Uğur Gürses

Bütçe performansının geleceği riskli

16 Temmuz 2014
Bakan Şimşek, performansın hedef-gerçekleşme olarak ölçülmesini söyleyerek, taktik olarak karşılaştırmanın ‘mekaniğini’ belirleyerek, dar alana sıkıştırıyor.

Haziran merkezi hükümet bütçe sonuçları dün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından açıklandı. Bakan Şimşek bütçe sonuçlarını, bu yılki bütçe açığının 33.3 milyar TL öngörüldüğünü hatırlatıp geçen yılki 18.9 milyar TL’lik açıkla karşılaştırılmamasını, hedefin gerçekleşme oranına göre bakılmasını öneriyor. Yani yüzde 80 artırılmış bir bütçe açığı hedefi içinde oynamak istediğini söylüyor.
Toplam faiz dışı fazla da geçen yıl 31.4 milyar TL gerçekleşirken, bu yıl 18.7 milyar TL hedefleniyor. Böyle bakınca Şimşek, bütçe performansının hedef-gerçekleşme olarak ölçülmesini söyleyerek, taktik olarak karşılaştırmanın ‘mekaniğini’ belirleyerek dar alana sıkıştırırken kendi hesabına epey akıllıca davranıyor.
Hedefi epey artırılmış bütçe açığı, 6 ayda 3.8 milyar TL olurken, gerçekleşme de hedefin de sadece yüzde 10’u oranında kalmış; bu iyi. Faiz dışı fazla da, 23.1 milyar TL olurken yıl sonu hedefini geçmiş durumda; bu da iyi. Tabii ki Bakan Şimşek’in çizdiği çerçeve içinde. Aralık ayında da aynı çerçevede kalıp kalamayacağımızı göreceğiz.
Ancak, işin mekaniği dışında, bu tablonun belli bir ‘mutlu anın’ fotoğrafı olduğunu da not düşmek gerekir. Bu yılki mutlak bütçe açığının geçen yıla göre yüzde 80 yukarıda olduğunu yeniden not edip, bunun da harcamalardaki artış oranının bütçe gelir artışının iki katı oranda artacağı tahminine dayandığını not edelim.
Bugünkü ‘mutlu an’ geleceğe taşınabilecek mi? Hayır. Çünkü sürdürülebilir değil. Nedeni de şu; bütçe açığını milli gelirin yüzde 2’sini aşmaması, son yıllarda bütçe gelirlerinin önemli bir parçası haline gelen ‘diğer gelirler’ kaleminden kaynaklanıyor. İleri dönük olarak sürekliliği garanti olmayan ve çoğunlukla bir defalık gelir kalemi olan bu kalemde 2014 bütçesine konulan hedef 54 milyar TL iken, 6 ayda hedefin yüzde 77’si sağlanarak 42 milyar TL oldu. Bu tutar, geçen yılın 6 aylık döneminin de yüzde 30 üzerinde. Bunda en büyük etkenin yerel yönetimlerle ilgili düzenlemeler çerçevesinde büyükşehir olan kentlerde özel idare fonlarının bütçeye devri olduğunu anımsatalım.
İleri dönük olarak asıl tehlikenin silueti bütçenin vergi gelirlerindeki yavaşlama olduğu çok açık. Altı aylık birikimli vergi gelirlerinin geçen yıla göre artış oranı yüzde 6.1’de. Aynı dönemde yüzde 9’luk bir enflasyon ve yüzde 4’lük bir büyüme oranı dikkate alınırsa vergi performansı bu nominal değerlerin hayli altında. Bakan Şimşek, KDV iadelerini hızlandırıldığını söyleyerek açıklamaya çalışsa da, iç pazardaki talebin de iyi bir göstergesi olan KDV yanında ÖTV tahsilâtında da artışın yüzde 1.8 gibi çok düşük bir oranda olması çarpıcı.
Kaldı ki; yılın ikinci yarısındaki ekonomik faaliyetin görece daha zayıf seyredeceği çok açık. Bu yüzden vergi gelirlerinin hedefi tutması zor görünüyor.

Yazının Devamını Oku

Dombret: Gelişen ülkeler finansal zorluklarla yeniden yüz yüze kalabilir

14 Temmuz 2014
Geçen hafta Türkiye’ye gelen Alman Merkez Bankası Başkan yardımcısı Dr. Andreas Dombret sorularımı yanıtladı.



Euro Bölgesi türbülanslı dönemi geride bıraktı ama çok düşük bir büyüme performansı gösteriyor. Avrupa Merkez Bankası (ECB) ise faizleri yeniden düşürdü, ‘hedefe dönük’ yeni repo penceresi açtı. Ancak, özel kesimdeki kredi talebinde artış sinyali yok. Avrupa’da bankacılık sektörüne sermaye konmadan işler yoluna sokulabilecek mi?
Sağlıklı bir bankacılık sektörü, işleyen bir ekonomi için kesinlikle temel bir unsur ve Euro Bölgesi’nde bankaların bilanço kalitesi konusundaki belirsizlik sürüyor. Bu nedenle, ECB ve düzenleyici otoriteler şu anda, Avrupa bankacılık denetim ve gözetim sisteminin başlayacağı Kasım ayına kadar büyük bankalarda sermaye yetersizliği olup olmadığını kapsamlı biçimde değerlendiriyorlar. Kredi talebine gelince, bazı Euro Bölgesi ülkelerinde kredi talebi gerçekten de düşük. Bu, hane halkı ve şirketlerde kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan borç-bilanço küçültmelerinden kaynaklanan zayıf ekonomik faaliyetin bir sonucu. Bununla beraber, ekonomik toparlanma hızlandıkça kredi talebi de artmalı.
Küresel krizde beşinci yıldayız; Avrupa Merkez Bankası politikacılara zaman satın alıyor. Özellikle de çevre ülkeler için. Bu ülkelerdeki reformların hayata geçirilmesindeki hızı yeterli buluyor musunuz?
Reformlar meyvesini vermeye başladı. Çoğu ülkede mesafe alındı; çevre ülkelerin çoğu durgunluğu geride bıraktı. Aynı zamanda, çevre ülkelerin çoğundaki rekabetçilik iyileşti. Bu da takiben ihracatı artırıyor ve cari işlemler hesabını pozitife çeviriyor. Bu iyileşmelerin sonucunda, İrlanda, Portekiz ve İspanya; herhangi bir sorunla karşılaşmadan mali destek programından çıktılar. Ancak, gidecek hala uzun bir yol var. Politika yapıcılar rehavetten kaçınmalı ve reform programına sadık kalmalı.
En son yayımlanan BIS raporunda; parasal otoritelerin varlık balonlarına karşı faiz artırımında çok ağır ve geç kalarak risk aldıklarından bahsediliyor. Belli başlı merkez bankalarının gelişmelerin gerisinde kaldıklarını düşünüyor musunuz?

Yazının Devamını Oku

Brezilya’dan Ronaldo’nun bankasına uzanan sarsıntı

11 Temmuz 2014
Brezilya altıncısını alacağı düşünülen kupadan elenirken, Portekiz’de de ‘Ronaldo çok değişti ama bankasını hiç değiştirmedi’ diye sunulan banka zora girdi.

Malum gözler Brezilya’daki Dünya Kupası’nda. Turnuvanın iki Portekizce konuşan ülkesi de elendi; Portekiz ilk elemelerde ayrıldı, Brezilya ise yarı finalde. Ama Brezilya’nın şaşırtıcı biçimde elenmesinin ardından, endişe verici bir başka haber dün Portekiz’den geldi. Portekiz milli takımının başarılı futbolcusu Cristiano Ronaldo’nun yıllardır reklam yüzü olduğu banka zor durumda. Bu haber, Avrupa’da eski kaygıları su yüzüne çıkarıverdi.

Önceki gün Portekiz’in en büyük bankası olan Banco Espirito Santo’nun (BES) çoğunluk hissedarı olan Espirito Santo Financal Grubu’nun zorluğa düştüğünün açıklanması ile dün borsada hisselerinin işlemi durduruldu. Yüzde 25 hisse ile bankanın çoğunluk hissedarı olan grubun, daha önce yaptığı tahvil borçlanmasından vadesi gelen kimi ödemelerini yapamadığı anlaşılıyor. Bunun da bankanın durumunu etkilemesi söz konusu. Dereceleme şirketi Moody’s, grubun kredi notunu üç kademe aşağı çekerek ‘Caa2’ seviyesine düşürdü.

Haberin yayılmasıyla, eski ‘kâbusun’ geri dönmesinden de korkuluyor. O kâbus, 2011 sonrası Yunanistan’la başlayan ve devamında Portekiz, İspanya, İtalya’yı sarsan mali çalkantı ve ekonomik durgunluk süreci.
Portekiz’de yeniden bir banka kriziyle başlayabilecek bir kıvılcım, bu ülkeden en çok alacaklı olan ve de hassas durumdaki İspanyol bankalarına atlayabilir, buradan da yeniden 2012 çalkantısına geri dönmek işten bile değil.
Dün bu haberle birlikte, tüm Avrupa borsalarında sert düşüşler olurken, fonların ‘güvenli liman’ varlıklara kaydığı gözlendi; ABD tahvillerinin faizi düşerken, altın fiyatları yükseldi.

Yazının Devamını Oku

Yellen’in faiz artırımı yol haritası

10 Temmuz 2014
Amerikan Merkez Bankası FED’in dün yayımlanan Haziran ayı toplantı tutanaklarında, ekonomide her şey beklendiği gibi giderse tahvil alımlarının Ekim sonunda son bir 15 milyar dolarlık kesinti ile sonlandırılmasının planlandığı ortaya çıktı.

Hâlihazırda FED, piyasadan aylık 35 milyar dolar tutarında hazine ve mortgage tahvili satın alıyor. Bu durumda, Ekim ayına kadar Temmuz sonu ve Eylül ortasında yapacağı toplantılarda da 10’ar milyar dolarlık kesintiler yapması bekleniyor.
Ekim ayında tahvil alımlarının sona ermesi ile FED’in, 2015 ortası gibi faizleri artırmaya başlaması bekleniyor.
Dün yayımlanan tutanaklarda, faiz artırım süreci ile ilgili tartışmaların da olgunlaştırıldığı görülüyor. Öyle ki epey kapsamlı bir hazırlık ve tartışmanın yapıldığı anlaşılıyor. FED’in tahvil alımlarına ne yapacağını kafasında tamamladığı, devasa bilançosuyla faizi nasıl yukarı çekeceğinin tasarımının da ince ayarını yaptığı anlaşılıyor.
Birincisi, FED’in elindeki tahvillerin vadesi geldikçe yapılacağı da konuşulmuş. Tartışmalarda, faiz artırımı sırasında ya da sonrasında FED’in elinde bulunan tahvilleri itfa etmeye başlaması da genel kabul gördüğü anlaşılıyor. Bu, tahvil alımlarıyla şişen bilançoyu küçültmenin başlangıcı demek olacak.
İkincisi, bankaların FED’de tuttukları zorunlu karşılıkların üzerindeki rezerv fazlalarına uygulanacak faiz oranlarının, faiz yükseltme operasyonu başladığında politikanın ana unsuru olmasının genel kabul gördüğü anlaşılıyor. Çünkü FED’in piyasadan ters repo yolu ile para çekmesi de bir seçenek olarak masadaydı. Ayrıca, rezerv fazlasına ödenecek faizin de ters repo faizinin 20 baz puan üzerinde olması konuşulmuş.
Üçüncüsü de, faiz artırım sürecine geçerken ki FED bunu ‘normalleşme’ olarak adlandırıyor; açık ve şeffaf bir çıkış planını hazırlanarak yılsonuna doğru kamuoyuna duyurma konusunda da mutabık kalınmış.
Bu durumda, FED Ekim ayı toplantısında tahvil alımlarını sonlandıracak. Olasılıkla aynı toplantıda faiz artışına geçiş için normalleşme takvimi ve bunun operasyonel şekli açıklanacak. Benim tahminim, Yellen’in görevi devraldığında süreyi ağzından kaçırdığı gibi; aradan en fazla 6 ay geçtikten sonra da Nisan ayında ilk faiz artışı yapılmış olacak.

Yazının Devamını Oku

Sanayi üretimi de düşük vitese geçti

9 Temmuz 2014
“Otomobil ve konut satışlarında gözlenen gerileme, Mayıs ayı sanayi üretimindeki yavaşlama ile de teyit edildi”

İlk çeyrek büyümesi yüzde 4.3 gelince, hükümetin bakanları bu yılın tümünde yüzde 4’lük bir büyüme sağlanacağı iddiasının ne kadar da güçlü olduğunu kamuoyuna anlatmaya başlamışlardı. Oysa sanıldığı gibi ‘30 Mart seçimleri sonrasında toparlanır’ düşüncesine dayanan beklentiler boş çıktı. Özellikle Mart ayı sonrasına ait her gelen veri; özelde ekonomik yavaşlamanın, genelde ise mevcut ekonomi politikasının açmazda olduğunu söylüyor.
Birincisi, dün açıklanan Mayıs ayı sanayi üretim verisi; mevsimsellikten ve takvim etkilerinden arındırıldığında önceki aya göre yüzde 1’lik küçülme eğilimi gösteriyor. Arındırılmış verilerle sanayi üretimi büyümesindeki durulmanın giderek hızlandığı görülüyor.
Mayıs ayındaki üretim artışına, önceki yılın aynı ayına göre kıyasla da bakılsa yüzde 1.5’luk büyüme gösteriyor. Ocak ayında yüzde 7.1, Şubat-Nisan arası dönemde ise ortalama yüzde 4’lü büyüme performansından sonra Mayıs’ta yüzde 1.5’e düşüş anlamlı.
İkincisi, aynı verilerden hareketle; dayanıklı tüketim malları üretim artışı da gerileme eğilimine girmiş görünüyor. Mevsimsellikten arındırılmış büyüme ilk çeyrekte aylık ortalama yüzde 0.6 artış gösterirken, Nisan ve Mayıs’ta negatif seyrediyor; ortalama yüzde 0.4 gerileme gösteriyor.
Aynı eğilimin belirtileri bir süredir satışlar tarafında da gözleniyor. Konut satışlarından otomobil satışlarına uzanan ana talep göstergeleri, seçim ayı olan Mart ayını izleyen aylarda da önceki yıla göre yüzde 20’li düşüşler göstermeye devam ediyor. ODD verilerine göre; yılın ilk 3 ayında otomobil ve hafif ticari araç satışı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 22 düşük iken, seçim sonrası dönem olan ikinci çeyrekte yüzde 25 düşük gerçekleşmiş. 2014 ilk çeyrekte dolar kuru geçen yılın son çeyreğine göre yüzde 9.4 yukarıda imiş. Oysa ikinci çeyrekte kur ortalaması yüzde 4.7 düşmüş. Otomobil satışlarının sadece yükselen kurlar ve faizlerden etkilenerek gerilemesi yeterli açıklama sağlamıyor. İkinci çeyrekte kur düşüşü olmasına karşın satışlardaki düşüş belirginleşmiş.
TÜİK verilerine göre konut satışları ilk çeyrekte önceki yılın aynı dönemine göre aylık ortalama 5.6 gerilerken, ikinci çeyreğin iki ayında yüzde 12.4 düşüş göstermiş.
Son olarak, yine sanayi üretim verisinde sermaye malları üretiminin de hızlı bir yavaşlama hatta gerileme eğilimine girdiği dikkat çekiyor. Mayıs ayında geçen yıla göre yüzde 0.3 artmış. Mevsimsellikten arındırıldığında yüzde 5.7 küçülme gösteriyor. Bu sayıların anlamı; ekonomide tüketim yanında, zaten yavaşlayan ve milli gelire katkısı düşen yatırım harcamalarının da kötü seyrettiğinin işareti olmaları.

Yazının Devamını Oku

Merkez bankaları kulübü BIS’ten düşük faiz uyarısı

7 Temmuz 2014
“BIS raporu, 2008-2013 arasında faizleri olması gerekenden ortalama 6 puan düşük tutan Türkiye’nin kredi büyümesinin de çok hızlı olduğunu, bunun da TL’deki sert değer kaybının ana nedeni olduğunu not ediyor”

Merkez bankalarının bankası sayılan BIS, birkaç gün önce yayımladığı yıllık raporu ile ekonomi çevrelerinde tartışma yarattı. BIS, dünyanın her yerinden merkez bankası başkanlarının belli aralıklarla bir araya geldiği, para politikası sorunlarını ve gelişmelerini kendi aralarında konuştukları bir kulüp de aynı zamanda.
BIS'in yıllık raporunda en fazla ses getiren satırlar; kendi üyesi olan merkez bankalarının varlık balonlarına karşı faizleri artırmakta hem geç kaldıkları, hem de yavaştan aldıkları idi. Tabii ki en baştaki adresin ABD Merkez Bankası FED olduğu çok açıktı. Yellen de hemen jet hızıyla yanıt verdi; “finansal istikrar kaygılarını rahatlatmak için para politikasının birincil hedefinden sapması için bir neden göremiyorum.”
BIS’in eleştiri gibi gelen analizlerinden biri de bizi ve Merkez Bankası’nı ilgilendiriyor. 2008-2013 arası 5 yıllık dönemi analiz eden BIS ekonomistleri şu fotoğrafı ortaya koymuş; gelişmiş ülkelerde faizler oldukça düşükken gelişen ülkelerde faizlerin yüksek olması sermaye akımlarını fazlaca çekip, ulusal paralara değer kazanırken, düşük faiz politikası izleyenlerde dışarıdan borç girişi sınırlı kalabilirken yurtiçi kredi büyümesini canlandırıyor.
BIS’in analizinde, 2008-2013 arası dönemde, faizlerin belirlenmesinde merkez bankalarının izlediği para kuralına göre (Taylor kuralı) faizleri olması gerekene göre en fazla düşük tutan ülkenin Türkiye olduğu ortaya çıkıyor.
BIS analizi şunu söylüyor; 2008-2013 arası dönemde para kuralına göre ortalama 6 puan düşük tutulan faizlerle, Türkiye’nin kredi büyümesi de çok hızlı olmuş. Kredilerin GSYH’ya oranı, uzun vadeli ortalamanın 17 puan üzerinde, yani çok yüksek bir artış göstermiş. Diğer ülke örnekleri ile da karşılaştırıldığında görülüyor ki; Türkiye gibi başka bir ülke yok. En yakını Çin, ama onların tasarruf fazlası var.
Yılın ilk çeyreğindeki gelişen ülke paralarındaki değer kaybının analizini de yapan BIS ekonomistleri, ulusal paralardaki değer kaybının temel itici unsurlarını regresyon analiziyle bulmaya çalışmışlar. Sonuç; büyük cari açık, güçlü bir reel kredi büyümesi ve yüksek enflasyonun sonunda hızlı döviz kuru artışlarının ya da ulusal paraların değer kaybında ana itici faktör olduğu.
Türkiye’nin para ve ekonomi politikasındaki bu hataların ‘teşhisini’ de, yine bir ‘merkez bankası kulübü’ yapıyor. BIS şuna da dikkat çekiyor; böyle hızlı biçimde kredi büyümesi yapan ülkeler, şimdi çok yavaş bir ekonomik büyüme riski ile karşı karşıya. Bunun anlamı şu; alınan borçları ödemek için gereken üretim ve satış, yani büyüm kadar beklendiği kadar olmayacak. Bu da gelişen ülkelerin reel kesiminin borç geri ödeme kapasitesinde zorlanmalar, iflasa kadar uzanan sorunların kapısı demek.

Yazının Devamını Oku

Enflasyonda ‘kayda değer’ düşüş yok

4 Temmuz 2014
“Yine ve yeniden başlangıca dönüyoruz; faizler yarım-bir puan daha düşük olsun diye, ileride 4-5 puanlık faiz zıplamalarına ulaşan yolun taşlarını döşüyoruz.”

Siyasetçiden sürekli ‘dayak’ yiyen ve de bu yüzden faizi düşürmeyi görüş alanına koymuş bir merkez bankası için beklenenden görece yüksek gelen enflasyon hız kesmez; mutlaka bir bahane bulunur. Dün açıklanan verilerden görüldü ki; enflasyon beklenenden daha yüksek geldi, Haziran ayında fiyatlar yüzde 0.3, yıllıkta ise yüzde 9.16 arttı.
Oysa daha birkaç gün önce açıklanan Merkez Bankası Para Politikası Kurulu toplantı özetlerinde söyleniyordu ki “Baz etkisinin de katkısıyla Haziran ayından itibaren yıllık enflasyonda kayda değer bir düşüş gözleneceği tahmin edilmektedir”. Haziran ayında ‘kayda değer’ bir düşüş yok. Mayıs ayında yüzde 9.66’dan yarım puanlık bir düşüş var; bu da geçen yılın Haziran ayındaki yüksek enflasyon oranının hesaplamadan düşmesiyle (baz etkisi) sağlandı. Zaten bu da beklenen bir gelişmeydi. Gıda fiyatlarında Merkez Bankası’nın beklentiye soktuğu kadar ‘kayda değer’ bir düşüş yok.
Oysa diğer etkilerden arındırılmış (I tanımlı) çekirdek enflasyon hala görece yüksek, biraz düşüş olsa da yıllık yüzde 9.50’nin üzerinde seyrediyor. Çekirdek enflasyon şunun için önemli; mevsimsel ya da kamu eliyle yönlendirilen fiyatlama etkilerinden temizlenmiş genel fiyatlama eğiliminin iyi bir göstergesi. Yani, fiyatlama yapan kesimler, son 5-6 yıldaki eğilimin de üzerinde bir fiyatlama patikasında hareket etmeye başlamışlar.
Ekonomist Dergisi’nin anket verilerine bakılırsa ekonomide genel fotoğrafı daha iyi koklayabilen şirket CEO’larının yüzde 73’ü yılsonu enflasyonunu yüzde 8’in üzerinde tahmin ediyor. Bu Merkez Bankası’nın tahminlerinin de çok üzerinde. Dahası, bu tahminlerin altı da çok boş değil; döviz kuruyla ilgili beklentiler pek de iyi değil. Haziran sonu itibariyle şirket CEO’larının yüzde 55’i yılsonu için dolar kurunu 2.20’nin üzerinde bekliyor.
İşte bu tabloda Merkez Bankası şu ya da bu nedeni bahane ederek faizleri, beklenen yüksek enflasyona görece düşürmeye devam ederse belki de Cumhurbaşkanlığı ve sonraki genel seçimler için fazlasıyla kırılgan bir mali piyasa ve çalkantılı ekonomi zemini yaratıyor olacak. Bunun iyilik olmadığını siyasetçiler gecikmeyle de olsa fark edeceklerdir.
Normal koşullarda bir merkez bankası piyasa teknik analisti gibi enflasyonun nerede zirve yapacağını söylemekten çok, enflasyonu ne zaman nereye getirmeye çalışacağını söyler. Ya da tepki fonksiyonunu açıklar; enflasyon hangi seviyeye gelene kadar faizi ne yapacağının kilometre taşını dizer.
Görünen köy kılavuz istemez; faiz indirim baskısı altındaki Merkez Bankası, yükselen emtia ve enerji fiyatları, kuraklık ve meteorolojik koşullar gerekçeleri ile itirazları savuşturarak faiz indirimlerine devam edebilir. Zaten Başçı’ya güvenerek tahvile yatırım yapan finansal kurumlar da para kazanmak için buna dair beklentileri yeterince seslendiriyorlar. Çünkü siyasetçiler Başçı’ya, Başçı da oyunu piyasalara emanet etti; verim eğrisini yatay tutma sözü verdi. Bu oyuna katılanlar hala faiz indirimi beklerken, enflasyon verisi sonrasında piyasadaki tahvil faizleri yükseliyordu. Peki, bu durumda verim eğrisinin bir ucu yükselirken yatay tutma sözü veren Başçı’nın diğer ucu yani kısa vadeli faizleri artırması gerekmeyecek mi?

Yazının Devamını Oku

Büyüme ve bölüşüm sorunlu ekonomik model sürdürülemez

30 Haziran 2014
“2007 sonrası sonuç; gelir artış oranı düştü, gelir eşitsizliğinde mesafe alınamadı.”

2001 krizi sonrasını izleyen dönemde, işler yoluna girdikten sonra da bir türlü, gelir eşitsizliğine ne yapılacağı sorusu politika yapıcıların ekonomik ve sosyal politika çerçeveleri içine girmedi.
Türkiye gerçekten de ilginç bir ülke, gelir dağılımı eşitsizliği üzerine epeydir yapılmayan bilimsel bir çalışmayı gelir eşitsizliği yükü altında ezilen en yoksul yüzde 20’nin kurumsal temsilcileri örneğin sendikalar değil de ‘en zengin yüzde 1’ sayılan işveren örgütü TÜSİAD yapıyor. Hem de Türkiye’nin ekonomik büyüme modelinin teklemeye başladığı son birkaç yıldır, politika yapıcıların öncelik sıralamasında gözden kaybolmasın diye, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde kamuoyunun dikkatini buraya toplamak için.
Türkiye’de Bireysel Gelir Dağılımı Eşitsizlikleri başlıklı raporu, Doç. Dr. Raziye Selim, Prof. Dr. Öner Günçavdı ve Dr. Ayşe Aylin Bayar TÜSİAD için hazırlamış.
Raporun özeti şu; Türkiye’de bireysel gelir eşitsizliği, 2001 reformları sayesinde 2002-2007 arasında enflasyon düşüşüne bağlı olarak gelir eşitsizliğinde kısmen düzelme yaratmış, 2007-2011 arasında düzelme durmuş, minimal bozulma bile olmuş. Kaynağı da emek gelirleri arasındaki eşitsizliğin katkısındaki büyüme.
İlk dönemde enflasyon düşüşü faiz düşüşüne yol açtığından, faiz gelirlerinin azalmasına yol açmış, bu da en zengin yüzde 20’lik dilimin gelirden aldığı payı 2002’de yüzde 49.8’den 2007’de yüzde 43.7’ye düşürmüş. 2011’e gelindiğinde ise yüzde 44.8’e çıkmış. Oysa en yoksul yüzde 20’nin gelirden aldığı pay 2002’de yüzde 5.3’den 2007’ye yüzde 6’ya gelirken, 2011’de yüzde 6.1 olabilmiş.
Özetin özeti şu; en yoksul dilimlerdeki iyileşmeden değil, en zengin dilimdeki gelir kaybından dolayı, ‘uçurum’ azalmış. Araştırmacılar gelir eşitsizliği ölçütü olan Gini katsayısının 2005’de 0.43’den 2007’ye 0.40’a düştüğünü, 2011’de ise yine 0.40’da kaldığını hesaplıyorlar. Eşitsizliğe katkıda toplam gelirler içinde faiz gelirlerinin payının yüzde 1’in altında olduğu, emek gelirlerinin ise toplam yüzde 60’a yakın payının olduğu dikkate alınırsa eşitsizlik sorununda odağın burası olduğu unutulmamalı.
2007 sonrası dönemin, Türkiye’de hem ekonomik olarak hem de politik olarak iniş çıkışların, çalkantıların olduğu bir dönem olduğu malum. Reformlar duraklatıldı, ekonomik büyüme yavaşladı, hükümet politik kutuplaşmayı artırdı. Sonuç; gelir artış oranı düştü, gelir eşitsizliğinde mesafe alınamadı.

Yazının Devamını Oku