GELENEKSEL, dinsel, tarihsel olarak “heykel” ile geçinemeyen, plastik sanatları “el işi kursu”, “meşguliyet terapisi”nden ibaret gören bir toplumda, heykelin bu denli konuşulması da uzun-ince yolda bir “merhale” belki.
Eh, bu “muhabbet”te de Başkan Gökçek’in koltuğuna otur oturmaz başlattığı “heykel savaşı”nın, Başbakan’ın son çıkışının “katkısı” tartışılmaz. Heykelin dili olsa da konuşsa, dedirtecek bir münazara sürüp gidiyor o ayrı. * * * Öncelikle 17 yıldır, çok acayip (ucubik) çıkışlarla gündemden inmeyen “heykel meselesi”nin iki yönü olduğunu hatırlamalıyız diye düşünüyorum. Kentte heykel meselesi, özellikle biz Ankaralı’lar için keskin bıçak oldu. Sadece kaldırılan, depolara sürülen heykellerle değil. Sanatla, estetikle ilgisi olmayan yaldıza bandırılmış keçi, su testisi elinde yemenisi belinde köylü kızı figürleri, çini çaydanlıklar “Alın size heykel” gibi sunuldu bu kentte. Hem kent estetiği, hem de standardizasyon açısından sorun yaratan bu sunum ile ilgili belki de en hoş öneri geçen akşam NTV’de Gündüz Vassaf’tan geldi: “Korunmalı, kapalı, özel siteler şehrin ortaklaşa sorunlarından uzaklaştırıyor insanları. Şehrin bir yerine heykel dikilecekse bana ne diyorsun. Mesela heykel yapılacaksa kente, evlilikteki gibi bir ay askıda dursun ki, itirazı olanlar buna engel olabilsin.” Bu meselenin, keskin bıçağın bir yönü... Estetiği, özgünlüğü olmayan standardizasyonlar elbette önlenmeli. * * * Diğer yönünde ise bir heykel sanatçısının yaratısının keyfe göre değerlendirilmesi durumu var. Kentte yetkisi, hatta yasal olarak yetkisi olmasa da “gücü” olan başkan, bir heykeli, bir resmi söküp atabiliyor şehrin bağrından. Başbakan da beğenmediği bir sanat eserini, “ucube” olarak damgalayıp, “Tez kaldırıla...” diyebiliyor. İşte bu, artık bir heykeli sevmek/sevmemek meselesi değil, beğeninin militanlaşmasıdır. Sevmezsen, beğenmezsen söküp at. Sanatmış-sanatçıymış, ne gam. Böyle baktığınızda, Sıhhiye’deki Hitit Güneşi’ne boynuzlu, Su Perisi’ne müstehcen, bir başkasına ucube demeniz “olağan”. * * * Muhteşem Yüzyıl dizisine bombardıman ile aynı zamana denk gelmişken, az geriye bakalım. Osmanlı’da biraz resim vardır da -giderayak-, ama heykele rastlanmaz. “Gelenek”lerimizdeki tek heykelcilik, mezar taşı, çeşme figürü, şadırvan filandır. Yani taş süslemeciliği... Sonra Abdülaziz heykele vize verir. Ama at üstünde kendi heykelini yaptırarak! “Kendi heykelimiz”... Kendi adabımızın, dört duvar-bir tavan dünyamızın, “otoritemiz”in, yani “kendimiz”in dışındaki sanat eserleri, düşmanımız mıdır? Öyleyse sorarım elbet, peki siz nasıl bir heykelsiniz? Ki, her şey/dünya değişirken, fikre, sanata, hatta bir sokağın ismine durma dikilir/diklenirsiniz. Tahammül gösteremezsiniz, “farklı”ya. Kızar, sinirlenir, fokurdarsınız içten içe, Tandoğan’da çini çaydanlık misali. Heyhat, demlenemezsiniz.