiyor o ayrı.
* * *
Öncelikle 17 yıldır, çok acayip (ucubik) çıkışlarla gündemden inmeyen “heykel meselesi”nin iki yönü olduğunu hatırlamalıyız diye düşünüyorum.
Kentte heykel meselesi, özellikle biz Ankaralı’lar için keskin bıçak oldu.
Sadece kaldırılan, depolara sürülen heykellerle değil.
Sanatla, estetikle ilgisi olmayan yaldıza bandırılmış keçi, su testisi elinde yemenisi belinde köylü kızı figürleri, çini çaydanlıklar “Alın size heykel” gibi sunuldu bu kentte.
Hem kent estetiği, hem de standardizasyon açısından sorun yaratan bu sunum ile ilgili belki de en hoş öneri geçen akşam NTV’de Gündüz Vassaf’tan geldi:
“Korunmalı, kapalı, özel siteler şehrin ortaklaşa sorunlarından uzaklaştırıyor insanları.
Şehrin bir yerine heykel dikilecekse bana ne diyorsun. Mesela heykel yapılacaksa kente, evlilikteki gibi bir ay askıda dursun ki, itirazı olanlar buna engel olabilsin.”
Bu meselenin, keskin bıçağın bir yönü...
Estetiği, özgünlüğü olmayan standardizasyonlar elbette önlenmeli.
* * *
Diğer yönünde ise bir heykel sanatçısının yaratısının keyfe göre değerlendirilmesi durumu var.
Kentte yetkisi, hatta yasal olarak yetkisi olmasa da “gücü” olan başkan, bir heykeli, bir resmi söküp atabiliyor şehrin bağrından.
Başbakan da beğenmediği bir sanat eserini, “ucube” olarak damgalayıp, “Tez kaldırıla...” diyebiliyor.
İşte bu, artık bir heykeli sevmek/sevmemek meselesi değil, beğeninin militanlaşmasıdır.
Sevmezsen, beğenmezsen söküp at. Sanatmış-sanatçıymış, ne gam.
Böyle baktığınızda, Sıhhiye’deki Hitit Güneşi’ne boynuzlu, Su Perisi’ne müstehcen, bir başkasına ucube demeniz “olağan”.
* * *
Muhteşem Yüzyıl dizisine bombardıman ile aynı zamana denk gelmişken, az geriye bakalım.
Osmanlı’da biraz resim vardır da
-giderayak-, ama heykele rastlanmaz.
“Gelenek”lerimizdeki tek heykelcilik, mezar taşı, çeşme figürü, şadırvan filandır. Yani taş süslemeciliği...
Sonra Abdülaziz heykele vize verir. Ama at üstünde kendi heykelini yaptırarak!
“Kendi heykelimiz”...
Kendi adabımızın, dört duvar-bir tavan dünyamızın, “otoritemiz”in, yani “kendimiz”in dışındaki sanat eserleri, düşmanımız mıdır?
Öyleyse sorarım elbet, peki siz nasıl bir heykelsiniz? Ki, her şey/dünya değişirken, fikre, sanata, hatta bir sokağın ismine durma dikilir/diklenirsiniz.
Tahammül gösteremezsiniz, “farklı”ya.
Kızar, sinirlenir, fokurdarsınız içten içe, Tandoğan’da çini çaydanlık misali.
Heyhat, demlenemezsiniz.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’u tek alanda geçeriz

13 Ocak 2011
ÖNCEKİ gün “yeni” kentlerde en büyük mücadelelerden birisinin, “standardizasyon” cephesinde geçeceği görüşüne değinmiştim. Murat Belge’nin Samatya’ya tüy diken eski fener şeklindeki sokak lambası, köşelere yerleştirilen saksısı, dış cephe badanası ile özetlediği standardizasyona...
Yani kentlerde estetiği bozan bir şeyleri “düzeltirken”, neredeyse tüm şehri aynılaştırma meselesi.
Belge belki de İstanbul’un “estetik ve aynılaştırma mucitliği” faslında Ankara’nın gerisinde kalması nedeniyle (ki İstanbul’u sadece tek alanda, yerel zihni-sinir projeleri ile açık ara geride bırakırız), bir-iki örnek verdi.
Biz Ankara’dan çoğaltalım.

Bir kere biz öyle bir-iki saksıyla geçiştirmeyiz, dönüştürmeyi. İthal ağaçlar getiririz, milyon milyon.
Kurusa da ne gam, yıllar sonra yerine yerlisini dikeriz.
Hem bizde saksı sokakta olmaz, makama koyarız.
Bizi öyle Samatya’da bir tane eski/Osmanlı feneri kisvesinde sokak lambası da kesmez. Atatürk Bulvarı’nın kaldırımını bir karışa indirip, onlarcasını üç modelden seçmeli “referandum” ile dikeriz.
Sizin fenerinizin cürmüne gülüp, Tandoğan’a yerleştiririz King Kong’un “Çinili Çaydanlığı”nı...
Cinnah alt geçidini fayanslarız, kuğu desenleriyle. Kuğulu Park ortada el kadar kalmış, ne gam...

“Su”yu abartırız biraz, mazur görün denizimiz yok. “Sulukule”niz bizim yanımızda, kurak kalır.
Her kavşağa fıskiye yerleştiririz. Ki, sokak çocuklarının dörtte biri oradan geçinsin:
“Abi, fıskiyenin ön cama fışkırttığı damlacıkları sileyim mi”...
Avrupa’nın en büyük fıskiyesini dikeriz, inatlaşırsanız. Fıslamasa da, dinozor iskeleti gibi yatar Gölbaşı’nda...
Gölbaşı’ndaki hezimet moralimizi bozmaz. bu kez Gençlik Parkı’na en büyük, 10 milyonluk yanar-döner fıskiye için halk oylaması yaparız. Demokrasi fışkırır bu kentin her fıskiyesinden...
Siz ikinci havaalanını açın, biz Hıdırlıktepe’ye rötarsız, biletsiz Boeing hayal ederiz.
Siz Gülhane Parkı’nı adam edin, biz bakım gerektirmeyen peluş hayvanat bahçesi ile size yine ense gösteririz.
En yüksek bayrak direği de bizdeydi, siz de heves etmeseniz.
En çok ödülü de biz aldık, söylesenize artık hep beraber:
“Peki peki anladık /Her şeyden sen anlarsın /Sen neymişsin be abi...”

Hem Samatya’da dış cephe badanası ne ki.
Biz bir önceki dönem Pursaklar, Keçiören tüm dış cepheleri kilimledik.
Baktık kakafoni olmuş, ne gam yeniden giydiririz.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Cıvıldama ve sohbet

12 Ocak 2011
BUGÜN yazıma “standardizasyon”dan devam edecektim ama, araya güncel bir dizi gelişme girdi. Başkan Gökçek dün yerel gazetecilerle yaptığı yemekli sohbet toplantısında, sorulara da yanıt verdi.
İlk mevzu “twitter” meselesiydi elbette.
Bugün haberimizden okuyacaksınız.
Başkan Gökçek, “twitter”ı sevmiş. Ama “seviyesiz”, hatta hakarete varan “twit”lerden yakınıyor.
Yakınmadan ötesini ise “avukatına” havale etmiş zaten.
Ama Twitter’a “avukat ile” girmenin yarattığı alerji bir yana, “avukat geyikleri” de almış başını gitmiş.

Başkan Gökçek’i Twitter’a girmesi için bir arkadaşı teşvik etmiş.
Ama bence arkadaşının onu, Twitter’da “cıvıtmadan cıvıldama”nın neredeyse imkansızlığı konusunda da baştan uyarması gerekirdi.
Sonuçta ucu bucaksız, “sosyal” bir paylaşım sitesi...
Ötesi küfür, aşağılama, doğrudan hakaret dışında iletişim kuramayan “sanal vandallar”, internetin her köşesinde kol geziyor.
Yani şimdilik “alem” bu... “Alem buysa da, kral benim” demek, boşa çaba.
Bu nedenle belki yüreği biraz geniş tutmak, “hakaret unsuru” taşımayan esprilere hoşgörülü yaklaşmak, zamanla herkesi rahatlatabilir.
Ki doğrusu, sıkı espriler de var “cıvıltı”lar arasında...
Gülüp geçmek de, Başkan Gökçek’in twitter’dan aldığı keyfi arttırabilir.

Sohbette önemli yer tutan bir diğer konu ise, EXPO ve Bilişim Vadisi oldu.
Doğrusu böyle bir fırsata/olanağa, bir “Başkent”in talip olmaması düşünülemez.
Ve Ankara’nın bu konuda güçlü olduğu yönleri, sahip olduğu farklı olanakları da haberimizden okuyacaksınız.
O nedenle İzmir Belediye Başkanı’nın, İzmir basınının konuya sürekli omuz atarak yaklaşması da bana tuhaf bir “cıvıldama” olarak geliyor.
EXPO, “kent şovenizmi”ne indirgenmeyecek kadar ciddi ve önemli bir mesele.
Yarın, önceki gün sözünü ettiğim “standardizasyon”dan devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Kent ve standart

11 Ocak 2011
BİR cep mesajı uyarısıyla, son dönemde kent üzerine en keyifli/kıymetli “sohbet”lerden birisini yakaladım Pazar gecesi. NTV’de Oğuz Haksever’in yönettiği “Gerçek Orada Bir Yerde”de, bu hafta “Kent Nereye Gidiyor” vardı. Murat Belge, Gündüz Vassaf ve bu hafta programa katılamayan Şerif Mardin’in yerine Ayşe Öncü kent üzerine konuştular.
Ana mevzu, “yerel”e pek itibar etmeyen tartışma-haber programlarının aksine, “kent hayatı”ydı. Ve koca (ötesi tehlikeli) genellemelerden, değil “yerel”e “ulusal”a da in(e)meyen, “hayat”a değemeyen bazı profesyonel konuşmacıların da aksine, “yaşayan” bir sohbetti.
Keşke yerel yöneticiler de dinleseydi/izleseydi diyeceğim ama... Ama bu mevzuda “dinlemek” bir yana, “kulak kabartmak” safhasına bile gelemediğimiz malum.

NTV’deki sohbet kent üzerineydi. Konuşmacılar orada yaşadığı için, ötesi her türden kent(leşme) manzaralarıyla, somut örnekler İstanbul’dandı.
Dünya kentlerinden de gözlemler vardı, ama “tadına doyulmaz” bir süreyle sınırlanan sohbette, mevzu Ankara’ya gel(e)medi.
Bir kaç gün bu sohbetten bazı başlıkları, özellikle satır aralarını Ankara örneğinde harmanlamaya çalışacağım.

Farkındayım; bu uzun “girizgah”ı, “bir dokun bin ah işit” faslını noktalayıp, hala konuya giremedim.
Ama programı izlemeyenler için özetlemekti meramım. Hissedebilmek için...
Şimdi de konuya doğrudan girmekten başka çarem yok.
Murat Belge’nin yeni kent düzeni, kentleşmeyle ilgili en önemli uyarılarından birisi, standardizasyon ile mücadele idi. Meramını, diğer konuşmacıların kelamına olanca saygısıyla bir kaç cümlede özetledi:
“Yeni Samatya, sokağa koyulan saksıları, evlerin dış cephelerinin boyanmasıyla filan oluşturuldu. Ama eskisinde meyhaneler, tek-tekçiler filan vardı, hayat vardı.
Şimdi saksı filan var. Tüy dikmek deyimini hatırlatan bir şekilde, estetik meselesini çözmek için de ortaya eski bir fener dikiliyor.
Standardizasyonla mücadele etmek gerekli. Şehirdeki farklılığı korumak lazım...”
Belge’nin örneğinin tamamlayıcısı, Ayşe Öncü’nün yiten Sulukule vurgusu oldu.
Samatya ya da Sulukule... Tanıdık geliyor değil mi?
Tam bu noktada yayınımızı kesip, eski TRT’nin “Necefli Maşrapa”sı yerine Tandoğan’dan “Çinili Çaydanlık” koymak durumundayım. Yarın “tanış standardizasyon” ile devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

21 kilogram

10 Ocak 2011
AZİZ Nesin’in şu an ismini çıkaramadığım bir hikayesini hatırladım. Nesin, içinde yeni kitabının ”tek örneği” olan çantasıyla vapura biner.
Sonra iner vapurdan. Yürür bir süre...
Ama gariptir biraz yürüyüşü, adımları sola çeker.
Bedeninin de o yana yattığını, yalpaladığını görünce panikler. Ve neden sonra fark eder:
“Çantamı vapurda unuttum...”
Yıllarca sağ elinden düşürmediği, bedeninin bir parçası haline gelen ağır çantasının yokluğu, adımlarının dengesini bozmuştur.

Nesin’in bu öyküsünü, “Çalışan Gazeteciler Günü”nde haberlerimizi oluştururken hatırladım.
Fizik tedavi uzmanları aynen şöyle diyor:
“Vücudun bir dengesi ve ağırlık merkezi var. Vücudun tek tarafında taşınan yükler 5-6 kilonun üzerindeyse bu dengeyi bozuyor.
Zamanla tedavinin bile çözemeyeceği, boyun/bel fıtıkları, diz eklemlerinde sorunlar, kireçlenme, bağ bozuklukları görülüyor.”

Sürmanşetimizde bugün habercilerin “yük”ü gramına kadar var.
Doğrusu “bizler”i, “aile”yi haber yapmanın tereddütünü, tedirginliğini yaşadım.
Tereddütümü, yerel haberi herşeyden önce “temas”a dayandıran ana ilkemiz aştı. Ki bu “temas”, yerel gazetecilikte farklı:
Yerel haber, gazete-haber-haberci ile okurun/kentlinin “karşılıklı teması”...
Haberlerin gidişini/gidişatını yakından izleyen okurumuzla, gelişini de paylaşalım istedik.

Son olarak, “Taşıyın da görelim” başlığı proaktif gelebilir belki. Oysa gerçekten içtenlikli bir öneri. Zihin cimnastiği...
Haberimizden okuyacaksınız. Bir foto muhabirinin minimum yükü 20 kilo...
Hani iki kişilik ailenin toptan alışverişinde misal, 2.5 kilo deterjan, 2.5 litre meşrubat, 2 kilo prinç, dört-beş makarna, 1-2 kilo et-tavuk, 2-3 kilo meyve-sebze, kahvaltılık, sıvı yağ, diğer temizlik ürünleri, patates-soğan... (hala ulaşamadım 20 kiloya)
Ya her gün taşınsa... Ve her yere. Ötesi kırmadan, dökmeden, gözünüz gibi koruyarak...

Yeni yıl, çalışan gazetecilere de mutluluk, hürriyet getirsin.
Yazının Devamını Oku

Cemal Süreya

9 Ocak 2011
ANKARA tutulmayan sözlerin de başkenti. Her seçimde vaatlerin de...
Ve ne zaman bir vaat, verilen bir söz vaat buharlaşsa aklımda Cemal Süreya’nın dizeleri:
“Tutulmamak üzere verilmiş bir söz gibi...
Ankara Ankara
Ey iyi kalpli üvey ana (...)
Sen bayan nihayet
Sen bir mevsimin sanat eki...”
Ki, artık hiç bir mevsimin değil sanat, “ek”i bile değil.
Belki bazen sokak arasında, sonbaharın.
O kadar...

Süreya tam 20 yıl önce bugün öldü.
Ve ölümünün ardından Metin Altıok dizeledi, soruları:
“Zaman zaman soruyorum kendime: nerde Cemal Süreyya?
Bir Ankara prensi olan Cemal nerde şimdi?
Ne oldu Tavukçu’daki öğle rakılarına...
(...) Senin gözün yaşlı, benim kanadım kırık. Oysa bu böyle olmamalıydı.
Çünkü şiirin gerçek başkenti sensin.”
Şimdi ne şiirin başkenti, ne sanatın.
Meclis’iyle, belediyesiyle “söz”ün başkenti ama, tutulamayan “söz”lerin...
Tüm siciliyle, “tutulamamak üzere verilmiş bir söz gibi”, evet!

Sadece ölenleri, şairleri, gidenleriyle değil, çoğalırken de azaldı bu şehir...
Cemal Süreya’nın dizesindeki gibi kaldık:
“Hiç bir şeyim yok, akıp giden sokaktan başka
keşke yalnız bunun için sevseydim seni...”
Yazının Devamını Oku

Eskişehir Yolu

8 Ocak 2011
ESKİŞEHİR Yolu, trafiği, yaya geçişi, kazası, sıkışıklığı, yolu kuşatan AVM’leri, kamu binaları vb. ile hep gündemde. MOBESE’nin ardından önce 50 sonra 70 kilometre olarak düzenlenen hız sınırıyla da gündeme geldi.
Ve Başkan Melih Gökçek hız sınırının “90 kilometre”ye çıkarılmasını önerdi.

Varolan hız sınırı, okurlarımızdan gelen yakınmalar arasında da sürekli yer alıyor.
Mimar Yıldırım Tuna misal.
Dört şeritli yolda limite uymanın müthiş bir tehlike arz ettiğini vurguluyor.
Murat Türk’ün de iletisi benzer:
“Hız sınırına uyduğum için diğer sürücülerden tepki aldım.
Otobüs, kamyon gibi ağır araçlar dahil, herkes benim arkamdan gelmek durumunda kaldı.
Hız sınırını aşmadığım için ben de bir ağır araç kategorisine girdim.
Eskişehir yolunda bu limitlerde seyretmek imkansız.
Bu tarz yollarda hız sınırının en az 80 kilometreye çekilmesi, olası kazaları önleyecektir.”

Doğrusu, her geçişimde benim de başıma geliyor.
Bölünmüş yollarda “trafik canavarlar”ı dışında, araçlar belli bir hızda seyrediyor.
Yani bir tür düzen, dengeli bir seyir söz konusu...
Ancak radar kameralarının olduğu bölümlerdeki ani yavaşlamalar, trafikte suni bir tıkanmanın yanısıra, kaza riski de yaratıyor.
Yani hız sınırının yeniden ayarlanması, makul gözüküyor.

Ancak, asıl çözümün otomobil öncelikli planlamada değil, toplu ulaşımda yattığını da unutmamak gerek.
Örneğin, Çayyolu Metrosu’nun “metro zamanlaması”nda Sincan ve Keçiören’in ardından üçüncü sıraya yerleştirilmesi meselesi...
Bu planlamanın da gözden geçirilmesi gerektiği kanısındayım.
Eskişehir Yolu’nun, öyle ya da böyle gündemden düşmemesinin asıl nedenini sanki buralarda aramak lazım.
Yazının Devamını Oku