Tüm dünyada Dışişleri Bakanlığı devletin en önemli kurumlarından biridir. Dışişleri Bakanları, genellikle Cumhurbaşkanı ve Başbakan'dan sonra siyasi kadroların "üçüncü adam"ı olarak algılanırlar.
Bu çok doğaldır, zira bir devletin hükümet mensupları arasında dış dünya ile en çok temas eden, ülkenin ve hükümetin sadece dış politikasını değil, gerektiğinde ülkede ne olup bittiğini, dolayısıyla ülkesindeki iç politikaya ilişkin gelişmeleri de dış dünyaya doğrudan anlatan, anlatması da gereken kişi Dışişleri Bakanı'dır.
Bir hükümet mensubunu daha çok diğer ülkelerdeki kendi karşıtları bilir ve tanırlar. Dışişleri Bakanları'nı ise diğer ülkelerdeki karşıtlarından başka Başbakanlar, Cumhurbaşkanları, hatta bazı diğer bakanlar da tanırlar, görüşmelerde bulunurlar.
Türkiye'de Dışişleri Bakanlığı, birçok Bakanlığın aksine, siyasi kadrolaşma olanağı zor bir yapıya sahiptir. Bakanlık mensupları daha çok dış politika ile ilgili görevlerde bulunurlar, merkez memurları dışında "diplomat" olarak kabul edilen kadrolar da meslek yaşamlarının büyük bir kısmını yurt dışında geçirirler. Bununla birlikte, elbette siyasi iktidarlara yakın olmanın bazen tayin ve terfilerde işlevsel olduğu dönemler olmuştur. Ancak bu durum genel uygulamayı bozmamış, Dışişleri Bakanlığı bir siyasi kadrolaşma kurumu olarak kullanılmamıştır.
Dışişleri Bakanları başına geçtikleri bu kurumun ilgi alanının ve çalışmalarının uzmanlık gerektirdiğini ve bu kadroların uzmanlığına güvenerek görev yaptıklarında başarılı olacaklarını bilirler. Dışişleri Bakanlıkları kendi Bakanlarını yücelten, dış politika başarılarıyla onların da siyasi kariyerlerinde ilerlemelerine, hatta bazen başka makamlara aday olabilmelerine de yardımcı olan kadrolara sahiptirler. Dışişleri Bakanlığı makamına siyasetten gelen, zamanla "devlet adamı" olarak olgunlaşan nice örnekler vardır.
Bunların birini de dış politika alanı oluşturuyor. Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere, Avrupa Birliği, genel olarak Batı kurum ve kuruluşları, hatta NATO ile ilişkileri sorgulanıyor.
Türkiye böyle dönemlerden daha önce de geçti. Ancak her sınavı başarıyla atlattı ve sırtını Batı'ya dönmeme erdemini gösterebildi. Bu defa daha zor da olsa yine aynı sonuca ulaşması beklenir.
Türkiye ile ABD arasındaki müttefiklik ilişkilerinin altmış yılın üzerinde uzun ve köklü bir geçmişi vardır. Bu ilişkilerin sadece Türkiye'nin NATO üyesi olduğu 1952 yılından itibaren başladığını ve Türkiye'yi NATO'ya ABD'nin soktuğunu düşünmek hata olur.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde Sovyetler Birliği tarafından üzerinde oluşturulan, özellikle de Boğazlar üzerindeki egemenliğini zorlayan baskılar sonucu, Türkiye Batı camiasında yer almanın daha akılcı olduğu sonucuna varmış ve bu nedenle yüzünü NATO'ya dönmüştür.
Kurtuluş Savaşımızı noktalayan ve çağdaş uygarlıklar düzeyine yükselecek olan yeni Türkiye için önemli bir dönüm noktası sayılan Lozan Barış Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş sürecinin de ilk adımlarından birini oluşturmuştur. Bu anlaşma aynı zamanda kazanılan askeri başarının masa başında diplomatik başarıyla pekiştirilmesi bakımından da tarihin en önemli örneklerinden biridir.
Küllerinden doğarak ayağa kalkan yeni Türkiye'nin Cumhuriyet rejimini seçmesiyle birlikte önünde yeni bir tarih sayfası açıldı. Bu sayfanın üzerine ne kadar karalama yapılırsa yapılsın, berrak ve asla silinmeyecek olan özellikleri bellidir. Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.
Zaman içinde inişleri ve çıkışları olsa da, bu tercihe ve bu özelliklere uygun bir yönetim yöntemi olan parlamenter demokrasi Türkiye Cumhuriyeti'nin bu özelliklerinin en güçlü güvencesi olmuştur. Türkiye Halkı'nın arzu ettiği çoğulcu, demokratik ve sivil topluma karşı hesap verilebilirlik anlayışıyla güçlenen şeffaf bir yönetim, egemenliğin de teminatı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bu rejim sayesinde ifadesini buluyor.
15 Temmuz gecesi yaşanan trajedi Türkiye'nin bütün bu değerlerine, demokrasiye, Cumhuriyet'e ve onu simgeleyen tüm kurumlara yönelik bir darbe girişimiydi. Bir haftadır yapılan analiz ve değerlendirmelere bakıldığında, aslında Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerine ne kadar büyük bir darbe vurmaya hazırlanıldığı, bu sürecin ne kadar uzun bir zamana yayıldığı ve bu planları kurgulayanların bu derece etkin bir konum kazanmalarına, kah bilerek kah umursamayarak, nasıl göz yumulduğu tüyler ürpertici biçimde ortaya çıkıyor.
Silahlı Kuvvetler bünyesinde darbeci unsurlardan oldukları, ya da onlarla birlikte hareket ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan, tutuklanan ya da görevinden uzaklaştırılan general ve amiral sayısına bakıldığında, ordunun bu rütbelere sahip kadrolarının önemli bir oranını oluşturan bir rakamla karşı karşıya kalıyoruz.
Ürkütücü olan, sadece sayı değil aynı zamanda nitelik bakımından da Silahlı Kuvvetler'in en kritik noktalarında, özellikle de terörle mücadele konusunda uzman ve profesyonel olarak bilfiil görev sürdüren konumda olanların bu grubun içinde yer alıyor olması.
Silahlı Kuvvetlerimizin bu şekilde yıpratılmasına yol açan bu darbe girişiminin sebep olduğu sivil ve askeri tahribat yurttaşlarımız tarafından uzun yıllar boyunca unutulmayacaktır. Bu durumun herhangi bir güvenlik zaafiyetine yol açmayacağını ummaktan başka çaremiz yok. Ama bu endişe herhalde neye uğradığını şaşıran üst düzey komuta kademesinde de mevcut.
Benzer bir durum kamu personeli için de söz konusu. Neredeyse "temizlik"ten nasibini almayan kurum kalmadı. Silahlı Kuvvetler, Emniyet Teşkilatı derken en büyük darbeyi Milli Eğitim Bakanlığı yedi. Görevlerinden alınan, sözleşmeleri iptal edilen öğretmen sayısına bakıldığında insanın inanası gelmiyor. Hele Yüksek Öğretim kurumlarındaki durum...
Herşeyden önce ulusal egemenliğimizin simgesi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi darbeciler tarafından hedef alındı. Meclis Türkiye Halkı'nın seçimle yasal temsilcilerini gönderdiği, kuvvetler ayırımı ilkesine dayalı demokratik ve parlamenter rejimimizin üç temel erkinden biri olan yasama erkinin temsil edildiği kurum...Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun, varoluşunun ve sürdürülebilirliğinin maddi ve manevi teminatı...
Darbe girişimi sırasında bu kurumun hedef alınması darbenin demokrasiye ve parlamenter rejime karşı olduğunu açıklıkla gösteriyor. Saldırıya ve bombalamalara rağmen Meclis Başkanı'nın ve parlamenterlerimizin TBMM'yi terk etmemeleri çok önemliydi.
16 Temmuz tarihinde TBMM'de temsil edilen dört siyasi partinin ortak bir bildiri yayımlamaları ise yasamaya hep birlikte sahip çıkıldığının gösterilmesi bakımından en güçlü mesaj oldu. TBMM'nin bu duruşu artık Türkiye'de demokrasinin teminatının parlamenter rejim olduğunu vazgeçilmez ve geri döndürülemez biçimde kanıtlamıştır. Parlamenter sistemi değiştirme heveslilerinin bundan gerekli dersi ve sonucu çıkarması beklenir.
Darbeye karşı gerçek demokratik duruş sergileyen sivil toplumun en önemli unsurlarından birini de özgür basın-yayın organları oluşturdu. Özgür ve demokrasiye sahip çıkan basın olmasaydı, darbecilere karşı sivil toplumun demokratik tepkisini harekete geçirmek için ne Cumhurbaşkanı ne Başbakan ne de Bakanlar halka seslenebilme imkanına sahip olabilirlerdi.
Son günlerde Suriye'lilere vatandaşlık verileceğine dair ortaya atılan görüş ve bunun yarattığı tartışmalar zaten bölünmüş ve kutuplaşmış olan Türkiye toplumunda yeni bir bölünme zemini daha yarattı.
Türkiye toplumu uzun bir zamandan beri en önemli özelliği olan "hoşgörü"yü kaybetti. Kendi yurdunuzda bin yıldır ortak yaşam alanını paylaştığınız Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi ve daha nice nice etnik ve milli unsurları küçümser, kötüler ve yabancılaştırırsanız sonunda olacağı budur. Bunda da Suriyelilerin bir suçu yoktur.
Nedir bu vatandaşlık tartışması? Herşeyden önce, iktidar Suriye'li mülteciler konusunda yaptığı yanlışın geç de olsa farkına vardı. Öyle Mevlana gibi her gelene kucak açan, "kim olursan ol, gel yine gel" diyerek sınır kapılarını elek gibi geçişken hale getiren politikaların sonunda ülke Suriye'den gelen ve tam olarak sayısı bilinemediği için bir kaynaktan diğerine farklılıklar gösteren, ortalama üç milyon dolayında mülteciyi barındırmak zorunda bırakıldı.
Önceleri gelenlerin kısa zamanda geri dönecekleri ve Şam'daki Emevi Camii'nde hep birlikte namaz kılınacağı sanılıyordu. Bazıları da Şam'daki despot rejime karşı demokratik halk ayaklanması olarak nitelendirdikleri kargaşada Esad'a karşı savaşsın diye gelenlerin bir kısmını mücadeleye hazır hale getirip geri gönderiyorlardı.
Bir yanda Avrupa Birliği'nin geleceğini sınayan Birleşik Krallık referandumu...Bir yanda Rusya'nın kendi güvenliğini koruma bahanesiyle komşularının güvenliğini tehdit eden adımları...Bir yanda da Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da başlayan kargaşanın yarattığı göç ve mülteci akınlarının oluşturduğu baskı...
Geleceğe ilişkin tahminlerin giderek zorlaştığı, uluslararası toplumda öngörülemezlik endişesinin yayıldığı bu ortamda kendi yerini ve önemini yeniden tanımlamaya çalışan tek örgüt NATO. 8-9 Temmuz tarihlerinde Varşova'da yapılan zirve sonunda da NATO her zaman olduğu gibi değişen koşullara uyum sağlama ve üye ülkelerin güvenliğini koruma açısından kuvvetli mesajlar verme beceresini tekrarladı.
Herşeyden önce Varşova Zirvesi'nin tarihi bir dönüm noktası olduğunu vurgulamak gerekiyor. NATO ve Varşova Paktı soğuk savaşın iki önemli askeri blokunu oluşturuyordu. Varşova Paktı 1991 yılının Temmuz ayında ortadan kalktı. 25 yıl sonra, 2016 yılının Temmuz'unda bu defa NATO kendi zirve toplantılarından birini nihayet Varşova'da düzenledi. Bu sembolik tarihi toplantı soğuk savaşın galibini de dolaylı olarak tescil etmiş oldu.
Varşova'da NATO'nun temel işlevi olan ortak savunma konusunun çok güçlü biçimde yeniden altının çizildiğini vurgulamak gerekiyor. Bu özellikle NATO'nun genişlemesiyle birlikte örgüte katılan üyelerin önemli çoğunluğunu oluşturan orta ve doğu Avrupa ülkelerinin güvenlik endişelerini gidermek için gerekliydi.
Ardında da milyonlarca yerlerinden edilmiş insan bıraktı. Suriyelilerin karşı karşıya kaldıkları insanlık trajedisi yürek burkuyor.
Türkiye bu "demokratik mücadele"yi destekleyen, hatta bazı yorumlara göre teşvik eden bir komşu olarak yerlerinden edilen milyonlarca Suriyeliye kapılarını sonuna kadar açtı. Bu vesileyle Türkiye'ye Suriye toplumunun her kesiminden insan geldi.
Sayılarının yüzbinlerin üzerine çıkmayacakları ve bir süre sonra da kendi ülkelerine dönecekleri söylenen Suriyelilerin bugün resmi rakamlara göre Türkiye'deki varlığının yaklaşık üç milyon olduğu söyleniyor. Bu rakam Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde dördünü oluşturuyor.
Türkiye'ye sığınan Suriyelilere hiç bir zaman "mülteci" denemedi. Bu şekilde kabul edilmeleri Türkiye'nin mültecilerin statüsüne ilişkin 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi'nde "coğrafi sınırlama" maddesine dayanan ve sadece batısındaki ülkelerden gelenlere mülteci statüsü tanıyan politikasından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla, Türkiye'ye gelen Suriyeliler "misafir" olarak tanımlandı.