Köylüler direniyor, ağaçları kesenler köylülere saldırıyor. Elle balık tutulan dere HES’e teslim ediliyor.
Isparta, Sütçüler, Köprüçay Vadisi, yüzlerce meşe, ardıç, karaçam, bölge halkının geçim kaynağı o orman. Ağaçlar kesiliyor, köylü direniyor, nafile, yine HES. Köylü doğduğu vadiyi terk ediyor, bugün ne ile nasıl geçindiği meçhul.
Giresun, Artvin, Rize, Tunceli, Erzincan, Siirt HES işgali altında, hepsinde ağaç katliamı, hepsinde direniş, hepsinde ne ile nasıl geçindiği belli olmayan köylüler.
TORTUM DÖNEMECİ
Erzurum Bağbaşı Köyü, Tortum Çayı orman içinden akıyor. İş makineleri vahşi katliama girişiyor, HES. Köylü gözyaşları içinde, orman onun geçim kaynağı, jandarma ile arbede. Dava açılıyor. Erzurum İdari Mahkemesi davayı reddediyor, HES’e devam.
“Bu Kongre seçimi olsa bile, halk artık sizi desteklemiyor, mesajınız var mı?”
“Başkanlıkta çok zorlanacaksınız, Kongre ile nasıl baş edeceksiniz?”
Bu sorular kaybettiği Kongre seçimleri sonrasında Başkan Obama’nın düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin sorularından birkaçı. Başkanlık seçimi olmasa bile, Başkan’ı sıkıştırmak için ideal zaman. Gazetecilerin hiçbiri bin dereden su getirip soru sorma çabasında değil, Başkan karşısında kimse takla atmıyor, Obama’ya destek verenler dahil, hepsi adam gibi gazetecilik örneği veriyor.
Obama seçimi kazanan Cumhuriyetçileri kutluyor, “Kongre ile uzlaşmaya çalışacağım” diyor. Kendisine muhalif Kongre ile çalışmak zorunda. Zorlu dönem gazetecilerin zorlamasıyla başlıyor, basın toplantısını izliyorum:
1- Soruların istisnasız hepsi onu kızdıracak, güç durumda bırakacak türde.
2- Her ters soruya kimseyi azarlamadan, öfkelenmeden yanıt veriyor.
“Sen kim oluyorsun da Başkan’a böyle soru soruyorsun, senin patronun seni hâlâ o gazetede nasıl tutuyor, o zaman senin patronun da aynı zihniyette” demeden, sabırla yanıt veriyor. Şaşkınlıkla izliyorum, bu tür basın toplantılarını unutmuşum da.
Roma tarihin en büyük üçüncü imparatorluğu. Hitler’e göre, o gücün bir kaynağı da sanat, sanatı politika belirler kuralı. Kendi liderliğinde aynı güce ulaşacağına inanan Hitler sanatı denetim altına alıyor. Bunu sağlayacak kurumlar oluşturuyor, temel hedef “kendi kültürünü yaratmak”. Kendine yakın kültür adamlarını etrafına topluyor. Onlar üzerinden özgürlükçü yazarlara ve eserlerine kıyım başlıyor, klasikler dahil.
Bu yıl dünya Shakespeare’in 450. doğum yılını kutluyor, 1564-2014. Dünyanın pek çok ülkesinde Shakespeare oyunları özellikle yeniden sahneleniyor. Tiyatro tarihinde en çok onun oyunları sahneye konuyor. Macbeth onlardan biri.
İKTİDAR ZULMÜ
Macbeth iktidar hırsını, iktidar zulmünü, dostlara ihaneti, güç edinme ihtirasını anlatıyor, bin türlü dalavere ile.
Macbeth’i Devlet Tiyatroları yeniden oynamaya karar veriyor, sonra programdan çıkarılıyor. Devlet Tiyatroları bu haberler üzerine açıklama yapıyor, “Kaldırılmadı, teknik nedenlerle ertelendi”. Umarız öyledir.
Devlet Tiyatroları, adı üstünde devlete bağlı, Kültür Bakanlığı’na. İktidara kim gelirse, Devlet Tiyatroları’nı da o iktidar yönetiyor. İktidarın meşrebine göre, “Sanat özgürdür” diye düşünenler döneminde özgürce program yapıyor ya da tersi, parmakla işaret ediliyor, “Şunu oyna, bunu oynama”. Kendi kültürünü yaratmak adına.
Aynı yıl Anayasa değişikliği, AKP parti kapatmayı imkânsız kılan maddeyi getiriyor. Ne var ki, Meclis’ten geçmeyen tek madde bu, AKP’deki milliyetçi kanat onaylamıyor, parti kapatma maddesi askıda kalıyor.Bu tıkanmaya rağmen, Erdoğan ve AKP ileri gelenleri her fırsatta parti kapatmaya karşı olduklarını yineliyor. Ne de olsa, onlar kapatılma rekoru kırmış partilerin, zihniyetin ürünü.
ARINÇ’TAN TEHDİT
Güneydoğu’da adam öldürme, yol kesme, okul yakma olayları artarken, Erdoğan ve hükümet sürekli olarak HDP’yi suçluyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bir adım ötesine geçiyor: “Biz parti kapatmaya karşıyız. Ama, olaylarda başrolü oynayan bir parti demokratik ülkelerde hayat bulamaz”.HDP’ye kapatma tehdidi. Önümüzdeki günlerde HDP için kapatma davası açılırsa, hiç şaşmam. İktidar söylüyor, sonra yargı harekete geçiyor, örneği çok.
Başbakan İsmet İnönü, Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel, YTP Başkanı Ekrem Alican, CKMP lideri Osman Bölükbaşı.
O toplantılarda Demirel hükümeti eleştiriyor, bir, iki derken İsmet Paşa, Demirel’e, “Burası Meclis değil, eleştirilerinizi Meclis’te yapın, bulun 226’yı, düşürün hükümeti” diyor.
Toplantı sonrası arkadaşlarına Demirel: “İsmet Paşa doğru söylüyor”. Siyasi tarihimize “226” edebiyatı böyle giriyor, o tarihte Meclis 450 sandalyeli, çoğunluk 226. Ve İsmet Paşa Amerika’da, Ankara’da bütçe görüşülüyor, muhalefet 226’yı buluyor, İsmet Paşa’yı deviriyor.
HARİKA KİTAP
Geçen hafta Isparta’da “Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi” açılıyor. Davetliyim, özel nedenle açılışa katılamıyorum. Ama orada olanları öğreniyorum.
Ermenek’te maden cinayetinin yaşandığı ocağa giden yollar kesiliyor, kurtarma motorları bile bekletiliyor, yollara kum dökülüyor. Ne bu telaş, polis, asker? Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu geliyor. Kim dinler kurtarmayı, “çok büyüklerimiz” geliyor. Üç gün önce Ermenek.
Tesadüf, o anda orada üç CHP milletvekili var. Gökhan Günaydın, İlhan Cihaner, Ali Rıza Öztürk. Gördükleri bu manzarayı Gökhan Günaydın özetliyor: “Polis ve jandarma kordonundan biz bile zor geçtik, facia alanı değil, tören alanı gibi, Erdoğan ve Davutoğlu’nu karşılama hazırlığı ön planda”.
BİR HAFTA-ON GÜN
Su basan madenin yanında eski bir ocak var, araları duvarla bölünüyor. Eski ocakta biriken su yüksek basınçla duvarı patlatıyor, madendeki işçileri daha derine sürüklüyor. Gökhan Günaydın orada aldığı bilgileri paylaşıyor:
“Ocağa dolan su tonlarca çamur biriktirmiş. Suyu boşaltan pompalar çamurla doluyor, suyun boşaltılması, işçilere ulaşılması bir hafta-on günü bile bulabilir”.Su pompalarla çekiliyor ama öte yandan ocak yeniden su ile doluyor. Su boşaltma bitince, toprak şiş, tahkimat başlayacak.
Değişik illerden pek çok kurtarma ekibi geliyor, bu kez onlara yemek ve barınma aksıyor, ayrıca kurtarma araçları yetersiz.
Türkiye’de hangi maden ocağı ne durumda, önlem için bunları gösteren haritaların güncellenmesi gerekiyor. Orada çadırda yere serilen battaniyede yatan, oğlunu bekleyen annenin ne haberi olacak bundan, acılarla kıvranıyor: “Biz ne bayram gördük, ne bir şey, ekmek bile alamadık, kaç aydır paramızı alamıyoruz. Ah oğlum ah”. Üç bakan Faruk Çelik, Taner Yıldız, Lütfü Elvan’ı izliyorum, sorumlu onlar, sızlanan onlar. Arada “Yaraları hep sardık” gibi büyük laf eden yine onlar.
Çelik açıklasın
Ermenek’te bu kez gaz patlamıyor, bu kez ocağı su patlatıyor, 18 işçi mahsur kalıyor. Maden sahibi faciadan birkaç saat sonra veciz ifadeyle “Kaçanın anası ağlamaz, başımız sağ olsun” diyor. Dün o ocağı bilen, işletenleri tanıyan pek çok kişi ile konuşuyorum. Her zamanki gibi, “geliyorum” diyen faciaya ilişkin sorular o konuşmalardan çıkıyor:
1- Su biriken doğal havuzlar ocak işletilmeye başladığında inceleniyor mu?2- Aynı yerde eskiden başka bir işletme var. O havuzlar o zaman delinmiş olabilir mi? Delinip delinmediği yeni dönemde araştırılıyor mu?3- Ocak madem denetlenmiş, daha önce iki kez su baskını var, denetim raporunda buna ilişkin gözlem var mı?Ocağın denetim raporunun bütünüyle açıklanması gerek.
GÖRGÜN’DEN UYARI
Dev Maden-Sen Genel Başkanı Tayfun Görgün bir süre önce Enerji Bakanı Taner Yıldız’ı, yanında TKİ Genel Müdürü de var, uyarıyor:
“Yasa çıktı ama, işverenler eksik uyguluyor. Yasada iki asgari ücret ödenecek deniyor, çeşitli bahanelerle yine tek ücret ödüyorlar. Mesela yemekleri kaldırmışlar”.
Silah arkadaşı Fahrettin Altay’a 29 Ekim’i neden seçtiğini anlatıyor:
“30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi, Osmanlı’nın teslimi, ülkenin parçalanmasıdır. Cumhuriyet 29 Ekim, tarihten silinmek istenen mazlum bir milletin intikamıdır.”Mondros Silah Bırakışması ile birlikte Osmanlı ordusu terhis ediliyor, Osmanlı topraklarını yabancılara işgal kapısı açıyor. Kurtuluş Savaşı’nın siyasi manifestosu olan Misak-ı Milli Beyannamesi’nin birinci maddesi: “30 Ekim 1918 tarihli anlaşmanın çizdiği hudutlar dahilinde, dinen, ırkan ve emelen müttehit (birleşik) Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksam (ülke) gayrı kabil-i tecezzi bir küldür (bölünmez bütündür).” Kurtuluş Savaşı’nın amacı olan bağımsızlığı Mondros’a gönderme yaparak tanımlıyor. Mustafa Kemal bu maddeyi daha sonra bizlere şöyle anlatıyor: “Bağımsızlık benim karakterimdir.”1930’da Yalova’da yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin siyasal rejimini çiziyor:
“Biz Cumhuriyet’i hacılara-hocalara terk etmek için kurmadık. (...) Cumhuriyet’in bir zorbanın eline geçeceğini mezarımda bile duysam, millete haykırmak isterim.”Geçmiş yıllarda 29 Ekim’lerde Cumhuriyet üzerine mutlaka yazma gereğini hissetmiyorum, çünkü o ruh her türlü iradenin üstünde ve her yerde var. Oysa, bu yıl “Cumhuriyet Ruhu”nu bütün varlığımla kutlamak gerektiğine inanıyorum.
‘Canilerle’ çözüm
PKK bir korucuyu kurşuna diziyor, Genelkurmay açıklama yapıyor: “İnsanlıktan nasibini almayan canilerin işlediği bu vahşice olayı şiddetle kınıyoruz.”PKK yeniden masum insanları öldürmeye başlıyor, asker PKK’ya “cani” diyor, yurtiçi ve Kobani kararlarıyla ilgili olarak en yetkili ağızdan “Biz bir şey bilmiyoruz” demek zorunda kalıyor ama, hükümet “çözüm süreci” diye üst üste toplantılar düzenliyor. Devletin bir yanı “caniler” diyor, öteki yanı “çözümü canilerle” konuşmuş oluyor. Tepede “uyum” parmak ısırtıyor.
Ya Bülent Arınç? PKK ve HDP’yi eleştiriyor, “Çözüm sürecini bitiren taraf biz olmayacağız”, ama bir sonraki cümlesi, “Biz çözüm sürecine mahkûm ve mecbur değiliz”. Bir yandan da, bazı bakanlar çözüm sürecine sürekli vurguda bulunuyor. Anlayan beri gelsin.