Bir yandan Yunanistan'da hala çözümlenemeyen ekonomik sorunlar, bir yandan Birleşik Krallık'ta yaklaşan referandum, bir yandan mülteci ve göç sorunu...Bu gündeme bakıldığında Türkiye'nin resmin neresinde olduğu merak konusu oluyor.
23 Haziran tarihinde Birleşik Krallık'ta yapılacak olan referandum şu sıralarda AB ülkelerinde en çok konuşulan konulardan biri. Bu referandumda AB'nin olduğu kadar Birleşik Krallık'ın da geleceği ile ilgili önemli bir karar alınacak. Ülke ya AB'den ayrılacak, ya da AB içinde kalmaya devam edecek.
Hem kıtada hem adada endişe büyük. Birleşik Krallık'ta AB'den ayrılma ve AB'de kalma taraftarı olanların sayısı %40'lar civarında ve birbirine çok yakın oranlarda seyrediyor. Halkın %15 ile %20 arasındaki bölümü de kararsız. Sonucu elbette her zaman olduğu gibi bu kararsızların kullanacakları oylar belirleyecek.
Birleşik Krallık şayet AB'den ayrılma kararı alırsa bu önemli bir istikrarsızlığın da başlangıcı olacak. Herşeyden önce, referandumun böyle bir sonuç ortaya koyması kısa zamanda Birleşik Krallık'ta ikinci bir referandumu daha gündeme getirecek. O da İskoçya'nın Birleşik Krallık'ta kalıp kalmama kararı ile ilgili.
Bir konuda işler istendiği gibi gitmediği takdirde, ya da umulmadık bir sille yendiğinde hemen bu yönteme başvurulur. Bir komplo teorisi üretilir, suç ona yüklenir. Böylece yönetilemeyen bir durum sonucu başa gelen istenmeyen gelişmenin, kötülüğün ya da beceriksizliğin faturasını ödemekten kurtulmak kolaylaşır.
Türkiye insanı bu tür algı operasyonlarına inanmaya çok yatkın temiz bir kalbe sahiptir. Bunu bilen yöneticiler de Türkiye insanının bu temiz kalpliliğini istismar etmek için adeta birbirleriyle yarışırlar.
Türkiye insanını gerçeklerden koparan, olayların neden ve nasıl sorularına bağlı olarak sonuçlarını irdelemeye yönelik bilimsel düşünceden uzaklaştıran bu yöntem zaman içinde artık olayları açıklamada kullanılan genel bir uygulamaya dönüştü. Ne zaman Türkiye'yi üzen bir gelişme olsa komplo teorileri hemen devreye sokuluyor.
Türkiye'de komplo teorilerinin malum şüphelileri vardır. Başta yabancı istihbarat örgütleri gelir. CIA ve Mossad bu bakımdan en revaçta olanlardır. Rusya, İran, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerin istihbarat örgütleri de tarih içinde nasiplerini almışlardır.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde Mavi Marmara trajedisi nedeniyle yaşanan durgunluk altıncı yılını geride bıraktı. Türkiye Doğu Akdeniz dengeleri açısından İsrail ile olan ilişkilerinde her zaman dikkatli olmuştur.
Ortadoğu bölgesinde izlediği dış politika ile tarafsız, sorunların tüm aktörlerine eşit mesafede duran ve çözüm önerileriyle barışı kolaylaştırma faaliyetlerinde daima katkısı aranan bir ülke olma özelliği Türkiye'nin hem İslam dünyası ve Arap ülkeleriyle hem İsrail ile ilişkilerini bir arada sürdürebilmesiyle mümkün olmuştur. 2010 yılından beri bu özelliğini kaybeden Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki gediklerden biri İsrail ile ilişkilerin yeniden normalleşmesiyle kapanabilecek.
Bu konuda neredeyse bir yıla yakın bir süredir "oldu olacak" şeklinde bir iyimserlik havası hakim. Söylendiğine göre, Türkiye'nin "özür" koşulu yerine geldi, "tazminat" koşulu neredeyse çözüldü ancak "Gazze ablukasının kaldırılması" konusunda hala Türkiye'nin beklentisi karşılanmadı.
Her iki başkentten yapılan açıklamalara bakılırsa, önümüzdeki hafta Avrupa'da yapılacak heyetler arası görüşmelerin neredeyse son olacağı ve normalleşme konusunda anlaşmaya varılacağı umuluyor.
Bu sürenin sonunda bölgede başgösteren halk ayaklanmalarının, siyasi gelişmelerin, seçim ya da diğer yöntemlerle yaşanan hükümet değişikliklerinin sonucuna bakılınca ortada sadece bir takım başarısız, çökmüş ve aciz devlet yapıları kaldı. Bugün bu kavramlar Somali, Yemen, Libya gibi ülkeler için sık sık kullanılıyor.
17 Aralık 2010 tarihinde kendini yakarak Tunus'ta eylemlerin başlamasına yol açan Mohammed Bouazizi otokratik rejimlere karşı demokratik başkaldırının simgesi haline geldi. Arap Baharı olarak anılan halk hareketlerinin tetikleyicisi de Tunus'taki bu olay oldu. Bouazizi ölümünden sonra 2011 yılında Sakharov ödülüne layık görüldü, Times Dergisi tarafından da "2011 yılının en önemli şahsiyeti" seçildi.
Tunus'taki halk uyanışını takiben iktidar olan EnNahda isimli siyasi partinin 10. Kongresi 22 Mayıs 2016 tarihinde yapıldı. Kongre partinin geçmişi ve geleceği açısından önemli bir gelişmeyle sonuçlandı. 1960'lı yıllarda dini hareket olarak başlayan ve 1981 yılından itibaren bir siyasi oluşuma dönüşen EnNahda, bu iki özelliği bir arada barındırmakla "siyasi islam"ın da en önemli temsilcisi olarak biliniyordu. 10. Kongre'de delegelerin %93,5 oranındaki bölümünün oylarıyla EnNahda dini ve siyasi faaliyetlerini birbirinden ayırma kararı aldı. Böylelikle de "siyasi islam" ile arasına mesafe koydu.
Arap uyanışının görüldüğü ülkelerin hemen hepsinde iktidara gelen benzeri siyasi oluşumlar çeşitli nedenlerle kısa sürede başarılı hükümet uygulamaları gösteremeyerek iktidarı terk etmek zorunda kaldılar. "Siyasi islam" olarak anılan örnekler iktidar olunca demokratik ve laik yönetim biçimi yerine İslami esaslara dayalı yönetim biçimlerini dayatmak için Anayasa değişiklikleri, kanun değişiklikleri ve benzeri uygulamalarla toplumsal değişim hazırlıkları içine giriyorlar. Onların bu arayışları yaşam tarzlarının değiştirilmesini istemeyen kitlelerin karşı tepkilerine yol açıyor.
Bu pek de şaşılacak bir durum değil. Bu satırları okurken Türkiye'de "Ne zaman iyi gitti ki?" diye sorarak kaşlarını kaldıranların sayısı hiç de az değildir. Avrupa'da bu sayı muhtemelen Türkiye'de olduğundan bile yüksektir.
Kadir Has Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi'nin her yıl geleneksel olarak düzenlediği "Türk Dış Politikası Kamuoyu Algıları Araştırması"nın sonuçları açıklandı. Ankete göre, Türkiye'nin AB üyeliğini destekleme oranı 2015 yılında %42,4 olarak belirirken, 2016'da bunun %61,8 olduğu görülüyor. Bu durum AB üyeliğimize olan halk desteğinde neredeyse %50'lik bir artış oluşturuyor.
Öte yandan, AB'ye ilgi arttığı halde Türkiye'nin hiç bir zaman AB üyesi olamayacağını düşünenlerin oranı da %47,6'dan %66,7'ye yükselmiş. Oradaki artış da neredeyse %50.
Bu iki veri her ne kadar birbirine zıt görünüyorsa da aslında bulgular Türkiye'de kamuoyunda AB'ye karşı artan bir bilinçlenmenin gerçekleştiğine işaret ediyor. Türkiye kamuoyu AB ile ilişkiler konusuna artık daha çok ilgi gösteriyor. Bu gelişmenin de en önemli nedenlerinden birini Suriye'li mülteciler konusunda AB ile Türkiye arasında varılan mutabakat oluşturuyor.
Türkiye'nin iç politikada çok hareketli günler geçirdiği ve bu hareketliliğin önümüzdeki dönemde daha da artabileceği söylentilerinin yoğunlaştığı bir sırada önemli bir dış politika konusunun dikkatlerden kaçmaması gerekiyor.
NATO'nun en önemli özelliğini Ortak Savunma örgütü olması oluşturur. Güvenlik konuları bakımından Türkiye'nin giderek artan meydan okumalarla karşı karşıya olduğu bir ortamda NATO'dan sık sık söz edilir oldu. Suriye tarafından uçağımız düşürülüyor, konu hemen NATO'da ele alınıyor. Rusya hava sahamızı ihlal ediyor, NATO bu konuyu derhal gündemine alıyor. Türkiye bir Rus uçağını düşürüyor, ivedilikle NATO'da istişareler başlıyor.
Türkiye'de bir zamanlar "NATO'nun Ortadoğu'da işi ne?" diye sorulurken bugün "Ortadoğu'nun sorunlarına NATO neden ilgi göstermiyor?" diye hayıflanılıyor. Açıkçası, Türkiye'de bazı çevrelerde NATO'nun güvenliğimiz için ne kadar vazgeçilmez olduğu yeniden kavranıyor. Bu önemli ve olumlu bir gelişme.
Türkiye'nin güvenliği açısından bugün iki coğrafi bölge özellikle öne çıkıyor: Doğu Akdeniz ve Karadeniz. Güvenlik meselelerinin bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde Varşova'daki NATO Zirvesi doğal olarak bu iki bölgedeki güvenlik konularını da gündeminde bulunduracak. Hangi bölgenin diğerinden daha önemli ve öncelikli olduğu sorusunu sormanın zamanı değil. "Güvenlik meseleleri" önceliklere göre değil bütüncül olarak ele alınması gereken bir yumaktır.
Ortadoğu coğrafyasının içine düştüğü içler acısı durum malum. Doğal olarak, bu durumdan vazife çıkaranlar var. Onların da en önemli referansları yüz yıl önce Ortadoğu'nun sınırlarını keyfi olarak belirleyen bu meşhur anlaşma.
Son yıllarda Ortadoğu'nun sorunları giderek daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal aldı. Ancak son yirmibeş yılın uluslararası alandaki en önemli gelişmesi Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıdır. Bu tarihi gelişmeyle birlikte jeopolitik konumu en çok değişen bölge de Karadeniz olmuştur.
Türkiye dünyanın en kritik coğrafi bölgelerinin kesiştiği bir fiziki konuma sahip. Karadeniz de bunlardan biri. Bu bölge küresel ve bölgesel güçlerin daima rekabet içinde oldukları bir alanı oluşturuyor. Enerji bakımından kazandığı önem nedeniyle Karadeniz'deki rekabet son yirmibeş yılda daha da arttı. Önümüzdeki dönemde de giderek keskinleşeceğe benziyor.
2002 yılından itibaren tek başına iktidar olan görüşün geçirdiği evrelerin tarifi hakkında da değişik yorumlar var. Ancak genel kanaat, 2002-2009 ile 2009-2016 arasında olacak şekilde, başta dış politika olmak üzere, sosyal, ekonomik, siyasi alanlarda da yansımaları görülen yedişer yıllık iki evreden söz edilebileceği yönünde. Bu hafta sonu yapılması beklenen "aşı" ile üçüncü yedi yıllık evrenin başlatılmasının planlandığı anlaşılıyor.
İlk iki evrede başarılar kadar hatalar da oldu. Özellikle dış politika açısından değerlendirildiğinde, hatalar lehinde bir dengesizlik çarpıcı biçimde öne çıkıyor. Yeni bir evreye girilmesi planlanıyorsa, dış politika bakımından nasıl bir yol izlenirse Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyılını daha güçlü bir konumda karşılayabilir, bakalım.
1. Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğe dönük tarihsel gelişimi ve ilerleyişi Batı ve Avrupa-Atlantik kurumları içinde yer almak, evrensel değerleri özümsemek, NATO ve AB çıpası ile bu yöne uzanan halatı uzun ve gevşek tutmadan, bir diğer deyişle "Batı'ya alarga durmadan" ilerlemek olmalı.
Bu genel ilkeyi tartışmak, sorgulamak ve halatı gevşetmek Türkiye'nin bu konudaki samimiyetinin de tartışılmasına, sorgulanmasına ve "eksen kayıyor" söylemlerinin ortaya atılmasına yol açıyor. Yediyüz yıllık köklü bir devlet geleneğini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti'nin bu tür algı oyunlarıyla kaybedecek zamanı yok.