İşte bu soru kimi analistlerce ‘hayır indirmez’ diye yanıtlansa da ‘evet, son bir kez 0.25 puanlık bir indirim yapar’ diyeni de var.
Yakın geçmişte Merkez Bankası’nın ağır bir politik baskı altında iken nasıl davrandığını, ne yaptığını biliyoruz; uyguladığı birden fazla faiz oranından düşük olanını hükümete, yüksek olanını da kredibilitesini ölçen analist, ekonomist ya da iş çevrelerine işaret ediyor, durumu idare ediyordu.
Bu defa da benzer bir tablo sergilemesi hiç de uzak bir durum değil. Bakın nasıl?
Önce mekanizmayı hatırlatayım. Merkez Bankası şu anda iki temel faizi belirliyor; biri piyasaya verdiği paranın faizini yani haftalık repo faizini, diğeri de gecelik repo faizini. Piyasaya verdiği paranın faizi yüzde 8.25’de. Bankacılık sisteminin yaklaşık 40 milyar TL açığı var; bunu da haftalık repo yoluyla Merkez Bankası’ndan borçlanıyor. Merkez Bankası, eğer bu parayı azaltırsa bankalar bu defa eksik kalan kısım için günün sonunda yine Merkez Bankası’nın kapısını çalıyor, gecelik vadede borçlanıyor. Bunun faizi ise BİST Bankalararası repo piyasasında arz-talebe göre belirleniyor. Merkez Bankası piyasayı sıkılaştırmak isterse haftalık repodan daha az para veriyor; gecelik faizin yükselmesini sağlıyor. İşte o gecelik reponun tavan faizi yüzde 12’de duruyor. Eğer örneğin döviz kuru hızla yükselmeye başlarsa Merkez Bankası haftalık repodan verdiği parayı azaltarak, gecelik faizin yüzde 12’ye kadar yükselmesine izin verebilir.
Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı son birkaç aydır Merkez Bankası’nın faiz politikasını şuna bağladı; gecelik repo faizinden iki yıllık tahvil faizine uzanan ‘vadeye göre faiz’ eğimi (verim eğrisi) yatay tutulmak suretiyle sıkı para politikasının devam edeceğini anlattı. Bu şu demekti; tahvil faizi yüzde 8’e düşerse kısa vadeli faizi de yüzde 8’e çekilmesi demekti. Piyasaya verdiği sinyal şuydu; uzun vadeli faizler aşağı geldikçe Merkez Bankası da kısa vadeli faizleri düşürecekti. Öyle de yaptı. Tahvil faizleri düştükçe Merkez Bankası kendi faizini aşağı çekti. Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında toplam 1.75 puanlık faiz indirimi yapıldı. Buna paralel olarak gecelik faizler de aşağı indi.
Nisan sonundan Haziran ortasında kadar hem döviz kuru geriledi, hem de uzun vadeli faizler yani tahvil faizleri geriledi. Başçı da bunun rahatlığı ile kısa vadeli faizleri indirdi. Haziran ve Temmuz boyunca yatay seyreden kur ve uzun vadeli faiz; Temmuz sonunda yükselmeye başladı.
Başçı’nın ilan ettiği ‘verim eğrisini yatay tutma’ koşuluna göre; kısa vadeli faizlerin yükseltilmesi gerekiyordu. Kısa ve uzun vadeli faiz farkı 1 puan açılmıştı. 8 Ağustos’tan sonra Merkez Bankası, haftalık repo ile verdiği parayı hafifçe kısarak gecelik faizlerin yükselmesini sağladı. Örneğin geçtiğimiz hafta ortalaması yüzde 9.12 oldu.
Neden? Çünkü kendi bahçesini zamanında derleyip toplamayan ülkeler, şimdi dışarıdaki gelişmeler karşısında eli kolu bağlı biçimde izlemek zorunda kalırken, sonuçlarından da sert biçimde etkileniyor.
Konu, bugünlerde yükseliş eğilimine giren döviz kuru. Devasa cari açık veren (harcamaları tasarruflarının üzerinde olan) bir ülke olarak, bu açığı doğrudan yatırım gibi kalıcı yatırımlarla değil de bir kısa vadeli sermaye hareketleri (‘sıcak para’) ile finanse ediyorsanız harcamaları kısmayı da daha düşük bir faiz oranında yapma gibi ‘deneylere’ başvuruyorsanız döviz kuruyla imtihanınızın yinelenmesi kaçınılmaz. 2001 sonrasında öğrendiğimiz ‘kur çıkar, ama sonra geri döner’ deneyimi, giderek ‘kur çıkar, sonra biraz düşse de yeniden yükselir’ kalıbına evriliyor.
Döviz kuru, görünen bir gelecekte ekonomideki oyuncular için can sıkıcı olmaya aday; hem mutlak seviye olarak, hem de doların güçlenerek euronun zayıflaması açısından.
Birincisi; önceki gün yayımlanan ABD Merkez Bankası FED’in tutanakları giderek bir öncekinden daha da güçlü biçimde gösteriyor ki, ABD’de kısa vadeli faizler beklenenden (2015 Haziran ayı) daha önce yükseltilecek. Sonra da 2009-2014 arasında bolca piyasaya sürülen dolarlar belli bir programla geri çekilecek. Bunun anlamı, artık eskisi kadar yüksek miktarda ülkeye ‘sıcak para’ akmayacak, ABD doları diğer paralara göre daha da güçlenecek, değer kazanacak; tabii ki TL’ye karşı da.
ABD’de faizlerin yükseleceği bir finansal ortamda, Avrupa; ortak parası euro’nun faizini borç vermede yüzde 0.15’de, borç almada negatif yüzde 0.10 olarak tutuyor. Avrupa ekonomisi yeniden resesyona doğru giderken, enflasyon da sıfır eşiğinde: Yüzde 0.4’te. Finansal sisteme dair sorunları çözülmemiş Avrupa’da, Ukrayna üzerinden Rusya’yla olan gerilim de ekonomik ivmede kayıp getiriyor. En azından, Rusya’nın çeşitli malların Avrupa’dan alınmasına ambargo koymasının etkisi olacak. Tüm bunlar euro için; ekonomik büyüme ve ihracat açısından zaten destek görmeye başlayan değer kaybına ortam yaratıyor.
Avrupa Merkez Bankası’nın yayımladığı ödemeler dengesi istatistikleri gösteriyor ki; hisse senedi ve tahvil yatırımlarındaki çıkışlar hızlanıyor. Bunun da euronun değer kaybına orta vadede ivme kazandıracağı açık.
Özetle, yakın gelecekte doları güçlenen eurosu zayıflayan bir küresel fotoğraf; ithalatı dolarla, ihracatının yarıya yakınını euro ile yapan Türkiye için ikinci bir zayıflık olacak. Üreten ve ihracat yapanlar, genel olarak döviz kurları yukarıda olsa dahi pariteden dolayı maliyet-hasılat dengesinde kaybettiren bir unsurla karşı karşıya olacak. Ayrıca finansman borçlarının hatırı sayılır ölçüde dövizle yapıldığını da unutmayalım.
Örneğin Tarım Bakanı Mehdi Eker geçen hafta Avrupa Birliği’nde enflasyon sepetindeki gıdanın ağırlığı ile Türkiye’de gıdanın ağırlığı arasında fark olup olmadığına bakmayı öneriyordu.
Peki, doğrusu nedir? Enflasyon hesabında gıdanın ağırlığını keyfimize göre azaltabilir miyiz?
Türkiye’de tüketici bazında enflasyon hesabında kullanılan endekslerde (TÜFE) gıda ve alkolsüz içeceklerin ağırlığı yüzde 24.45 oranında. Yani harcadığımız her 100 liranın dörtte biri gıda ve içeceklere gidiyor. Bunu nasıl hesaplıyoruz? TÜİK, üç ayrı anketle bu ağırlığı oluşturuyor; düzenli olarak her yıl yapılan Hane Halkı Bütçe Anketi, Kurumsal Nüfus Tüketim Harcaması Anketi ve Yabancı Ziyaretçiler Anketi. Böylece, hane halkı harcamalarına ilave olarak, okul, yurt, otel, çocuk yuvası, huzurevi, hastane, hapishane, kışla ve orduevlerinde yaşayan kişilerin tüketim harcamaları ile ülkeye gelen turistlerin yaptığı nihai parasal tüketim harcamaları ölçülüyor. Bu anketlerden gelen harcama bilgilerine göre, toplam harcamaların hangi kalemlerde yoğunlaştığı belirleniyor; ağırlıklar ortaya çıkıyor.
Gıda harcaması temel bir ihtiyaç harcamasıdır; dolayısıyla gelir artışı ile orantılı biçimde çokça artacak bir kalem değil. Geliri yüksek olan hane ve ülkelerde gıdaya harcanan paranın oranı düşük, geliri düşük olan yerlerde ise oranı yüksek oranda kalıyor.
Kişi başı gelir arttıkça, hanede yapılan harcamalar içinde gıdaya harcanan para aynı düzeyde devam etse de payı düşüyor. Örneğin Türkiye’de gıda ve alkolsüz içeceklere yapılan parasal harcamanın oranı 2003’de yüzde 29.42 iken, 2014’de yüzde 24.45’e gerilemiş durumda.
OECD verilerine göre; gıda harcamalarının toplam harcamalar içindeki payı en yüksek olan ülke Türkiye. En düşük oran ise yüzde ABD’de yüzde 8.5 oranında. Avrupa’da ise Almanya, Fransa ve Hollanda’yı içine alan batı kesiminde yaklaşık yüzde 11.5’luk bir ortalama söz konusu. Çok açık; geliriniz yüksekse gıdaya harcadığınız para toplam harcamalarınız içinde düşük kalıyor.
‘Avrupa’da gıdanın payı düşük, orada nasılsa bizde de aynısı olsun’ düşüncesi doğru değil; Avrupa’da da, harcamaların ne kadarının gıdaya gittiği yapılan bütçe anketleri ile ölçülüyor, bizde de; yöntemler aynı, ancak ülkelerdeki gelir farklı. Bu yüzden sayın bakanlar sorunu çözmek istiyorlarsa Türkiye’de hane halkının gelirini artıran politikaların ne olduğuna daha fazla zaman ayırabilirler.
Seçimin hemen ertesi gününde ‘politik risk sürüyor’ yorumunu yapan Fitch’in ardından dün de Moody’s, politik gerginlik ve belirsizliğin 2015 seçimlerine kadar devam edeceğini, Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarının temel ekonomik zorlukları gideremeyeceğini açıkladı.
KREDİ dereceleme kuruluşu Moody’s önceki gün, cumhurbaşkanlığı seçiminin Türkiye’nin kredi notu üzerine yansımalarına dair bir not yayımladı. Not, 2015 milletvekili seçimlerine kadar politik tansiyon ve belirsizliğin devam edeceği, Türkiye’nin bu süreçte reformlarını askıda tutarken, dışarıdaki ekonomik gelişmelere karşı kırılganlıkla yüz yüze olduğunu not ediyor. Moody’s şunu söylüyor; Çünkü mevcut süregelen iç politik tansiyon ve belirsizlikler 2015 genel seçimlerine kadar sürecek. Seçim sonucunun kredi notu üzerine yansımaları iki temel eşik geçilene kadar tam olarak netleşmeyecek. Biri, yeni başbakanın atanması, ikincisi ise Ak Parti içindeki dinamikleri de belirleyecek olan 2015’deki seçimler.
DIŞARIYA KARŞI KORUMASIZPolitik arenada istikrar oluşana kadar, ülkenin yapısal reform ajandasının askıda kalması muhtemel. Bu da, aşması gereken ekonomik zorlukları ve belirgin biçimde dış kırılganlıkları olan Türkiye gibi bir ülkeyi, potansiyel olarak uluslararası piyasalarda bakışın değişmesine karşı korunmasız hale getiriyor. Moody’s notunda, ülkenin temel ekonomik ve kurumsal zorlukları; yavaşlayan büyüme, yüksek enflasyon, belirginleşen dış kırılganlık, Merkez Bankası gibi kilit kurumların bağımsızlığının zayıflaması olarak örneklenmiş. Notta, Cumhurbaşkanlığı seçiminin kredi notuna ilişkin yansımasının netleşmesi için sayılan iki temel eşiğin önemi de şöyle gerekçelendirilmiş; birincisi, yeni başbakanın atanmasının, mevcut hali ile partinin daha uzlaşmacı hareket eden Abdullah Gül liderliğindeki kanat ile Tayyip Erdoğan liderliğindeki daha otokratik kanat arasında bölünen Ak Parti içindeki dinamiklerin nasıl evrileceğine dair gösterge olacağı vurgulanıyor.
İkinci gerekçe de, Ak Parti’nin başkanlık sistemine uzanan bir anayasal değişiklik yapabilecek bir çoğunluğa erişip erişmeyeceğini gösterecek olan 2015 genel seçimlerinin belirleyici olacağı belirtiliyor. Genel seçimlerin ve sonrasındaki kabine kompozisyonu da Ak Parti içinde hangi kanadın ekonomi ve yönetişim yaklaşımının etkili olacağını gösterecek. Moody’s, Ak Parti içi dinamiklerin evriminin, 2013 ortasından itibaren kendini gösteren politik tansiyon ve belirsizliği devam ettireceğini düşünüyor. Ayrıca, 2003 yılında satın alma paritesine göre 8 bin 577 dolar olan kişi başı milli gelirin, 2013’de 15 bin 353 dolara getiren ivmenin artık bundan sonra çok zor olduğunu vurguluyor. Moody’s 2014 büyüme tahminini de yüzde 4’ten yüzde 3’e çekmiş. Faizlerdeki bir dizi indirimin enflasyon riskini artırırken, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sorgulanmasına kapı açacağı not edilmiş.
Seçim öncesi not iner mi?
NİSAN ayında Türkiye’nin notunu yatırım yapılabilir Baa3 seviyesinde teyit eden ama görünümünü negatif izlemeye alan Moody’s, 8 Ağustos’taki açıklamayı yapmamış, 5 Aralık tarihine bırakmıştı. Açıklama notunda sayılanlar, özellikle ekonomi yönetimi kadrolarının ve kurumların not açısından önemini gösteriyor. Belirtilen nedenlerle ortaya çıkabilecek güven krizi ya da hatalar sonucu, 2015 seçimi öncesinde dahi not indirimi gündeme gelebilir.
Krizin patlak verdiği ilk yer olan ev küresel ekonominin yüzde 22’sini oluşturan Amerikan ekonomisi toparlanırken, ‘küresel kriz atlatıldı’ diyebilmek için AB ve Japonya’nın da büyüme patikasına girmesi gerekiyordu. Ancak AB, ‘amiral gemisi’ Almanya’dan başlayarak yeniden durgunluk limanına demir attı.
2012’nin son çeyreğinde ve 2013’ün ilk çeyreğinde daralan ekonomisi ile 2009 sonrasında yeniden resesyona giren Almanya, bu yılın ikinci çeyreğinde yüzde 0.3 küçüldü. Bunda ihracatın katkısının azalması ve özellikle inşaat başta olmak üzere sabit sermaye yatırımlarının yavaşlaması etkili olmuş.
Avrupa’da Almanya yalnız değil; Fransa sıfır büyüme, İtalya ise küçülmeye deva ediyor. Büyüme lokomotifi iki büyük ülkenin yeniden ‘sürünen’ bir büyümeye dönmeleri pekiyi haber değil. Hatta Haziran ayına dair sanayi üretim verileri, Euro Bölgesi’nde yüzde 0.3’lük bir oranda gerçekleşen küçülme ile yavaşlamanın yayıldığının da göstergesi olabilir.
Avrupa’nın sorunu şurada; bankacılık sisteminde büyük zararlar var, bu zararların sermaye artırımlarıyla kapatılması gerekiyor. Ancak görünen o ki; Avrupalı siyasetçiler bunun tedavisinin zamana yayılarak yapılması taraftarı. Sokaktaki yurttaşına kemer sıktırarak faturayı ödetmek zorunda kalan siyasetçiler, bankalara kamu parası koyarak hiddeti üzerlerine çekmek istemiyorlar.
Peki, ne oluyor? Şu; Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) 2012’de Akdeniz kuşağındaki çevre ülkelerde derinleşen bankacılık krizine karşı yaptığı, bolca parayı sisteme sürmek olmuştu. Güven o kadar kaybolmuştu ki; bu paralar da yine ECB’de park etmişti. Bolca piyasaya sürülen eurolar ve ECB Başkanı Mario Draghi’nin ‘Ne gerekiyorsa yaparız’ sözü biraz sakinleşme yaratmıştı. Ancak, yine de AB içindeki ülkeler arasında kayda değer bir ayrışma olduğu gözlendi; ‘güvenli liman’ Almanya ve diğerleri…
Bugünlerde Almanya’nın 10 yıllık tahvil faizleri yüzde 1’in altına düştü. Bu durum yeniden akıllara şunu getiriyor; uzun yıllar sürecek bir ‘Japon stili’ durgunluk dönemi mi kapıda? Deflasyonist bir sürecin mi (fiyat düşüşleri, ekonomik küçülme) eşiğinde?
Malum; Japonya 1990’lı yıllarda düşen konut fiyatları ve borsa, bankacılık sisteminde bir türlü temizlenemeyen yüksek zararlar nedeniyle on yılı aşan bir dönem deflasyonist sürece girmiş, ekonomik büyümesi felç olmuştu.
Faizleri yakın zamanda sıfıra yakın bir seviyeye çeken, kendi nezdinde tutulan mevduat hesaplarına negatif faiz uygulayan (üste faiz alan) Avrupa Merkez Bankası’nın, yeniden 2012-2013’de yaptığı gibi bolca parayı piyasaya sürmesi de işe yaramayacaktır. Deflasyonist bir süreç, bu defa yeniden ciddi bir tehlike olarak kapıda.
Türkiye’ye ‘yatırım sınıfı’ not veren iki kuruluştan biri (Moody’s) görünümü ‘negatif’ olarak belirlemişti. Not açıklamayı 3 ay sonraya erteledi. Diğeri ise (Fitch) yaptığı açıklamada, ‘bu gidişle not düşer’ diyor. Üçüncüsü ise (S&P) ‘Biz zaten notunuzu yükseltmemiştik, durum değişmedi’ havasında.
Özellikle politik risklere yapılan işaret, şöyle bir şaşkınlık yaratıyor; nasıl olur da yakın geçmişte sandık sonuçlarıyla da teyit edilen tek parti iktidarında, politik riskten bahsedilebilir? Siyasal istikrarı ‘tek parti iktidarı’ olarak tanımlayanlar için tabii ki sürpriz bu. Özellikle anayasal güçlerin felç olduğu bir tablo, politika kadar ekonomi yönetiminde de ‘ortak aklın’ kaybedildiği unutuluyor.
Oysa kredi dereceleme kuruluşlarının artık kıyısından köşesinden dillendirmeye başladıkları unsur; kötü yönetim riski ve öngörülebilirliğin ortadan kalkmasıdır. Kötü yönetişimin ekonomide sorunlara yol açması riski gözle görülür biçimde artıyor. Küçük parçalardan bütüne ulaşmak mümkün; akil politikacılar yerine absürt fikirlerle ekonomi politikası önerileri olanların el üstünde tutulması, Merkez Bankası’na olmadığı kadar baskı ve yıldırma politikasının izlenmesi.
Son dönemde bu riskler artarken, siyasetçilerin de; hem bu kuruluşların verdiği notlara dayanarak borçlanma yapan Hazine’nin kaynaklarıyla bitirilen yatırımlarla övünmesi, hem de nota ilişkin değerlendirmelerine kızmaları şaşırtmıyor.
Küresel koşulların artık Türkiye’nin aleyhine işlediği bir dönemde, doğrudan yatırımcıları ama dolaylı olarak da bizi uyaranlarla ‘yel değirmeni’ savaşının anlamı yok. Tersine risk algısının ne olduğunu iyi anlayıp buna uygun biçimde politika adımları atmak en doğrusu.
Henüz Moody’s açıklama yapmadan ‘göreceksiniz notumuzu düşürecekler, bunun arkasında da siyasi nedenler var’ diye önden koşan bakanlar, parti yöneticileri mali piyasaları karıştırmakta, o çok maharetli ‘dış mihraka’ ihtiyaç bırakmadılar.
Bu işe yaradı mı? Bence evet, olası bir not indirimi muhtemelen püskürtüldü. Öyle ki; Moody’s, 8 Ağustos’ta açıklayacağı notu üç ay sonraya, 5 Aralık tarihine bıraktı. Moody’s dereceleme kuruluşu, Nisan ayında Türkiye’ye verdiği ‘yatırım sınıfı’ notu korumuş, ancak görünümü negatif izlemeye çevirmişti. Bunun anlamı; ekonomi ve siyasette gelişmeler böyle seyrederse not indirimi yolda demekti.
Önceki gün, bir başka dereceleme şirketi Fitch de seçim sonucuna dair bir açıklama yaptı. Dereceleme şirketleri önemli gelişmeler, olaylar sonrasında bu tür açıklama notu yayımlıyorlar. Bunda tuhaf bir durum yok. Fitch de, Türkiye’nin dış şoklara karşı dayanıklı olduğunu bir taraftan not ederken; politik risklerin, hükümetin etkinliğinde ve politika öngörülebilirliğine ters etki ortaya çıkarması halinde not indirimine uzanacak bir kredi notuna zayıflığı yarattığına işaret ediyor. Bu, ekonomi politikasına ve yönetimine dair endişelerin örtülü biçimde ama kuvvetle belirtildiği bir açıklama. Son 6 aydaki tartışmalara, ekonomi yönetiminde akil havanın örselenmesine bakılırsa ciddi bir uyarı. Fitch de kredi notumuzu 3 Ekim tarihinde açıklayacak.
Ben hemen söyleyeyim; en önemlisi yeni kabinenin Başbakanının kim olacağı ve de yeni hükümette ekonomi yönetiminin dümeninde kimin olacağı sorusunun yanıtı aranacak. Ancak, bunun arkasında da, 2015’e giden yolun önceliği yani ekonomik büyüme önceliğinin yer alması olasılığı çok yüksek. Ama bu kolay değil, zor bir süreç olacak.
Geçen hafta ve özellikle Cuma günkü hava Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın artık yeni kabinede olma olasılığının giderek azaldığını gösterirken; sanayiden gelen yavaşlama sinyallerine bakılırsa 2015 genel seçimlerine giden yeni dönemde, ekonomi yönetiminin birinci koltuğunda büyüme odaklı bir politikayı önceleyen bir profildeki yeni bir bakanın oturması olasılığı güçleniyor. Bunun da giderek zorlaşan bir uluslararası konjonktürde; daha tartışmalı, şüpheyle karşılanan ve de olasılıkla çalkantılı bir mali piyasaya kapı açması muhtemel.
Olasılıkla, Çankaya Köşkü’ne çıkacak bugünün seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın politik ajandadaki ilk önemli tercihinin; 2015 genel seçimlerine giden dönemde, son birkaç aydır yavaşlayan ekonomide büyümeci adımların hayata geçmesini istemesi büyük bir olasılık. Buna karşılık, yaklaşık bir yıl kalan 2015 genel seçimlerine giden yolda küresel koşullar da bir o kadar zorlayıcı bir süreç ortaya çıkarıyor olacak. Zorlaşan küresel koşullarla karşın, bu koşulların getirdiğinin tersine gevşetici para ve maliye politikası izlemek çok zor olacak. Hele ki Ali Babacan ve Mehmet Şimşek gibi ‘testinin nerede çatlayabileceğini’ görebilecek, yeri geldiğinde ‘frene basabilecek’ politik figürler olmazsa daha fazla ‘sürtünmeli’, daha fazla çalkantılı bir ekonomik görünüm ortaya çıkabilir.
Türkiye’nin not görünümünü Nisan ayında ‘indirim için negatif izlemeye’ alan ve Cuma günü Türkiye’nin kredi notunu açıklamayı ‘pas geçen’ dereceleme kuruluşu Moody’s, eğer bu hafta ‘ertelenmiş’ bir karar yoksa 5 Aralık tarihine kadar bir ‘avans’ tanımış olacak.
Peki, bu avansı kullanabilecek miyiz?
Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında, ertelenmiş reformların yapılması muhtemel değil. Yeni bir ekonomi politikası, yeni bir program hazırlanıp yürürlüğe konulması da pek olası değil. Bu tabloda, kredi notuna etki yapan göstergelerin toparlanması ihtimali azalır. İşte bu ihtimali azaltan da, ‘ortak akıldan’ uzaklaşan ‘tek iradeye’ odaklanan bir politik görünümün seçimle de olsa giderek güçlenmesinden başka bir şey değil.
Aralık ayında ortaya çıkan krizden sonra da, 30 Mart yerel seçimlerinden sonra belirsizliğin kalkacağı, krizin yumuşayacağı beklentisi dile getirilirken de düşüncem aynıydı; bu politik kriz çözülmezse ekonomiye etkisi devam edecekti. Aralık ayındaki yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasıyla başlayan ve devamında Anayasal güçler krizi olarak gelişen krizin hane halkına yansımasının en erken 6 ay sonra olacağını düşünüyordum. Nitekim öyle oluyor; hem ekonomik yavaşlamayla, hem de yayılan yüksek enflasyonla.
Dün açıklanan sanayi üretimi verileri gösteriyor ki; ekonominin, büyümenin ana motoru sayılan sanayi üretimi giderek artan dozda hız kesiyor. Yılın ilk dört ayında önceki yıla göre yüzde 4.5 civarında seyreden büyümenin, Mayıs ayında yüzde 1.7’ye düşerek sert gerilemesinin ardından Haziran’da da yüzde 1.4’e düştüğü görülüyor. Böylece, birinci çeyrekte ortalama yüzde 5.2 büyüyen sanayi üretimi ikinci çeyrekte yüzde 2.5 büyümüş oluyor.
Denilebilir ki; kur ve faiz şoku bunu getirdi. Ancak unutmayalım ki; Ocak ayında yüzde 12’lerde olan gecelik faizler Haziran’da yüzde 9’lara indirilmişti. Kur da Aralık seviyesinde gerilemişti. Faizlerin düşüşüne dair beklentiler Nisan ayından itibaren yerleşmişti.
Sanayi üretimindeki yavaşlamanın kur ve faizin de ötesinde, ülkenin her yurttaşınca hissedilen politik krizin bir sonucu olduğunu zaman içinde daha fazla anlayacağız. Tek parti iktidarının, seçimden başarıyla dahi çıksa da kapsayıcılığı olmadığı sürece, kurumları çalıştırmadığı sürece politik istikrar getirmediğini de. Unutmamalı ki Anayasal güçler krizi hala Ankara’da capcanlı duruyor.
Tüm bunlar olurken, göz göre göre ekonomi yönetiminde kayda değer bir krizi de çıkarmakta kimse mahsur görmüyor Ankara’da. Bir bankanın durumu ile ilgili resmen Bankalar Kanunu’na göre suç olan konuşmalar ve açıklamalar yapılıyor. Bunun Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası için ‘koltuk rezervasyonu’ amacına dönük manevra olduğu da çok belli. Böylece Babacan’ın o koltuktan kalkması konusunda danışmanından, gazetesine kadar desteklenen bir irade var.
Politik kriz, yavaşlayan ekonomi, sağduyudan uzaklaşan bir ekonomi yönetimi tablosu ne mi getirir? Bu tablo içinde; devasa cari açık veren ve başkalarının tasarruflarına bağımlı olan Türkiye’nin, bunu sürdürebilmesi için ihtiyacı olan kredi notunun düşürülmesine varır iş. Kimse ‘bizi çekemiyorlar, güçlenen ülkemizi paçamızdan aşağı çekmeye çalışıyorlar’ demesin. Tüm bu olan biten normal de, notun düşmesi mi tuhaf olacak?
Kredi derecelendirme kuruluşlarının tamamının neredeyse ortak kaygısı şu; hem yüksek cari açığı olan, hem yüksek enflasyonu olan ve de hızlı bir büyüme hikâyesi olan Türkiye’de ekonominin yavaşlaması, bu süreçte aynı zamanda borç biriktiren reel sektör şirketlerini vuracak. Satış hasılatı düşen ve sermayesi düşük şirketler borç ödemekte zorlanacaklar. Bunun da potansiyel olarak bankacılık sistemine ve dahi kamuya yansımaları olacak.
Türkiye’nin son birkaç yıllık politik fotoğrafı, bu riskleri azaltacak bir görünümde değil tersine yükselten bir tonda olduğumuzu gösteriyor.