27 Ocak 2011
BİR an düşünün. Rozet ile amblem arasındaki fark nedir?
TDK sözlüğü “rozet”i, “yakaya takılan bir kuruluşun sembolü” olarak tanımlıyor.
Amblemin tanımı ise aynı sözlükte şöyle:
“Soyut bir şeyin, bir kavramın sembolü”.
Bana yetersiz geldi bu tanımlar ama, dil uzmanı değilim. Konu da dilbilim değil zaten.
Asıl mevzu, Başkent’in 20. yüzyıldan 21. yüzyıla devrolan amblem sorunu.
On altı yıl önce Ankara’nın amblemi olan “Hitit Güneşi” tepeden inme bir yöntemle, aniden değiştirildi.
Ve yerine Atakuleli-camili-bol yıldızlı bir rozet getirildi.
Rozet diyorum çünkü yıllarca yargıya konu olan amblemi önce Valilik İnceleme Kurulu, Başkent’i “simgelemediği” gerekçesiyle geri çevirdi.
Sonra Mülkiye müfettişlerinin raporunda da vurgulandı:
“Amblem Ankara’yı temsil etmiyor.”
Sonra mahkemeler, Danıştay...
O dönem o amblem bir tek şeyi simgeliyordu.
Ve dönemin RP lideri Erbakan, 3 Temmuz 1995’de övüyordu o simgeyi:
“Ne güzel amblem, ne güzel mana...”
Sonunda, kağıt üzerinde kaldırıldı o amblem.
Bir çok yerde (b)asılı olmasına rağmen, Ankara artık kağıt üzerinde amblemsiz.
Ve her konuda referanduma gitme hevesini yaşadığımız Ankara’da, amblemle ilgili hiç bir zaman konsensüs aranmadı, hala aranmıyor.
Meselenin bir başka yönü ise AOÇ’nin logosunun değiştirilmesine yönelik TMMOB’un itirazı.
Ki aynen katılıyorum.
Kentler ve kentlerin tarihe mal olmuş kurumları/kuruluşları kimliğini, dokusundan, tarihinden alır. Logoları da o dokuyu yansıtır, o tarihi yarattığı göz alışkanlığıyla yaşatır. Hafızanın, kent belleğinin simgesidir, bu yönüyle...
Ve asıl önemlisi, gönül alışkanlığı da yaratır bazı logolar.
AOÇ’nin sade ama gözde/gönülde yer etmiş logosunun da öyle olduğunu düşünüyorum.
Dilerim yapılması planlanan değişiklik, bu niteliğini örselemez.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2011
KENTLEŞME sosyo-ekonomik bir olgu. Sayısal sonuçları, bugün manşetimizde ayrıntılarıyla var.
İçgöçlerle Ankara’nın nüfusu 4.5 milyonu aştı.
Ve bu nüfusun sadece üçte biri doğma-büyüme Ankaralı.
Üç milyonu aşkın insan, Ankara’ya başka şehirlerden gelmiş.
Ama her kent, kendi hemşehrilerini yaratır.
“Kentli”yi öyle ya da böyle biçimlendirir.
Ya ortak yaşama kültürü yaratır.
Ya da yaratamaz...
Emsallerine bakıldığında, Ankara “birlikte yaşama” konusunda başarısız değil.
Kuşkusuz, başta İstanbul olmak üzere, uydu kentler, dışa kapalı özel sitelerle ayrılıyor insanlar birbirinden.
Alışkanlıklarıyla, alışverişleriyle hatta “kampus” dışına pek çıkmayan yaşantılarıyla farklılaşıyor.
Ve “hayat”lar uzaklaşıyor birbirinden...
Ancak yine de “empati” denilen sihirli sözcükle, gerilimi, kopmayı önleyen kentsel tamponlar da yaratılabiliyor.
Birlikte yaşamanın yolu en çok “empati”den geçiyor.
Barıştan...
Ki, iki türlü barış var.
İlki insanın kendisiyle barışık olması.
İkincisi ise diğer insanlarla yaptığı barış.
Ve bu iki ayrı barışı, Siyu kabilesi reisi Kara Geyik özetliyor:
“Birincisi en önemli, gerçek barıştır. İnsan ruhundadır o.
Diğeri onun aksidir. İnsanın ruhunda barış yoksa, insanlarla da barışık olamaz.”
Çünkü “içerdeki barış”, empati sağlıyor insana.
Yani kendini karşısındakinin yerine koyma yetisi...
Diğer insanlarla “barışık” olma yetisini, empati güçlendiriyor.
Ve birarada yaşama zorunluluğunun, bir sanat olmasını sağlıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2011
DENİZLİ’de bir petspop’ta yaşanmıştı “vaka”... Petshop’un sahibi canlı bir tavşanı pembe-beyaz kulaklarından tutarak, “dükkan”ında sattığı pitona yediriyordu.
Ötesi bunu her gün, periyoduk olarak yineliyordu.
Ve kendince “makul”, hatta pitonun beslenmesi için “gerekli” olan bu durumu gülümseyerek anlatıyordu gazetecilere...
Afrika’dan, Gana’dan getirtmiş pitonu.
Evcil hayvan dükkanında satmak için.
Önce dükkandaki satılmayan, elde kalan “canlı” hamsterlarla beslemiş yılanı.
Büyümüş 2 metre olmuş.
Artık hamsterlar da doyurmamaya başlamış.
Satılmayan tavşanlara gelmiş sıra.
Küçük, beyaz, hani pofuduk tavşanlarla doyurmaya çalışmış her gün büyüyen yılanı.
Canlı tavşanlarla...
Şaşırdınızsa şaşırmayın; aslanları arenada kölelerle besleyen türden geliyoruz biz.
Büyüyecek o piton, daha da büyüyecek.
Tavşan da yetmeyecek onu doyurmaya.
Ya sonra...
Besleyecek mutlaka yılanı, çünkü “sermayesi”ni ona, yılana bağlamış.
Bu haberi okurken aklıma insanların içinde büyüyen yılanlar, büyüdükçe insanın kişiliğini, karakterini boğan pitonlar geldi.
Hangi yılanlar büyür insanın içinde, yüreğine hangileri çöreklenir.
Mesela nefret, kin, çıyan kıskançlık.
Farklı olana düşmanlık ya da... (Hırant Dink’in öldürülmesinin üzerinden 4 yıl geçti, değil mi)
İçine yerleşen bu duygu yılan(cık)larını belki önce küçük küçük besliyor katiller.
Sonra bakıyor ki içindeki yılan doymuyor.
Daha da besliyor, daha daha...
Büyüyor içindeki nefret, kin, düşmanlık.
Doymuyor.
Büyüyor daha da büyüyor.
Ya sonra... Besliyor Dr. Jeykll, Mr. Hyde’ı.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2011
TÜRK Ticaret Kanunu’nda yapılan düzenlemeyle, araçların arkasındaki “Tampon yazıları”nın kaldırılması meselesine bugün de devam ediyorum. Daha önce de yazmıştım ama yeri-zamanı geldi.
Özellikle kamyon gibi “uzun yol sürücüleri” açısından bu olayın “söze, duyguya, hayata müdahale” olduğunu düşünüyorum.
Bir kamyonun arkasının, oradaki yazı Türk Ceza Yasası’na aykırı bir içerik taşımadıkça, kamyon sürücüsünün alanı olduğuna inanıyorum.
Ve dün yazdığım gibi, kamyon yazılarının bir tür aforizma, uzun yol folklorü, kamyon grafittisi olduğuna da...
* * *
Kamyon yazıları, bir empati fırsatı aynı zamanda.
O “hayat”ı anlamak için.
Hani mesela, “Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim” yazıyor bir yerde.
“O’nu göreyim diye kıblegâhım da yandı” dizesi, hemen yamacında...
Durun, sanmayın ki insanın içerlerinde gezinen, “içişleri”ni ilgilendiren bu sözcükler kamyon arkası yazısı.
Bu satırlar, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendi sesiyle okuduğu “Bu Şarkı Burada Bitmez” albümündeki şiirlerden.
* * *
“Ana okuyacağım. Göreceksin bak mühendis olacağım” cümlesini hatırlıyorum.
O cümle de Başbakan Erdoğan’ın dinlerken gözyaşlarını tutamadığı Gaziantep türküsünden.
Öyle ki o anın fotoğrafı, Hasan Tüfekçi ile Arif Akdoğan’ın ortak sergisinde de yer almıştı.
“Kasımpaşalı da ağlar” başlığıyla...
* * *
Kamyon yazılarının duygusal savunmasını da yapabilirim elbet.
Hem de yine Başbakan Erdoğan’ın okuduğu Erdem Beyazıt’ın şiiriyle:
“Bir de gencecik aşıkların yüreklerini bilirim
Yorgun şoförler için bestelenmiş /Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine...”
Ya da aynı albümden “Tekerleri yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen” dizesiyle arka çıkabilirim uzun yol sürücülerine.
Yani kolay değil, reva da değil sanki, böylesi bir yasak.
Trafikte sorun yaratmayacak bir rötuşla, “söz özgürlüğü” verilebilir uzun yol sürücülerine...
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2011
TÜRK Ticaret Kanunu’ndaki düzenlemelerle, kamyonların, araçların arkasındaki “tampon yazıları” da kaldırılıyor. Hemen söyleyeyim, bu “abuk müdahale”ye, asla katılmıyorum.
Öncelikle kamyon, TIR, “uzun yol sürücüleri”nin sadece aracı değil, “ev”idir de.
“Yatağı” hemen direksiyonun ardındaki bölmededir...
GGG
Ve yalnızdır; direksiyonda tek başına!
Gün boyu, gece boyu... Bazen bir hafta, bazen bir ay.
Uzun yol sürücüsünün yalnızlığını, bana en iyi Edip Cansever’in o hazin dizesi anlatır:
“Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.”
* * *
Halini, hasretini, bazen öfkesini kamyonun arkasına yazdığı iki-üç kelimeyle anlatır:
“Bir sana, bir de sabah uykusuna hasretim...”
Bir insan herhangi bir yolla kendini, hissiyatını tek bir cümleyle anlatmak, ötesi paylaşmak istiyorsa...
“Gözlerin güzel, ama bakmasını bilmiyorsun” diyorsa sevgilisine.
“Bu dünyada iki kör tanıdım: Biri beni görmeyen sen, ikincisi ise senden başkasını görmeyen ben” diyerek, sevdasını ya da aşka sevdasını uluorta döküyorsa yollara.
“Nescafe’nin bile üçü bir arada ben yapayalnızım” diye muzırca yakınıyorsa bazen...
Ve bana okutuyorsa, “kendini”.
Ne zararı var?
Bana yolda seçtiği sözcükleriyle selam yolluyorsa...
Ne güzel, sana da merhaba!
* * *
O yazılar sadece, gecesi gündüzüyle upuzun yollarda direksiyon sallayan insanların dışavuran halleri değil benim için.
Kültürel bir renklilik, bir tür aforizma, kamyon arkası grafittisi, hatta “uzun yol folklorü”dür.
Ellemeyin, susturmayın onların sözcüklerini...
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2011
“SEN de inip gideceksin...” Hacettepe Üniversitesi’nin “taksilerde sigara yasağı” araştırması, bir taksinin arkasında gördüğüm bu “yol yazısı”nı hatırlattı bana.
Sigara yasağı tamam da, bazen “ifrat-tefrit” meselesi takılıyor aklıma.
Yasakla ilgili ilk tasarıda, özel otomobillere de sigara yasağı geliyordu az daha.
CABRİO TAKSİ OLSA
Yasağın taksilerdeki uygulamasında da, benzer bir soru işaretim var:
Taksi şoförünün yalnızken camını açıp sigara içmesi, yasağa aykırı mıdır?
Ya da kendi mülkiyeti, hatta “ev”i gibi olan takside, sürücünün tek başınayken bile sigara içmesinin yasaklanması adil midir?
Bir başka soru da kıllığına:
Yazın üstü açık, cabrio taksiler çıksa meydana, yine yasak mı olacak? (Valla bu “zihni/sinir”im makul geldi bana)
DÖRT CAMLI VERANDA
Bu soruma, taksinin bir “işyeri” olduğundan bahisle karşı çıkılabilir.
Ya da sigara dumanının “havada asılı kalma” meselesiyle...
Ama ben de tüm camları açılabilen özelliğiyle, taksinin bir tür havadar “veranda” niteliği taşıyabileceğini söyleyebilirim.
Ayrıca sürücünün tek başına olduğu bir durumdan bahsediyorum.
Müşteri varsa, elbette yasak olacak.
DİREKSİYONDA YALNIZLIK
Meselenin başka yönleri de var.
O da belki “şoför hayatı” hatta “dünyası” olarak özetleyebileceğim bir durum.
O hayata başka “müdahale”ler de var.
Taksinin arkasındaki “Sen de inip gideceksin...” yazısıyla dışavuran bir “öteki” olma durumundan, ötesi “yalnızlık”tan söz edeceğim.
Ki yalnızlığı, bir de “uzun yol sürücüleri” açısından düşünmeli.
Kamyonlar/kamyoncular açısından mesela...
O da yarınki yazımın konusu olsun.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2011
ANKARA Kedisi kara da değil ama, tartışması bitmiyor. “Gülümseyen Ankara Kedisi” logosuyla ilgili tartışmalar, doğrusu renkli de geçti.
Hatta logodan çok, logodaki kedinin “karakteri”, gözü, huyu-suyu bile gündeme geldi.
Öyle ki logoyu (pardon kediyi), “küstah” bulanlar da oldu.
Ankara’nın yeni logosunun “çakma”, ünlü Cats müzikalinin afişinden (ç)alıntı olduğu da yazıldı.
Tartışma TBMM’ye de yansıdı.
Soru önergesi oldu, sonunda İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan yanıtı şöyle geldi:
- Bu benzerlik, kesinlikle daha önceden bilinmiyordu.
- Ayrıca logo ile afişin hiç bir benzerliği yoktur.
- Cats afişindeki kedi karşıdan bakıyor, bakışı elektrik etkisi veriyor.
Öncelikle Büyükşehir’in logosundaki “kedi gözü” imgelemi, zaten tümüyle özgün, hiç rastlanmamış, mucit yaratımı filan değil.
Google’ın görsel arama ekranına “kedi gözü” yazın, bakın kaç tane geliyor aynısından, benzerinden.
Ki, eskiden başta kuş serisi olmak üzere hemen her otomobilin arkasına, dolmuşun, minibüsün, otobüsün iç-dikiz aynasına yapıştırılırdı, benzer -kedi gözü- çıkartmalar.
Bazılarında, “Türkan Şoray gözü” versiyonu bile vardı...
“Elektrikli bakış” meselesine gelince, Bakan Atalay yanlış bilgilendirilmiş.
Müzikalin afişindeki kedi gözlerine dikkatle bakılırsa, içinde elektrik değil, dans eden iki ayrı insan figürünün yer aldığı görülecektir.
Aranan “elektrik” aslında Ankaralı’yı on yıldan fazla başka amblemle çarptı.
Yıllarca korsan kullanılan, onlarca mahkeme kararına-soruşturmaya karşın 9 canlı kedi gibi yerinde duran camili-Atakule’li-bol yıldızlı olanıyla...
Sonunda, yargı kararıyla o amblemin kullanımı yasaklandı.
Başkan Gökçek de daha önce Ankara Kedisi “logo”sunun, kentin amblemi olmadığını, sadece tanıtım amacıyla kullanıldığını açıkladı.
Yani hala koca Başkent’in amblemi yok!
Kedinin altında pisicik arayacağımıza...
Kent kimliğini doğrudan ilgilendiren bu uzun süreli “elektrik kesintisi”ni gündeme almak daha yerinde olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2011
TDK’nın “eksik etek, kaşık düşmanı” gibi cinsel ayrımcı, kadını aşağılayan deyimleri sözlüklerden ayıklama girişimi, bana doğru gelmemişti. Argo da dahil, bu toplumda kullanılan deyimlerin “bir ders gibi”, sözlüklerdeki “dilde ayrımcılık müzesi”nin raflarında kalması gerektiğini savunmuştum.
Hayat o süzcükleri “dil”den, kullanımdan/dolaşımdan kaldırmadıkça, sözlükten kalkmış ne çare, diye de düşünmüştüm.
TDK da daha sonra bu deyimleri sadece ilköğretim sözlüklerinden ayıkladı.
Ancak sözlüklerden kalkmasa da, tedavülden kalkması gereken bir çok atasözü var.
Bunlardan birisi de, “Kol kırılır, yen içinde kalır” meselesi.
Ki bu yazılı olmayan “toplumsal sözleşme”, belki yüz yıldır öncelikle “eksik eteği” hedef aldı.
“Kocandır, sever de döver de” tekerlemeleriyle güçlendirildi.
Dayak giyip karakola başvuran kadına, babacan komiserin ilk nasihati, “Yuvanı yıkma, barışın, erindir/erkeğindir” oldu.
Bizzat anneler-babalar kendilerine sığınan kızını alıp, dayak yediği eve teslim etti.
Kol-yen meselesi, “parti içi disiplin”inin de desturu olduğu çoğu kez.
Partinin yüksek çıkarı adına, tutumu-davranışı, “yediği-içtiği” ile partiye zarar verenler hakkında bile konuşmak tabu görüldü.
Bu acımasız gelenek, kırılan kol çalışanı, yen de işyerini temsil ettiği durumlarda da işletildi bazen.
“Patronundur, amirindir, müdüründür... İşini kaybetme, sus” denildi.
Manşetimizdeki “Ulucanlar olayı”nın noktasını yargı süreci koyacak.
Kimin ne kadar haklı, ne kadar haksız olduğu aydınlanacak.
Yani olayın bu yanı, başka mesele.
Ben, o kolu kırık-“yen”i yırtık “atasözü”nün hukuki bir soruşturma sürecinde de karşıma çıkmasına tahammülsüzüm.
Müfettişlerin soruşturması sonucunda, hakaret-şiddet iddiasıyla suçlanan Başhekim Yardımcısı’na “aylıktan kesme” cezası verilmiş.
Şiddet gördüğü öne sürülen Başhemşire’ye ise “kınama” cezası; gazetecilerle konuştuğu için...
Yeter! Ne kol kırılsın, ne de yen içinde kalsın.
Yazının Devamını Oku