Ne yalan söyleyeyim, yemekten zevk almama rağmen yazmamaya karar vermiştim. Neden mi bahsediyorum? Geçen sonbahar başında Swiss Otel’in roof barı 16 Roof’ta yediğim yemekten... Burası sadece mayıs ve ekim arasında açık. Yediğim yemek oldukça güzeldi. Servis çok iyiydi. Ama oradan öfkeli bir şekilde ayrıldım. Öfkemin nedeni yemek ortasında başlayan işkenceydi. İşkencenin adı da ‘müzik’. Müziksiz yaşayamayan biri olarak bu kelimeyi tırnak içine aldım. Çünkü benim gittiğim akşam sayın DJ’in yemeğe gelenlere layık gördüğü ‘dang danng dannngg’ belki bazılarına hitap eder. Bana hitap eden bir müzikse (Zeki Müren veya Leonard Cohen) size hitap etmeyebilir. Sorun yok.
Ama yemeğe gittiğim bir lokantada sizin tercihiniz müziği hoparlörler yardımıyla bilmem kaç desibele çıkarıp önce kulak, sonra da ruh sağlığımı tehdit edercesine bana empoze ederseniz sorun var demektir. Aynen Roof Bar’daki sayın DJ’in yaptığı gibi...
Bu açıdan baktığımda yakın zamanda devreye giren, otel ve okul gibi ‘hassas alan’ bölgelerinde bulunan eğlence merkezlerinde, gece yarısından sonra canlı müzik yayını yasağını anlıyorum. Öte yandan bence gürültünün varlığı ya da çokluğundan çok seviyesi önemli. Biz vur deyince öldürüyoruz. İnsan ruhuna hitap edip onu sakinleştirmede ilaçlardan etkili ve herkesin sevdiği bir sanat dalını kendimize benzettik. Kaba, hırçın ve rahatsız edici. Bangır bangır bir gürültü kirliliği içimizdeki olumsuz duygulara karşı panzehir olmuyor. Tam tersine o duyguları depreştiriyor.
Aslında ben DJ’den çok otel yönetimine içerledim. Belli ki bu müziği talep eden ve bunun için oraya giden bir kesim var. Muhtemelen bu gürültüde beyinleri dumura uğruyor ve içtikçe içip muazzam paralar harcıyorlar. Otel işletmecisi memnun. Ama yemek için gelen müşteri memnun değil. Sayın Oray Eğin’in bir yazısında yazdığı gibi kentlerimizde ‘bölgelendirme’ yok. Eğlence yerleriyle okullar, hastaneler, özel konutlar iç içe...
Şehir planlamacılığı teoride var ama fiiliyatta yok. Öte yandan devletin yapamadığını özel ve 5 yıldızlı bir otel yapabilir. Kendi içinde yemek yenen yerle diskoyu ayırabilir. Bu ikisinin bir arada olup iç içe girmesi şirazesi kaymış ülkelere özgü bir rezillik.
Rezilliğin ötesi saygısızlık. Sadece müşterilere değil, çalışanlara da... Şefinden restoran müdürüne, servis elemanından komisine kadar hepsine bir saygısızlık. Çünkü Allah için hepsi ellerinden geldiğince çalışıp çabalıyor.
16 Roof’un başında Perulu şef Bruno Andres vardı. İşin ustası, ülkemizi de tanıyor. Servis hiç aksamadı. Çalışanlar bilgiliydi. Bize servis yapan Gökberk Bey dünya çapındaydı. Abartılı olmayan bir kibarlık ve dalkavukluğa kaçmayan bir incelik, işine hâkim olma ve bilgiyle desteklenince ülkeniz adına da gurur duyuyorsunuz.
Şansıma, gittiğim gün Gillardeau istiridyeleri de vardı ve yemeğe onunla başladım. Arkasından ceviche ve tiradito geldi. Ceviche, limon-lime ağırlıklı ve Peru’da ‘kaplan sütü’ (leche de tigre) denilen acı sosta azıcık dinlendiriliyor, tiradito’daysa sos üzerine dökülüyor ve deniz ürünleri daha ince kesiliyordu. ‘Kaplan sütü’ dışında kullanılan deniz ürünlerine ve şefin takdirine göre farklı baharat ve malzemeler tercih ediliyordu. Ahtapot tiradito tütsülenmiş avokado, zeytin püresi ve kapariyle sunulmuştu. Karides, kalamar ve midyeli ceviche’yse tatlı karides püresi, yarısı çıtır yarısı haşlanmış mısır ve wasabi’yle... Kullanılan deniz ürünleri dondurulmuş ama şefin el becerisi ve malzemelerin iyi dengelemesi sonucu yemekler lezizdi.
Pandeminin başlarında yattık, kalktık ve kendimizden çok ‘Ne olacak bu lokantaların hali?’ diye düşünmeye başladık. Sevgili ülkem için bu duyarlılık hâlâ geçerli. Şahsen kötü yemek yesem ve eleştirsem bile puan vermiyorum şimdilik. Ama şu sıralar bulunduğum Amerika’da durum farklı. Devlet tüm lokantalara akıllara durgunluk veren miktarda para hibe etti. Hibe miktarı 2018 cirosuna göre hesaplandı. Birçok lokanta 1, hatta 2 milyon dolar hibe aldı. Tekrar edeyim: Milyon dolar! Hibe bu... Karşılığında hiçbir şey istemedi devlet. “Al, istediğin şekilde harca bu parayı” dedi.
Peki, lokantacılar ne yaptı karşılık olarak? Bir azınlık iyi şeyler yaptı. Borçlarını ödedi. Malzeme ve mutfağa yatırım yaptı. Personelini mutlu etti. Ama çoğunluk iyice şımardı. Bir yandan keseleri dolarken diğer yandan alakalı alakasız COVID’i gerekçe gösterip hem çalışanların hem müşterinin başında boza pişirmeye başladılar.
KÖTÜ SERVİS
Baktılar ki insanlar lokantaları özlemiş, aşı onlara güven veriyor ve masalar doluyor... Özellikle San Francisco, Los Angeles ve New York gibi büyük kentlerde bazı lokantacılar ‘Fırsat bu fırsat’ dedi ve gerçek yüzlerini göstermeye başladı. Benim gibi sade bir müşteri açısından bakarsanız giderek daha sık rastlanan ve müşteriyi çıldırtan gelişmeleri 3 başlıkta özetleyebilirim.
COVID sonrası personel sıkıntısı var çünkü Amerika’da garsonların iş güvencesi yok ve ücretler düşük. Birçok lokanta maaşları arttırmayı reddediyor. Ayrılan tecrübeli personelin yerini ya doldurmuyor veya işi hiç bilmeyenlerle devam ediyor. Pahalı lokantalarda bile servis felaket olabiliyor.
FAHİŞ VE HAKSIZ FİYATLAR
Geçen haftaki yazımda, 2021’de Türkiye’de yediğim en iyi yemeklerden hayali bir ziyafet yarattım kendime. Ancak yurtdışı için aynı şeyi yapmak zor çünkü aklımda kalan çok fazla lezzet var. Özellikle de İspanya ve Fransa’dan...
Bu ikisi dışında geçen yaz Yunanistan’a da gittim. Deniz ürünleri konusunda Yunanistan bizden bir tık önde ama İspanya’dan birkaç basamak geride. Geçirdiğim iki hafta içinde dört lokanta öne çıktı. İlki Atina’daki Argoura. Buraya giderseniz şef Nikos’a tadım menüsü düzenlemesini rica etmenizi öneririm. İkinci lokanta Tinos Adası’ndaki Thalassaki. Şef Antonia kendine has bir stille yöresel sebze, ot, salata ve peynirlerden olağanüstü yemekler yaratıyor. Tinos peyniri ve arı poleni bileşimi, hayali tadım menümün ilk iki porsiyonundan biri olur. Diğeriyse Leros Adası’ndaki Milos’ta yediğim tarama. Vurgulamak istediğim dördüncü lokantaysa Patmos Adası’ndaki Tsipouradiko. Şef Pantelis’in karamelize favalı ahtapot yemeği de hayali tadım menümde olur.
Patmos Adası’nda tattığım karamelize favalı ahtapot hayalimdeki menüde.
“Geçen sene tattığın en etkileyici tadım menüsü hangi lokantadaydı” diye sorarsanız, “Asturias’ta Casa Marcial” cevabını veririm. Kuzey İspanya’nın bozulmamış kırsal bir bölgesindeki bu özel lokantada şef Nacho, üst düzey malzemeyle harikalar yaratıyor. Orada tattığım deniz kereviti akıllara durgunluk verecek kalitedeydi.
Asturias’taki Casa Marcial’in tadım menüsünden deniz kereviti.
Kuzey İspanya deniz ürünleri cenneti. Casa Marcial’a yarım saat mesafede Vega plajındaki Abel, büyük bir mangal ustası. Orada yediğim iri ve yağlı hamsi kadar leziz bir hamsiyi hiçbir yerde yememiştim. Instagram’ıma koyunca herkes sardalya sandı. Keza buradaki patlak gözlü mercan yakası da unutulmayacak lezzetteydi. Bask bölgesindeki ünlü Etxebarri lokantasında da Victor, mangalda harikalar yaratıyor. Farklı yemeklerde farklı odun kömürü cinsleri kullanıyor. Her şey olağanüstü ama iki tanesi özellikle vurgulanmaya değer. Biri mangalda siyah osetra havyarı. Havyar çok taze. Diğeriyse adeta tatlımsı Palamos karides. Ravent suyuyla marine mercanbalığı ve tatlılar da denenmeli.
Tinos Adası’nın yöresel peynirleri (üstte) ve Bask bölgesindeki Etxebarri lokantasının mangalda siyah osetra havyarı aklımda kalan tatlar arasında.
Buraya 45 dakika mesafede Elkano sadece kalkanla öne çıkmıyor. Gerek merluza balığının boyun kısmı ‘kokotxas de merluza al pil pil’ gerekse çok taze barbunya balığı ‘salmonetes’ ciğeri ağzınıza layık.
Geçen yıl, hem Türkiye’de hem de yurtdışında müthiş lezzetlere denk geldim. Hem COVID’e, hem de malzeme ve personel sıkıntılarına rağmen özveri, çalışma disiplini, yemeğin kimyasını bilme ve zanaatla sanatı birleştirme gibi özellikler bir araya gelince bazı şefler harikalar yaratıyor. Bunun sonucunda yemek bir ihtiyaç olmanın ötesinde, hem beyne hem damağa hitap eden bir sanat dalı haline geliyor. Bu açıdan baktığımda kafamda iki tadım menüsü oluştu. Biri yerli şeflerin, diğeri İspanyol ve Fransız şeflerin eseri olan yemeklerden... İzninizle, bu hayali tadım menülerini sizlerle paylaşayım. Yerli olan bu haftanın konusu. Diğeri, haftaya...
Bir ziyafet bence birkaç minik tadım hoşluğuyla başlamalı. Bizdeki meyhane kültürü bu tip tadımlık mezelerle dolu. Maalesef ülkemizdeki azınlıkların azalması ve bazı malzemelerin tarih olması sonucu bazı mezeler de tarihe karıştı! Örneğin yerli uskumrudan çiroz artık yok. Tarama bulunuyor ama gerçeğini bulmak zor. Durum böyle olunca ve Yunanistan’dan yeni gelip 20-25 taramanın tadına bakınca Basta! Neo-Bistro’daki tarama beni şaşırttı. Bu düzey Yunanistan’da bulunmaz değil, ama nadir bulunuyor. Bence, yanında buna uygun bir içecekle birlikte tadım menüsüne ideal bir başlangıç.
Basta! Neo-Bistro’nunki gibi bir tarama her yerde kolay bulunmuyor.
Ülkemizdeki iyi bir tadım menüsünde çorba olmalı. Tattığım çorbalar arasında belleğimde en çok iz bırakan TURK lokantası şefi Fatih Tutak’ın ‘mantar tarhanası’ydı. Çorbanın malzemeleri arasında toz halinde yabanmantarı, Şile ormanından toplanmış mantarların suyu ve yine Şile ormanından porçini mantarı parçaları vardı. Şef bu iri mantarı tereyağında kavurdu. Son anda da çorbaya mantar yağı ekleyerek kıvamı koyulaştırdı ve adeta jelatinli bir hale getirdi. Fermente ve taze ürünlerin bir araya gelmesinden ortaya çıkan bu lezzet, yabanmantarının özünü temsil ettiği gibi ülke mutfağımızın geleceğinin, doğru ellerde, parlak olacağının da müjdecisiydi. İlgilenenlere Beko Türkiye YouTube hesabında benim adımı yazarak “Geleneksel mi modern mi” serisinde tarhana bölümünü izlemelerini öneririm.
Şef Fatih Tutak’ın restoranı TURK’te yediğim ‘mantar tarhanası’ ülke mutfağımızın geleceğinin parlak olacağının da müjdecisiydi.
İSLİ KOKUYU ORTAYA ÇIKARMAK İÇİN...
Çorbanın ardından kuru fasulye neden gelmesin? Alaf’ın şefi Murat Deniz Temel yemeğin özüne dokunmadan, 7’den 70’e herkesin sevdiği bu yemeği bizler için yorumladı. Yorumlarken özüne dokunmadı ama lezzet katmanını ikiye katladı. Nasıl mı?
Geleneksel kuru fasulyeye tuzluluğunu veren domates salçası yerine garum sos kullandı. Şeker tadı için biraz da tatlı tarhana ve pekmez ekledi. Dana eti yerine de kuzu bacon parçaları ve ayrıca pişirdiği kıtır kuzu bacon’ı tencereye attı. Geleneksel odun fırını olmadığından o isli kokuyu ortaya çıkarmak için kurutulmuş meşe odunu parçalarını fırın telinin üzerine koydu, altına da kapağı açık şekilde kuru fasulye tenceresini yerleştirdi. Ortaya çıkan helmeli şaheser ‘kuru’yu geleneksel ‘kuru’nun üstatlarından, Fasuli’nin kurucusu Mehmet Akif Köşe de takdir etti.
İstanbul’da olduğumda akşamları Nişantaşı, Teşvikiye ve Akaretler civarında volta atmak, sonra da bir kafeye oturup geleni geçeni seyretmek zevk aldığım bir eğlence. Avrupa’da, özellikle İtalya’da aynı şeyi yapmaya bayılıyorum. Sanırım İtalyanlar bu akşam yürüyüşlerine ‘passeggiata’ diyor. Bunun için giyinip kuşanıyorlar. Ben şahsen bakımlı, neşeli ve güzel insanları bir arada görmekten mutlu oluyorum. Onların neşesi bana sirayet ediyor adeta.
Nişantaşı ve civarı genelde böyle... Buna karşılık birçok semtte gürültüden ve gördüğüm bazı çirkinliklerden strese giriyorum. Nişantaşı kafeleri bu stres zehrinin panzehri! Oturup bir şeyler atıştırmak ve içmek çok keyifli. Ucuz mu? Elbette değil. Ama öte yandan kiralar ve maliyetler de ortada. Bu yüzden ortam düzgün, servis güleryüzlü ve yemek de kötü değilse mutlu oluyorum.
Kısa aralıklarla denediğim Delicatessen ve Foxy de bu özelliklere sahip mekânlar... İkisinin de ortamı rahat. Yemekler belli bir düzeyin altına düşmüyor, en azından çaba gösterildiği belli.
Delicatessen
Delicatessen’e öğlen gittik. Servis iyiydi. Espresso, anasonlu biscotti ve beyaz çikolatalı brownie’yi beğendim. Manda sucuğu ve eski kaşarlı tost da hayal kırıklığı yaratmadı. Ama ekmeği daha iyi olabilirdi. Birkaç arkadaş, masaya gelen diğer yemekleri bölüştük. Eggs benedict doğru değildi çünkü çok ince ve özelliği olmayan bir ekmek kullanılmış, malzemeler arası denge bozulmuştu. Buna muffin tipi bir ekmek gerekir. Gerek tost, gerek eggs benedict için Sour and Sweet veya Mitte gibi üst düzey bir ekmek atölyesiyle çalışabilirler.
Brownie
Arkadaşımız Elvan Uysal domatesli ve otlu tulum peynirli bir salata ısmarladı. Peyniri iyiydi ama miktarı azdı. Domatesler irili ufaklıydı ve yemesi zordu. Delicatessen bunları aynı büyüklüğe getirmeyi düşünebilir, böylelikle yemesi daha kolay olur. Bir arkadaşımın ısmarladığı diğer salataysa karakılçık buğdayı, şeftali, kuşüzümü, mercimek ve rokadan oluşuyordu. Tadına baktım; aynı salatada iki tatlı eleman, yani şeftali ve kuşüzümü kullanılması bana göre dengeyi bozmuştu. Vinegreti de yetersiz buldum. Salataya biraz daha asidite ve tuzlu bir öğe, örneğin tulum veya parmesan peyniri serpiştirilseydi daha güzel olurdu.
Foxy
Eşimle birlikte Madrid’de kaldığımız otele yeni adım atmışız. 24 Kasım Çarşamba... Saat 18.00 civarı. Telefonuma bir mesaj geliyor. Gönderen Mehmet Bey (Çelebi), “Size şimdiden afiyet olsun DiverXO” diyor.
Madrid’de yaşayan Mehmet Bey, rezervasyon yapmanın imkânsıza yakın olduğu DiverXO için bize yardımcı olan ve rezervasyon yapmamızı sağlayan kişi... Kendisi de bir lezzet tutkunu ve Instagram’da @mehmetcturco olarak gittiği mekânları paylaşıyor. Misafirperver ve sohbeti tatlı.
Madrid’deki DiverXO rezervasyon yapmanın imkânsıza yakın olduğu bir mekân.
“Bir yanlışlık var Mehmet Bey” diyorum, “Biz şimdi Villoldo lokantasından geri geldik. Çok yedik. Beni ancak madensuyu paklar. Rezervasyon yarına... Perşembe, 25 Kasım.”
Yine de şüphelenip rezervasyon bilgilerini buluyorum; iki kişilik ve “24 Kasım Çarşamba, 20.00” yazıyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. Hatayı yapan benim. Bir ay önce ajandama tarihi yanlış not etmişim. Bir değil, iki darbe alıyorum. DiverXO elden kaçıyor; bir de Mehmet Bey’in Atletico-Milan maçına fazladan iki bileti varmış, biz gelemeyiz diye başkasına vermiş. Böyle bir hatayı eşim veya bir arkadaşım yapsa bir ay surat asarım! Ama hanım iyi huylu, “Üzülme” deyip beni avutmaya çabalıyor.
Bir parantez açayım. DiverXO, 10 sene önce gidip çok beğendiğim bir mekân. Gastromondiale sitemde hakkında uzun bir yazı yazıp şef Dabiz Muñoz’u neden bu kadar beğendiğimi anlatmıştım. Aradan geçen 10 senede şef Muñoz hakkı olan üne kavuştu. Michelin’den de üç yıldız aldı. Genelde ben Michelin’le hemfikir değilimdir. Özellikle İspanya Michelin rehberini zayıf buluyorum. Ama DiverXO konusunda Michelin’le aynı görüşteyim.
Dabiz Munoz
Mehmet Bey “Gidip yemeniz mümkün değil mi” diye soruyor. Gerçekten değil. Midemde yer yok. Muñoz özellikle cömert. Yemekler hem çok iyi hem de bazı porsiyonlar büyük. Yersek sonumuz Marco Ferreri’nin meşhur 1973 yapımı ‘Büyük Tıkınma’ (La Grande Bouffe) filmindeki aşırı yemekten çatlayıp ölen dört kafadara benzer... Şaka yapmıyorum.
Başlıktaki soruya verecek kesin bir cevabım yok ama kesin olarak bildiğim bir şey var. Bu başlık çalıntı! Mizanplas sitesinde Besim Hatinoğlu’nun makalesinden arakladım. Nedeni, öncelikle son derece orijinal bir başlık olması... Ne bileyim, ‘Kürk Mantolu Madonna’ ya da ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’ gibi kitap başlıkları, ‘Yemek sanat mıdır’ kadar orijinal ve kimsenin aklına gelmeyecek bir başlık yanında son derece basit kalmaya mahkûm!
Şaka bir yana, bahsettiğim yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Bu yazıyı yazmaya onu okuduktan sonra karar verdim. Konu mühim çünkü.
Noma’nın sonbahar menüsünden yabanördeği bütün ızgara, ördek beyni, sumaklı mantar çorbası.
GÖRSELLİĞİN ÖNEMİ ABARTILIYOR
Bazı okurların itirazını duyar gibiyim: “Yemek sanat olsun ya da olmasın, bana ne” diyorsunuz. Bir anlamda haklısınız da... Ortaçağda filozofların “Bir iğne deliğine kaç melek sığar” sorusu gibi anlamsız gelebilir bazılarına bu konu. Ama ben önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü “Yemek sanattır!” diye kestirip attığımızda ne kastettiğimiz önemli. Sanat kavramının anlamı ne? Duyularımıza hitap eden her eser bir sanat formuysa mutfak sanatı diye bir şeyden bahsedebilir miyiz? Örneğin, kulağa hitap eden müzik veya göze hitap eden resimle kıyaslarsak ve bunlar sanat dalıysa hem koku hem tat hem de göze hitap eden bir yemek, diğerlerinden de üstün bir sanat eseri addedilebilir mi?
Yemeğin çok derin bir sanat formu olduğunu düşünenlerin sayısı az değil. Özellikle avangart şefler. “Yemek tüm duyularımızı harekete geçirdiği için üst düzey bir sanat türüdür” diyorlar. Bu görüş beni birkaç nedenle rahatsız ediyor. Ferran Adrià ve René Redzepi gibi üst düzey, avangart şeflere saygı duyuyorum ama onlara bir Beethoven ya da Picasso payesi vermek bana abartılı geliyor. Hitap edilen duyuların sayısından yola çıkarsak bu tip saçma sapan bir sonuca ulaşıyoruz. Avangart ve onlara özenen çoğu şefin yemekte görselliğin önemini abartıp başka şeyleri feda ettiklerini düşünüyorum. Bunların başında lezzet ve malzeme kalitesi geliyor. Malzemeyle çok oynayıp dokusunu değiştirince yemekte malzemenin önemi ikinci plana atılıyor.
Şef Adrià’nın beyaz fasulye köpüklü denizkestanesi tabağı ve beyaz begonya çiçekli nilüfer çorbası... Bu çorbada 16 farklı bileşen var.
Yemek, sanat olarak görülünce Japonların ‘shokunin’ dediği zanaatkâr-ustaların yemeklerinin yaratıcı bulunmayıp hakir görülmesi tehlikesi var. Shokunin kavramı zanaatta ustalığın ötesinde bir yaşam felsefesini içeriyor. Yaptığında mükemmele ulaşma ve sosyal fayda yaratma... 20 senelik çıraklıktan sonra ustalığa geçen ve kalan yaşamını balık konusunda tüm incelikleri öğrenmeye adayan bir suşi ustası bana göre çok değerli. Buna kıyasla ‘yaratıcı’ olduğunu ispat etmek için pek çoğu tam oturmamış olsa bile, devamlı yeni yemek icat eden ve saplantısı öz değil, görsel biçim olan şeflere ‘sanatkâr’ demeye dilim varmıyor.
Şile’deki Lavanda’yı ziyaret ettiğimde kendini Toskana’ya ışınlanmış gibi hisseden tek ben değilim herhalde... Sadece doğal güzellikten değil, buradaki genel atmosfer ve müşteri ilişkilerinden de bahsediyorum. Lavanda sadece bir lokanta değil. İçinde lokantası ve sevimli, münferit odaları olan bir butik otel. Aynı zamanda doğal tarım yapılan bir çiftlik. Mutfaklarında kullanılan sebze ve meyvelerin çoğu kendi bahçelerinden.
Ben ve ailem burada yemek yediğimiz akşam otelde kaldık. İyi de yaptık çünkü İstanbul’un gürültülü patırtılı ve stresli ortamından uzaklaşmak insana huzur veriyor. Güzel bir yemek öncesi orman içinde ve her türlü konforu sağlanmış, içinde şöminesi de olan bir odada dinlenmek, yemekten daha çok zevk almanızı sağlıyor.
Ulupelit Köyü, Seçkin Sok., No:2
Şile/İstanbul; (0216) 736 56 40
Bu huzurlu ve güzel ortama yakışansa aşırıya kaçmadan, leziz ve dengeli bir yemek yemek. Mutfağın başındaki Emre (Şen) Bey’le konuştum ve bir tadım menüsü düzenledik. Yanlış anlama olmaması için üzerine basarak söyleyeyim: Benim için özel bir yemek hazırlanmadı. Sadece her müşteriye sunulan tadım menüsünden iki yemeği eksilttik.
Şef Emre Şen
ÜÇ ÇEŞİT EKMEK SUNUYORLAR
Gastronomik her lokantada olduğu gibi Lavanda’da da yemek, minik tadım hoşluklarıyla başlıyor. Ev yapımı torik lakerda, yaz trüflü humus ve gene yaz trüflü Piemonte usulü carne crudi, bana göre hoş başlangıçlar.