Türkiye halı altına süpürdüğü reformları yapmazsa sanayisi rekabet edemeyen ve zarar eden bir sanayi görünümüne girecek. O çok umut başladığımız ‘ihracata dönük’ rekabetçi sanayi olamayacak.
Birincisi, 2013’de finansman giderlerinin yüzde 122 artığı görülüyor. 2012’de 500 firmanın toplam 8.1 milyar TL olan finansman gideri, 2013’de 19.1 milyara fırlamış. Hemen ‘faiz yükseldi ondan’ diyeceklere ‘sıkı durun pek de öyle değil’ demek gerekiyor; 2013’de her düzeydeki faizlerin ortalaması 2012’ye göre düşüktü. Faiz neden değil. Tabloda da yer alıyor; 2013’de Merkez Bankası’nın piyasaya verdiği paranın maliyeti dahil olmak üzere tüm faizler 2012 ortalamasının altında. Tek bir unsur var; dolar kuru önceki yılsonuna göre yüzde 20 artış göstermiş. Döviz sepeti bazında ise yüzde 23’e yakın. Toplam borçların 190 milyar TL’den 238 milyar TL’ye yüzde 25 artmış olmasının önemli ve başta gelen nedenlerinden biri de bu; kur artışı. İşte bu yüzden, 2012 yılında 500 şirketin ödediği finansman gideri, faaliyet kârının yüzde 34’üne denk gelirken, 2013 yılında bu oran yüzde 53’e çıkmış.
İkincisi, 500 şirketin kaynakları içinde toplam borçların payı yüzde 57’ye ulaşmış. Sermaye ve kazançlardan beslenen özkaynaklar ise yüzde 43 paya sahip. Bu pay oranları son 10 yılın en kötü tablosu anlamına geliyor. Rekabet ettikleri gelişmiş ülke firmalarının ortalama özkaynak oranı yüzde 60-70’lerde.
Üçüncüsü, toplam borçlar içinde kısa vadeli borçların payı üçte iki. Türkiye ekonomisini taşıyan dev firmalar kısa vadeli borçla dönüyorlar. Uzun vadeli borçlanmalar içinde de tahvil borçlanmalarının payı yüzde 1’i geçmezken, gelişmiş ülkelerde yüzde 15-20’lerde.
Özetle, döviz kuru artışından karlılıkları önemli ölçüde düşen, zarar eden sanayicilerin faizlerden şikâyet edecek bir gerekçeleri yok; sorun, döviz borçlarının önemli bir bölümünün döviz karşılığı olmamasında (açık döviz pozisyonu) ve de yüklü kısa vadeli borçlanmayı çevirmekte.
Türkiye enflasyon sorununu çözmek için kararlı bir irade göstermedikçe sanayicinin kendi ulusal parasından, düşük faizle, bankacılık kesimi dışında sermaye piyasasında çok uzun vadeli borçlanma olanaklarının kapısı açılamayacak. Reformları yapmadıkça, rekabetçi hale gelemeyecek. İşin tuhafı, bu tablo çok açık halde iken İSO Başkanı Erdal Bahçıvan’ın konuşma metninde ‘reform’ kelimesini bulamadım. Böyle olunca, sanayici de siyasetçi de ‘kur-faiz’ tartışmaları içinde inip-çıkmaya devam edecek. Değişen dünya parasal konjonktüründe borçlanma ve kaynak bulma olanakları azaldığı gibi, pahalı hale de gelecek. Reform konusunda en ilgisiz ve uzakta olan Merkez Bankası’nı birlikte ‘dövmeye’ devam edecekler.
BASKI altındaki Merkez Bankası faizi 0.75 puan çekerek yüzde 8.75’e indirdi. 0.25-0.50 puan aralığı için atfedilen ‘ölçülü faiz’ indiriminin tanımı, Erdem Başçı tarafından en son Konya’daki toplantıda yaptığı konuşmada yeniden tarif edilmişti; 0.25-0.75 olarak. Sonradan kimse ‘ölçüyü fazla kaçırmadınız mı?’ demesin diye. Böylece Erdem Başçı Hükümeti tatmin için yine ara bir yol bulmuş oldu; fonlama faizi yüzde 9.50’lerden yüzde 8’li sayılara inmiş oldu. İkincisi de, faizlerin 4-5 puan artırıldığı 28 Ocak öncesindeki ortalama yüzde 7.20 ile piyasaya para verildiği faizlere oldukça yaklaşılmış oldu. Gecelik faizler de, Başbakan’ın kızıp gürlediği güne göre, yani tam bir ay öncesine göre 1.75 puan düşmüş olacak.
Başçı, hem her kademede faiz düşüşünden para kazanan mali piyasayı, hem ölçüye takılan analistleri, hem de hükümeti memnun eden bir karar aldı. Öte yandan, Merkez Bankası ve Erdem Başçı kendisine güvenlik marjı da bıraktı; yüzde 8-12 aralığındaki gecelik faiz koridorunu değiştirmedi. Bunun anlamı; işlerin her an terse dönebileceği kaygısının hala Merkez Bankası’nda varlığını koruyor olması demek. Mayıstaki faiz indirimini ‘piyasa faizleri aşağı geliyor’ diye yapan Merkez, bu kez yeni faiz indirimi için de ‘kılavuzu’ piyasanın kucağına bıraktı; ‘verim eğrisini (vadelere göre faiz oranı eğrisi) yatay tutarak sıkı duruşu devam ettireceğim’ diyor. Yani ‘siz tahvil alarak uzun vadeli faizlerin düşmesini sağlarsanız, ben de kısa vadeli faizleri düşürerek eşlik ederim’ diyor. Bunu ‘sıkılık’ olarak tanımlıyor.
Böyle diyor da, para politikasının enflasyon bağlantısı tali kalıyor. Banka, piyasa faizine endeksli bir ‘sıkı duruş’ vaat ederken, ‘enflasyon ne olursa faiz ne olur’ sorusuna yanıt vermiyor. Sadece ‘enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar’ bunun devam edeceğini söylüyor. İyi de, enflasyon hedefi yılsonu için yüzde 5, Mayıs enflasyonu yıllık yüzde 9.66; enflasyonda hangi seviyeye yaklaştığımızda ‘belirgin iyileşme’ sağlanmış olacak? Bunun için ne kadarlık bir zaman dilimi vaat ediliyor? Hayır, Başçı’nın yeni deneyi de bu; faizleri piyasa ile beraber indirmek. Geçen yıl mayıstan bu yılın ocak ayına kadar, piyasa faizleri yükselirken faiz artırmakta epey geride kalıp sonunda misli ile artırmak zorunda kalan Merkez Bankası, şimdi piyasaya faiz indirimlerini beraber yapmayı teklif ediyor.
İki kanat ortaya çıkıyor; Başbakan Erdoğan ve ekonomi danışmanları, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş bir tarafta, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı bir tarafta. Ekonomi sert bir türbülansa girmemişse iki nedeni var; biri 2001 krizi sonrasındaki Kemal Derviş reformları, diğeri de son birkaç yıldır kimi hatalarına karşın Ali Babacan ve Mehmet Şimşek gibi bakanların varlıklarının hala güven unsuru olarak görülmesi. Çünkü neyin nerede ‘çatlayabileceğini’ görüp müdahale edebilecek iki akil bakan olarak görülüyorlar.
Babacan ve Şimşek dışındaki ekonomi politikası ilgili parti-kabine kanatlarına bakılırsa ekonomi politikasının, politik irade ve adımlarla yürüdüğünü değil de sadece Merkez Bankası’na bırakılmış bir çerçevede kaldığını sanırsınız.
Ak Parti’nin ilk kurulduğu ve iktidara aday olduğu dönemde bir ‘ortak akıl’ heyeti ile hazırladığı ekonomi programının ve duruşun yerinde yeller esiyor. Akil bakanlardan çok, ‘tüpü çakmakla kontrol’ meraklısı bakanların sesi çıkıyor. Politik iradenin alanı olan yapısal alan ve reformlardan çok, uzman bir kuruluşa bırakılan para politikası alanına girerek durmadan akıl veriyorlar. Parti ve kabine içinde de ‘ortak akıl’ kalmadığı gibi, dört bir taraftan çekiştirilen ekonomi politikası ve kurumlar tablosu var.
Bir süredir dillendirilen, Merkez Bankası bağımsızlığının ortadan kaldırılarak para otoritesi TCMB’nin bir bakanlığa bağlı TCDD gibi konumlandırma düşüncesi ve faizin daha büyük oranda indirilmesi yönünde hükümet kanadından gelen baskılar, 1994 krizi öncesi Çiller dönemini hatırlatıyor. O dönemde de akil teknik kadrolar yenilirken, ülke yüksek bir bedelin ödendiği sarsıcı bir krize girmişti.
Endişe verici olan şu, peki ya şimdiki ‘akillerin’ eli kolu bağlı ise?
İki hafta önce büyüme ve milli gelir hesapları açıklandığında en çok dikkat çeken bölümü, üretim yöntemine göre milli gelire en büyük katkıyı finansal hizmetler ve sigortacılık kesiminin yapmış olmasıydı. Finans ve sigorta faaliyetleri yüzde 13.8 büyürken, yüzde 4.3’lük GSYH büyümesine katkısı 1.7 puan olmuştu. Diğer bir deyişle büyümeye katkının yüzde 40’ı finans kesiminden geliyordu. Bu katkının da büyük bölümü ‘dolaylı ölçülen mali aracılık hizmetleri’ kaleminden geliyordu. Dolaylı hizmetlerin katkısı 1.4 puandı. Özet olarak finansal kesimden doğrudan ve dolaylı olarak milli gelir büyüme oranına gelen katkı son dört çeyrekte üçte biri buluyordu.
İşin başka bir boyutu da, sadece 2014 ilk çeyrek değil, 2012’nin son çeyreğinden itibaren 6 çeyrektir gözleniyor bu durum; son bir buçuk yılda ekonomik büyümenin ana ivmesi finansal kesimden gelmiş.
Büyüme sayıları açıklandıktan sonra CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın gündeme getirdiği soru şuydu; TÜİK verilerinde finans sektörü katma değerinde cari fiyatlarla yüzde 4.5 gerileme varken; sabit fiyatlarla yüzde 14.5 reel artışa olması nasıl açıklanabiliyordu?
Öztrak’ın sorusu benim de dikkatimi çekti. Bunu TÜİK Başkanı Birol Aydemir’e sordum.
Aydemir’den gelen yanıt; finansal kesim için hesaplanan dolaylı sabit katma değer bulunurken cari katma değerin olduğu gibi enflasyondan arındırılmadığı (deflate edilmediği); sabit fiyatlarla katma değerin bulunmasında kredi ve mevduat stok değerlerinin tüketici fiyat endeksi ile deflate edilerek kullanıldığı anlatılıyordu.
Açıklamada, dolaylı mali aracılık hizmetler kaleminin cari değerindeki düşmenin nedeninin; kredi stokundaki yüzde 27.5’lik büyümeye karşılık kredi faiz gelirlerinde yüzde 12.5’lik artış meydana gelmesi, mevduat stokundaki artış yüzde 22.1 iken mevduata ödenen faiz giderinin yüzde 47.1’lik artış göstermesi olduğu vurgulanıyor. Böylece hem kredi üzerindeki hem de mevduat üzerindeki katma değeri aşağı yönde etkilendiği vurgulanıyor.
Sabit fiyatlarla hesaplanan kalemdeki artışın nedeni ise hem kredi stoku hem de mevduat stokundaki artıştan kaynaklandığı anlatılıyor. Dönemsel bazda yüzde 27.5’lik artış gösteren kredi stok değeri, deflate edilip temel dönem kredi marjıyla çarpıldığında, kredilerden gelen katma değer yüzde 18 olarak hesaplanmış. Mevduat stokundaki yüzde 22.1’lik artış, deflate edilip temel dönem mevduat marjıyla çarpıldığında, mevduattan gelen sabit katma değer artışı yüzde 13 hesaplanıyor. Sonuçta, kredi ve mevduat için ayrı ayrı yapılan bu hesaplamalar toplam sabit katma değer hesabına yüzde 15.3’lük artış olarak yansımış.
Nobel ödüllü iktisatçı Robert Shiller, önceki gün Şekerbank’ın düzenlediği konferansın konuşmacısı olarak İstanbul’daydı. Shiller’i maharetli ve ödüllü bir iktisatçı yapan, ABD’deki konut balonunu önceden görüp, bunun söneceğini, konut fiyatlarında çöküş olacağını öngörmesi. Bu tahmini yaparken, ‘her konuda fikri olan’ biri olarak değil; varlık fiyatları ve kazançlar üzerine kafa yoran, çalışmaları olan bir iktisatçı olmasından geliyor; Nobel ödülü almasına da yol açan temel çalışması varlık fiyatlarının uzun vadede öngörülebilir olması üzerine.
Shiller, konut balonunu öngörmenin yolu olarak da fiyat/kira oranına bakmanın önemli olduğunu vurguluyor. Toplantı sırasında kendisine de sordum; optimal bir konut fiyatı/konut kirası oranı nedir? Bunun aylık yüzde 1 olduğunu vurgularken, ABD piyasasını işaret ediyordu. Nitekim ABD’de konut balonunun zirve yaptığı 2006 öncesindeki 20 yıl içerisinde yüzde 1-1.2 arasında seyreden fiyat/kira oranı, 2006’da yüzde 1.8’e kadar çıkmıştı. 2012’de yüzde 1’e geriledi.
Peki, başka nelere bakmalı? Shiller, toplantı sırasında gösterdiği bir grafik vardı; konut fiyatları, inşaat maliyetleri ve nüfusu yerleştirmişti. Zira Türkiye’deki konut fiyat artışlarına dair sorusuna enflasyonu da ekliyordu. Shiller reel fiyat değişimine bakılmasını öneriyor.
Shiller’in baktığı gibi bakalım; Türkiye genelinde ortalama fiyatlarla bir konut balonu sinyali var mı?
1. Son 4 yılda (mart 2010-mart 2014) Türkiye genelinde konut fiyatları birikimli yüzde 55 artmış. Bu dönemdeki yüzde 36’lık enflasyon arındırılırsa reel fiyat artışının yüzde 14.2 arttığı görülüyor. Bu anormal bir yüksek artış sayılmıyor. İstanbul için hesaplanan 4 yıllık reel artış ise yüzde 27.7. Yani anomali göstermiyor. Bu karşılaştırmayı, enflasyon yerine daha dar biçimde inşaat maliyetleri ile yapsaydık da durum değişmiyor; inşaat maliyetinin de aynı dönemde yüzde 37 arttığı, dolayısıyla reel artış yüzde 13.4 çıkıyor.
2. Son 4 yılda, milli gelir artışı birikimli olarak yüzde 24 olmuş. Dolayısıyla, Türkiye genelindeki konut ortalama fiyatındaki yüzde 14.2’lik reel artış, reel gelir artışının altında. Reel gelir artışının üzerinde olsaydı anlaşılabilirdi. Burada da anormal bir durum yok.
3. Son 4 yılda, (2009-2013) nüfus artışı yüzde 6’ya yakın. Konuttaki reel yüzde 14’lük artışı, yüzde 6’lık nüfus büyümesi ile karşılaştırınca uyumlu.
Başbakan Erdoğan ağır biçimde Merkez Bankası’nı ve Başkan Erdem Başçı’yı eleştirip ‘kendine çeki düzen versin’ diyeli, şunun şurasında sadece 15 gün geçti. Merkez Bankası’nın yönetim kurulu olan Banka Meclisi’nin 5 üst düzey yöneticiyi görevden alarak Başçı’nın altından ‘halıyı çekmesi’ de aynı zaman dilimine sığdı. Para politikasının artık ‘topal ördek’ olduğu çok açıktı. Cuma itibariyle Başbakan Erdoğan istediğini kısmen aldı; Merkez Bankası, likidite politikasıyla gecelik piyasada faizlerin yüzde 9.5’e düşmesini sağladı.
Oysa Cuma günü, o saatlerde Başkan Erdem Başçı “TCMB hem hukuken hem fiilen bağımsızdır. Herkes görüşlerini belirtebilir, biz herkesin görüşünü alarak yedi üye ile karar alırız” diyordu. ‘Lafa değil icraata’ bakıyorduk değil mi?
28 Ocak’ta piyasaya yaptığı haftalık repo fonlamasının faizini yüzde 10’a çeken Merkez Bankası, gecelik faizlerin de yüzde 12’ye yakın seyretmesini sağlamıştı. Döviz kuru artışını frenleyen de bu olmuştu. Kur gerilemesi ile birlikte gecelik faizlerin de yüzde 11 seviyesine gerilemesine izin vermişti.
Merkez Bankası, 22 Mayıs’taki Para Politikası Kurulu toplantısında yüzde 10’luk ana fonlama faizini yüzde 9.50’ye indirirken, gecelik faizlerin de yüzde 10.50 inmesine izin vermişti. 28 Mayıs’tan itibaren Başbakan’ın bu faiz indirimini yeterli bulmayıp ağır biçimde eleştirmesi sonrasında, görevden almalarla birlikte geçen hafta gecelik faizleri hızla indirmeye başladı. Cuma günü, gecelik faiz oranının daha da düşmesine izin verilerek yüzde 9.50’lik haftalık fonlama faizi ile eşitlenmesi sağlandı.
Bankanın, 22 Mayıs’ta yüzde 10’luk fonlama faizini yüzde 9.50’ye indirirken açıkladığı temel gerekçesi şuydu; “azalan belirsizlikler ve risk primi göstergelerindeki iyileşme”. Yani piyasa oyuncuları döviz satıp tahvil aldıkça uzun vadeli faizler düşüyor, bu olduğu için de Merkez Bankası kısa vadeli faizleri indiriyordu. “Enflasyonla ilgili ne oluyor?” diye sormayın; çünkü faiz indirimi ile ilgili Merkez Bankası da enflasyona dair bir perspektiften bir şey söylemiş değildi. Tek söylediği her zamanki retorikten farklı değildi; enflasyonun ne zaman tavan yaptıktan sonra inmeye başlayacağı idi. Kendisinin enflasyonu ne zaman yola getireceğini, tepki fonksiyonunu söylemiyordu.
İşin doğrusu; Başbakan Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın itibarını sarsacak biçimde eleştirmesi sonrasında, mali piyasalar ‘Merkez Bankası, iktidardan aldığı darbe ile faizi indirir’ beklentisine girdiği için 28 Mayıs sonrasında faizler geriledi. Mali piyasa faizler düştükçe para kazanıyor. Kısa vadeli bakışla, kazanç olduğu sürece, Merkez Bankası bağımsızlığını öne çıkaracaklarını sanmam. Siyasetçiler memnun olacaktır. “Aman bir tatsızlık çıkmasın” bakışı ile yürütülen para politikası da.
Çeşitli internet kaynaklarında Merkez Bankası’ndaki 5 yöneticinin adı afişe ediliyor ve sonunda bu kişiler Banka Meclisi’nce görevden alınıyor. Adli ve idari bir soruşturma da yok. Ama Merkez Bankası’nda hükümet temsilcisi pozisyonundaki Banka Meclisi’nce 5 yöneticinin gerekçesiz görevden alınmasıyla Merkez Bankası bağımsızlığına ikinci darbe gelmiş oldu. Başçı’nın Cuma günü katıldığı bir toplantıda ‘hiçbir şey olmamış’ gibi, bağımsızlık kalmış gibi bahsediyor olması bir tarafa, gecelik faizlerin de 1 puan inmesini sağlaması ‘lafa değil icraata bak’ dedirtiyor.
Merkez Bankası’nda 5 yönetici, bankanın yönetim kurulu olan Banka Meclisi’nce görevden alındı. İki genel müdür, bir genel müdür yardımcısı ‘kızak’ kadro olan danışman kadrosuna atanırken, eğitim müdürü ile özel kalem müdürü de uzman kadrosuna atandı.
Banka Meclisi toplantısında aynı zamanda da yapılan atamalar dikkat çekti. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nden Doç. Güven Delice, MÜSİAD ABD Temsilcisi Tayanç Ahmet Gündüz ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın basın danışmanı Halit Ertuğrul Merkez Bankası’na danışman olarak atandılar.
Bu fotoğraf şunu anlatıyor; Başçı’nın rızası olmadan, Hazine’nin atadığı Banka Meclisi üyelerinin telkini ve kararı ile görevden alma yapılıyor. Görevden alma talebinin Başbakanlık kanalından geldiği sürpriz değil. Ama fiilen de ilgili bakan olarak Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından yürütüldüğü, danışman olarak atanan kişilerin profilinin de bunu teyit ettiği görülüyor.
Görevden alınan 5 yöneticinin 4’ü, 2006 sonrasında bankaya danışman olarak atanmış, sonra da Erdem Başçı’nın başkanlığı döneminde hızla basamakları atlayan yöneticiler olarak dikkat çekmişti. Bir süredir de, hükümete yakın kimi internet kaynaklarında adları ‘paralel yapı ile bağlantılı’ biçiminde afişe ediliyordu. Diğer kurumlarda olduğu gibi, adli ya da idari bir soruşturmanın konusu olup olmadıkları hakkında hiçbir bilgi yok.
Başçı’ya ikinci darbe
Başkan Başçı, bu görevden alma ile son bir ay içinde hükümetten ikinci politik darbeyi almış oldu. Birincisinde, Başbakan Erdoğan tarafından ağır biçimde eleştirilmişti. Erdoğan, “Dalga mı geçiyorsun?”, “kendine çeki düzen versin” gibi sözlerle bankanın para politikasını eleştirmiş, Başçı’nın enflasyonu tutturamadığını ve başarısız olduğunu açıkça ilan etmişti.
Öndeki günkü görevden almalar ikinci darbe oldu. Çünkü Başçı’nın bizatihi kendi talebi ve tercihleri ile atadığı yöneticiler Banka Meclisi’nce görevden alınmış oldu. Öyle ki; Başkan Başçı’nın gölgesi gibi olan, randevularını ayarlayan özel kalem müdürünün bile görevden alınmış olması, en başta Başçı’ya kişisel bir darbe. Haklarında herhangi bir adli ya da idari soruşturma olup olmadığı bile açıklanmadan bu yöneticilerin görevden çekilmesi anlamlı.
Bu görevden almalar ne getirir?
Merkez Bankası’nda 5 yönetici, bankanın yönetim kurulu olan Banka Meclisi’nce görevden alındı. İki genel müdür, bir genel müdür yardımcısı ‘kızak’ kadro olan danışman kadrosuna atanırken, eğitim müdürü ile özel kalem müdürü de uzman kadrosuna atandı.
Bu beş yönetici, 2006 sonrasında Merkez Bankası’na giren ya da hızla basamakları atlayan yöneticiler olarak dikkat çekmişti. Görevden alındıkları makamlara da Erdem Başçı’nın başkanlığı döneminde getirilmişlerdi.
Bir süredir de, hükümete yakın kimi internet kaynaklarında adları ‘paralel yapı ile bağlantılı’ biçiminde afişe ediliyordu. Diğer kurumlarda olduğu gibi, adli ya da idari bir soruşturmanın konusu olup olmadıkları hakkında hiçbir bilgi yok.
Başkan Başçı, bu görevden alma ile son bir ay içinde hükümetten ikinci politik darbeyi almış oldu. Birincisinde, Başbakan Erdoğan tarafından ağır biçimde eleştirilmişti. Erdoğan, “Dalga mı geçiyorsun?”, “kendine çeki düzen versin” gibi sözlerle bankanın para politikasını eleştirmiş, Başçı’nın enflasyonu tutturamadığını ve başarısız olduğunu açıkça ilan etmişti.
Dün de 5 Merkez Bankası yöneticisinin görevden alınması ikinci darbe oldu. Çünkü bizatihi kendi talebi ve tercihleri ile atadığı yöneticiler Banka Meclisi’nce görevden alınmış oldu. Öyle ki; Başkan Başçı’nın gölgesi gibi olan, randevularını ayarlayan özel kalem müdürünün bile görevden alınmış olması, en başta Başçı’ya kişisel bir darbe. Haklarında herhangi bir adli ya da idari soruşturma olup olmadığı bile açıklanmadan bu yöneticilerin görevden çekilmesi anlamlı.
Banka Meclisi, Başkan Başçı dahil 7 kişiden oluşuyor. Üyeler, Hükümet (Hazine) tarafından atanıyor. Bu atamalarda Başkan Başçı’nın ya da banka yönetiminin etkisi, telkini olamıyor. Merkez Bankası Banka Meclisi, parasal operasyonların alt yapısı ve yetkilendirme konusunda olduğu kadar, atamada, görevden almada ya da görevlendirmede tek yetkili organ. Başkan, kendi arzu ettiği görevlendirmeler için Banka Meclisi’nin onayına ihtiyaç duyar.
Bu görevden almalar ne getirir?
Başbakan’ın Başçı’nın para politikasını kamuoyu önünde ağır biçimde eleştirmesinin, Başçı’nın itibarını önemli ölçüde sarstığını ve normal koşullarda o görevdeki etkinliğinin kalamayacağını, kredibilitesinin de hasar gördüğünü yazmıştım. Merkez Bankası yönetiminin bundan sonra alacağı tüm kararların, ‘politik çeki düzen’ çerçevesi içine sığıştırılmış olduğunu, alınan her kararın artık tartışmalı, söylenen her sözün inandırıcı olmaktan uzak olacağını not düşmüştüm.