Neydi bu hedef? Afrin ile Cerablus arasında, Türkiye-Suriye sınırı boyunca ve Suriye toprakları içinde bir derinlik yaratarak bu bölgeyi bir bakıma güvenlikli bir yaşam alanına dönüştürebilmek ve Suriye'li mülteci akımını Suriye toprakları içinde göğüslemek.
Bu taktik hedefi Türkiye yıllardır savunuyor. Bunun gerçekleştirilmesinin önünde engel olarak hep böyle bir "IŞİD'den arındırılmış bölge"nin güvenliğinin sağlanmasının sahada askeri varlık bulundurmadıkça mümkün olamayacağı söylendi, uçuşa yasak bölge ilanının da Suriye ile savaş hali anlamına geleceği, uluslararası koalisyonun böyle bir amacı olmadığı ileri sürüldü.
ABD "sahada asker konuşlandırmama" adı altında böyle bir bölgenin güvenliğinin ABD askerleri tarafından sağlanamayacağını Suriye politikasının temel unsurlarından biri haline dönüştürdü.
Bu çerçevede çeşitli sorular soruluyor, bazılarına yanıt alınıyor, bazılarının yanıtları ise havada kalıyor.
Harekatın başlatılmasındaki en önemli etken Suriye konusunda Türkiye'nin kendi tutumunda bir uyarlama yapmış olmasıdır. Bu uyarlamanın kolaylaştırılmasını da Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde yaşanan sıkıntının giderilmesi sağlamıştır.
Türkiye ile Rusya 2015 yılının Kasım ayında Suriye konusunda bir mutabakata varabilmiş olsalardı belki bu kadar zaman kaybedilmeyecekti. O zamanki koşullar farklıydı. Rusya kendi tanımladığı "terörist unsurlar"a karşı Esad rejimiyle el ele mücadelesini sürdürüyordu. Bu terörist unsurların arasında IŞİD olduğu gibi Türkiye'nin "ılımlı muhalefet" olarak nitelendirdiği Esad'a karşı olan güçler de vardı.
Türkiye'nin ise Suriye'de üç temel hedefi vardı: Esad rejiminin devrilmesi; PYD'nin Suriye'nin kuzeyinde kesintisiz bir alan bütünlüğüne sahip olmasının engellenmesi; ve Türkiye'nin desteklediği, esas itibariyle de Suriye rejimine karşı mücadele sürdüren muhalefetin Türkiye'nin Suriye ile olan sınırında belli noktaları kontrol altına alabilmesinin sağlanması.
Ziyaretin özellikle 15 Temmuz'da yaşadığımız darbe girişimi kabusundan sonra iyice olumsuz bir seyir izlemeye başlayan Türkiye-ABD ilişkilerinde yeniden karşılıklı güven kazanılmasına yardımcı olması umuluyor.
Aslında bu ziyaretin oldukça geciktiğini belirtmek gerekir. 15 Temmuz'un üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Darbe girişiminin ABD ile bağlantılı olduğunu iddia eden yerli basın organlarının çabaları iki ülke arasındaki ilişkilerin iyice gerginleşmesine yol açtığı gibi, ABD tarafından gereken olumlu ve sağduyulu hamlenin yapılabilmesini de engelledi.
Türkiye'de son yıllarda dış politika alanında yapılan yanlış uygulamaların ülkeyi ne hale getirdiği belli. Yıllardır söylenenler nihayet Hükümet çevrelerinde üst düzey yetkililerin ağzından da teyit edildi: Türkiye'nin başına ne geliyorsa Suriye konusunda izlenegelen yanlış politikalardan dolayı geliyormuş! Peki, bu itirafın yapılmış olması neyi değiştirecek? Türkiye'nin Suriye politikasında nasıl bir değişim yaşanacak? Bunlar Biden'ın ziyareti sırasında ne ölçüde konuşulacak?
Kamuoyunda fikri sabit haline gelmiş bir inanış var. Hani, elden gelse, neredeyse Biden'ın Fethullah Gülen'i çantasına koyup getirmesi bekleniyor. Böyle birşey olmazsa da adeta "niye geldin ki?" diye sitem edilmesi gerektiğine inanılıyor. Üstelik, Biden bu ziyaret sırasında Gülen'in iadesi konusunda Türkiye'yi tatmin edecek bir taahhüt vermezse o zaman da ABD'nin Türkiye'de 15 Temmuz tarihindeki darbe girişiminde parmağı olduğu inancı iyice güçlenecek.
Onaylanmasıyla birlikte yeni bir süreç başlayacak. Tabii bu süreci izleyenler öncelikle Türkiye-İsrail arasındaki ikili ilişkilerde kaydedilecek gelişmeleri merakla bekliyorlar. Ne zaman iki ülke arasında yeniden Büyükelçiler temsil görevine başlayacak, normalleşmenin Türkiye'nin bu yıl ciddi darbe yiyen turizm sektörüne katkısı ne ölçüde olacak, ikili işbirliği hangi alanlarda yoğunlaşacak ve buna benzer sorular...
Aslında İsrail ile Türkiye'nin ilişkilerinin normalleşmesiyle birlikte Doğu Akdeniz'de yeni bir üçlü işbirliği modelinin belirmesi de mümkün. Bu da Türkiye-İsrail-Kıbrıs (burada tabii ki sorunlarını çözmüş, birleşik bir Kıbrıs'tan söz ediyoruz) arasında ortaya çıkabilir. Bu üç ülkeyi birbirine yakınlaştıran ve üçlü işbirliğine zorlayan alan ise "enerji".
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin 2010 yılında Mavi Marmara trajedisiyle birlikte bozulmasından bu yana Doğu Akdeniz'de enerji alanında birçok gelişme oldu. Öncelikle Kıbrıs açıklarında bulunan doğal gaz yatakları, ardından İsrail'in Tamar ve Leviathan açık deniz doğal gaz yatakları Doğu Akdeniz'in yeni bir doğal gaz üretim havzası haline gelebileceğini gösterdi.
Türkiye hem İsrail hem Kıbrıs ile ilişki engelli olduğu için söz konusu doğal gaz projelerinin fizibilite çalışmaları sırasında sadece oyun bozma özelliğini kullanabildi. Oysa, hem Türkiye hem enerji şirketleri, hem de İsrail ve Kıbrıs pek ala biliyorlar ki, İsrail ile Kıbrıs arasında başlatılacak ve iki ülkenin doğal gaz yataklarının üretimlerini birlikte değerlendirecek bir projenin gerçekleşmesi Türkiye katılmadıkça çok zor. Bölgedeki doğal gazın Avrupa'ya naklinin ticari bakımdan en kolay ve uygulanabilir yolu Türkiye'den geçiyor.
Türkiye'nin anlatacak bir hikayesi var. Bu hikayenin nasıl anlatılacağı bilindiği takdirde dinleyenin anlamasına ve Türkiye hakkındaki olumsuz algının değişmesine katkıda bulunmak mümkün. Aksi takdirde, "ülke facianın eşiğinden döndü, neredeyse iç savaş çıkacaktı, oysa şu Batı'nın yaptığına bak. Ağzımızla kuş tutsak yine aynı terane!" diye hayıflanıp çıkışı yine "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok!" tekerlemesinde ararız. O da bizi pek bir yere götürmüyor.
Neden böyle bir algı bunalımı içindeyiz? Sebeplerin başında ondört yıldır iktidar olan bir yönetimin "darbefobi" içinde olması geliyor. Bir iktidarın darbe korkusu içinde olmasının başlıca sebebini de kendi uygulamalarının darbe gerektirecek nitelikte olduğu korkusu veya yorumu oluşturur.
Oysa ondört yıl önce Türkiye'de yaşanan siyasi değişime en çok Batı sahip çıkmış, destek vermiş ve bu değişimi Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde önemli bir atılım olarak algılamıştı. Atılan adımların da darbe endişesi yaratacak bir durum oluşturduğu düşünülmüyordu.
Sabah kalkıp akşam yatarken "ya darbe olursa" ruh hali içinde yaşanınca sivil toplumun belli konulardaki tepkisini meşru yollardan dile getirmek istemesi bile darbe olarak nitelenebildi Türkiye'de... Örneğin, 2013 yılındaki Gezi olaylarını Batı darbe girişimi olarak görmedi, yorumlamadı.
Türkiye'nin NATO'dan çıkması ya da Şanghay İşbirliği Örgütü'ne girmesi gibi hayal mahsulü fanteziler görüşmelerde gündeme dahi gelmedi. Olması gereken oldu, iki lider birbirleriyle ilk ısınma turunu gerçekleştirdiler ve ayakları yere basan bir tavırla ikili ilişkilerin yeniden normalleşmesi için öngörülen yol haritasını ele aldılar.
"İlk ısınma turu" tanımını yabana atmamak gerek. Zira daha buna benzer başka görüşmelerin de olması bekleniyor. Önümüzdeki aylarda G-20 Zirvesi ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu gibi olanaklar da mutlaka değerlendirilecektir.
Şurası bir gerçek: İki ülke arasındaki ilişkilerin belli bir güven ortamını yakalaması ve karşılıklı güven üzerine gelişen ilişkilerin belli bir olgunluğa erişmesi zaman istiyor. Büyük emek verilerek kurulan ve güven esasına dayalı olarak yükselen ikili işbirliği ilişkileri bazen bir hata sonucu bir çırpıda yıkılabilir. Yıkıldıktan sonra da yeniden eski haline dönebilmesi için belki eskisinden daha fazla emek gerekiyor.
Putin'in "ilişkilerimizi her alanda adım adım ilerleteceğiz" ifadesinin arkasında da bu düşüncenin yattığı anlaşılıyor. Ne de olsa düşürülen uçak ve hayatını kaybeden iki subay Rusya'ya ait. Türkiye Rusya'nın güvenini yeniden kazanma yolunda "adım adım" ilerleyecek.
Bu görüşme 4 Ağustos tarihli New York Times gazetesinde yayımlanan ve Türkiye-ABD ilişkilerinin giderek kötüleştiğini yazan makalenin gölgesinde yapılacak. Ya da, bu mevsimde St. Petersburg'da güneş neredeyse gece yarısına doğru battığından, Rusya'daki kuvvetli güneş ışıkları altında...
2016 yılı herhalde ya Rusya'nın ya Putin'in astroloji haritasında koca bir yıldız gibi parlıyor olmalı. Bir yandan Brexit, bir yandan ABD, NATO ve AB ile ilişkilerini bozan bir Türkiye... Bundan iyisi Suriye'de Şam tatlısı... Abartmayalım ama, galiba o da geliyor.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Sayın Cumhurbaşkanı'nın ziyaretini şu sırada Türkiye ve Rusya kamuoyu kadar dünya kamuoyu da büyük bir ilgiyle izlemekte. Zira bu ziyaret uluslararası konjonktürü köklü biçimde etkilemeye namzet.
Türkiye açısından durum biraz manik-depresif bir ruh halini yansıtıyor. Daha dokuz ay önce "ne iyi oldu da bir Rus uçağını düşürdük" diye gülen oynayan bir toplum, şimdi "ne iyi oldu da Rusya ile yeniden normalleşiyoruz, turistler nihayet geri gelecek" diye yerinde duramıyor.
Dolayısıyla, 15 Temmuz darbe girişimi birçok vatandaş için daha önce yaşanmış tecrübeleri hatırlatan bir deneyim oldu.
15 Temmuz'dan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yapısı, emir-komuta kademesindeki hiyerarşi, siyasi otoritenin asker üzerinde nasıl daha etkin bir kontrol kurabileceği konuları da ivedilikle masaya yatırıldı. Bunun sonucunda da bir takım kararlar alındı.
Kimileri bu kararların doğru ve olması gerekeni hayata geçiren adımlar olduğunu savunuyor. Aksi görüşte olanlar ise, böylesine köklü değişikliklerin bu kadar aceleci ve Olağanüstü Hal uygulaması sırasında Kanun Hükmünde Kararnameler yoluyla yapılmasının sakıncalı olduğuna işaret ediyorlar ve bunun Türk Silahlı Kuvvetleri'nin itibarsızlaştırılması sonucunu doğuracağını ileri sürüyorlar.
Türkiye'de siyasi iktidarlar askeri darbelerden her zaman çekinmişlerdir. Bugünkü siyasi iktidar da askeri darbe endişesini iktidara geldiği ilk günden beri yaşamıştır.