Merkez Bankası Mart ayında, dövizle iş yapılmayan ya da döviz kuruyla ilişkili olmayan sektörlerdeki fiyatlama eğiliminin, sanki döviz kuru etkisi varmış gibi bir bozulma işaretleri gösterdiğini ifade ederek ‘para politikasında sıkı duruşu sürdürüyoruz’ demişti. Sonra bu söylemi geri çekip, faiz indirmeye başlamıştı.
Başkanı Erdem Başçı da, Mayıs ayından sonra enflasyonun belirgin biçimde düşeceğini söylemiş, Haziran enflasyonunda bu görülmeyince gıda fiyatlarına bahane bulunmuştu.
Temmuz ayında ne oldu?
Olan şu; birincisi gıda fiyatlarının TÜFE’ye katkısı, endeks içindeki ağırlığının altında. Gıda fiyatları Temmuz ayında yüzde 0.23 artmış. Yani, 2011 öncesindeki mevsimsel değişiminin üzerinde olsa da, geçen yıl Temmuz’da arttığı kadar. Merkez Bankası’nın ‘efendim gıda fiyatları artıyor, enflasyon o yüzden yükseliyor’ bahanesi epey havada kalıyor. O yılın ilk çeyreğindeydi. Gıda fiyatlarındaki Nisan-Temmuz değişimi, yaklaşık yüzde 1’lik bir düşüş gösteriyor. Bu, geçen yılın aynı döneminde görülen yüzde 0.26’lık düşüşe göre daha yüksek bir düşüş demek.
Dünkü verilerde asıl bakılması gereken gıda dışındaki gelişmeler; TÜFE içindeki 12 ana gruptan 8’i kendi ağırlıklarının üzerinde bir katkı yapmışlar aylık enflasyona. Bunun anlamı şu; fiyatlama davranışı bozuluyor. Enflasyon yayılma gösteriyor.
İkincisi, çekirdek enflasyon hiç de belirgin bir düşme eğilimi göstermiyor. Tersine yıllık artış (I endeksi) yüzde 9.65’den yüzde 9.75’e yükseldi. Fiyatlama davranışında belirgin bir kırılma olsaydı çekirdek enflasyonda kendisini gösterecekti. Çekirdek enflasyondaki değişimi mevsimsellikten arındırarak hesaplayan ekonomistler; Temmuz ayında, yüzde 8.5’e yakın bir yıllık enflasyon eğilimi gösterdiğini, bunun da enflasyonu 2015 sonunda yüzde 5’lik bir düzeye getirmesinin güç olduğunu not ediyorlar.
Uluslararası ihraç olduğu için New York’daki mahkemeye gittiler, kazandılar. Bu durumda Arjantin, razı gelmeyip dava açan ve kazananlara ödeme yapsaydı; alacaklarının yüzde 75’inden vazgeçen diğerlerine de kapı açılacak, onlara da ödeme yapmak zorunda kalacaktı. Bunun yaklaşık 13 milyar dolar olduğu hesaplanıyor.
Arjantin, ellerindeki tahvillerin yüksek ıskonto ile yapılandırılmasına yanaşmayan ve davayı kazananlara ödeme yapmadı. Ama ABD’deki mahkeme, bunu ödemezse diğerlerine de ödeme yapamayacağı kararı aldığından; dün Arjantin, 2001’de alacaklarının yüzde 75’inden vazgeçip yeni tahvillerle değiştirenlerin 539 milyon dolarlık faiz ödemelerini yapmadı. Kendisine tanınan 30 günlük süreyi dün doldurdu. İşte Arjantin’in ‘teknik iflasının’ özeti bu.
Bundan sonra ne olacak?
Bu durumun hemen mali piyasalara etkisi olmayacak. Çünkü beklenen bir durumdu. Ancak geleceğe ilişkin yeni ve önemli bir pencere açtığına dair hiç şüphe yok. Tüm uluslararası mali piyasadan borçlanan ülkeler açısından önemli bu.
Olasılıkla Arjantin, dava konusu edilen 1.6 milyar doları ödememe konusunda diretmeye devam edecek. Belki ileride bir uzlaşma yolu bulunacak. Ama New York’daki mahkemenin aldığı bu kararın en önemli sonucu; ileride herhangi bir ülke, uluslararası hukuka göre ihraç ettiği tahvilleri ödeyemez duruma düşer de, borç yapılandırmasına giderse “isteyen benim koyduğum koşullarla tahvilleri değiştirir, yeni koşulları kabul eder; istemeyen mahkemeye gider” derse başına gelecek hukuksal durum bugünden belli olmuş oldu.
2000’li yılların başında, ülkelerin borç ödeyemez duruma geldiğinde alacaklılarla hızlı anlaşmalar yapılabilsin diye IMF’nin de önayak olmasıyla ‘ortak hareket klozu’ (CAC) kavramı geliştirilmişti. Buna göre; alacakların üçte ikisi bir yeniden borç yapılandırması formülüne evet diyorsa yüzde 100 mutabakat aranmadan gerisine de aynı koşullar uygulanıyordu. İşte bu uygulama ağır darbe almış oldu.
IMF’ye göre küresel ekonomideki kriz ve sonrasında yürürlüğe konulan ve uygulanan önlemlerin diğer ülkelere ‘taşma etkisi’ yeni bir aşamaya girdi. Gelişmiş ülkeler toparlanırken, gelişen ülkelerde yayılan bir ekonomik yavaşlama dikkat çekiyor. Bunun da hem ulusal çapta, hem de uluslararası çapta güçlü bir politika tepkisine ihtiyaç doğurduğu vurgulanıyor.
IMF’nin son 4 yıldır üzerinde durduğu konuların başında, ‘taşma’ (spillover) denilen etkiler geliyor. Hem krizin ve hem de sonrasında atılan adımların ve politikaların uygulanan ülkelere olumlu etkisi olurken, bu ülkelerle ticari ya da finansal ilişkisi olan diğer ülkelere olumsuz etkisi olabiliyor.
IMF ekonomik eğilimler içinde iki temel sonuç görüyor; birincisi, ABD ve Britanya gibi gelişmiş ülkelerde ekonomik toparlanmaya paralel olarak eşzamanlı olmayan biçimde (AB ve Japonya’dan daha hızlı biçimde) faizlerin artacağı öngörülüyor. Bu, normale dönüşün, diğer ülkelere taşma etkisinin olacağı belirtiliyor.
İkincisi, Türkiye’nin de içinde olduğu gelişen ülkelerdeki ekonomik büyüme, eşzamanlı ve uzun süreye yayılan biçimde yavaşlıyor oluyor. Öyle ki; IMF, gelişen ülkeler için önümüzdeki 5 yıl için yaptığı ortalama büyüme hızı tahminini, küresel kriz öncesi dönemdeki (2003-2008) ortalama büyüme hızı olan yüzde 7’den yüzde 5’e düşürmüş. Yani kriz sonrası gelişen ülkeler de büyüme ivmesinden 2 puanlık bir kayıp gösteriyor. Bu eğilim tabii ki IMF’yi de korkutuyor. Bu eğilimin, hem ticaret hem de finansal kanaldan diğer ülkelere taşma etkisi endişe veriyor.
IMF raporda şunu diyor; Bu iki risk, şunu yaratabilir; gelişmiş ülkeler bir yandan para politikalarını normalleştirmeye çalışırken, gelişen ülkelerde yeni bir finansal çalkantı ortaya çıkarsa gelişen ülkelere dair büyüme tahminleri yeniden aşağı çekilebilir. Bu ne demek? Ekonomik yavaşlamanın kısır döngüye girmesi ve daha da yavaşlaması. Daha sıkı finansal koşullar, daha fazla yavaşlama getirecek, gelişen ülkelerdeki yavaşlama küresel ekonomiyi de yaklaşık 2 puan yavaşlatabilecek. Asıl korku burada. Aşağı yönlü senaryoda Türkiye’nin ekonomik büyüme hızından en fazla kayıp (2015’de yüzde 3.75’den fazla) yaşayacak ülkelerin başında geldiği görülüyor.
Raporda, gelişen ülkelerin ekonomik büyümesindeki 1 puanlık düşüşün, gelişmiş ekonomilerde ticaret kanalından çeyrek puanlık bir yavaşlamaya neden olduğu tahmin ediliyor. Ticaret kanalı yanında, küresel emtia piyasalarında potansiyel bir düşüş ve gelişmiş ülke bankalarının gelişen ülkelere olan kredi risklerini potansiyel olarak azaltma olasılığı da etkili olacağı not ediliyor.
IMF ilk defa ‘komşu etkisi’ kavramını da kullanmış. Buna göre, belli başlı gelişen ülkelerde hızlanacak ekonomik yavaşlama, bu ülkelerle iş yapan çevre gelişen ülkeleri de etkileyecek. Örneğin, Çin yavaşlarsa ticaret yaptığı diğer gelişen Asya ülkeleri de yavaşlayacak. Brezilya yavaşlarsa Güney Amerika yavaşlayacak.
Örneğin şu sıralar bayram tatili nedeniyle yoğun talep altındaki işletmelerin; hem verdikleri hizmetin kalitesiyle, hem de fiyatlarının bu hizmetleri satın alanlarda epey bir şikâyet yarattığına hiç şüphe yok.
Gündelik alışkanlıklarımızdaki değişimin, kullandığımız teknolojinin mikro düzeyde ekonomik sonuçlarının, nelere yol açtığının muhtemelen farkında da değiliz.
Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir yazı bunun güzel bir örneğini oluşturuyordu.
New York’ta çok popüler ve turist çeken bir lokantanın işletmecisi giderek artan dozdaki bir şikâyetin farkına varıyor ki; çoğu müşteri sosyal medyada lokantadaki servisin epey ağır olduğundan şikâyetçiydi. İşletmeci şunu düşünüyor; 10 öncesinde de aynı sayıda müşteriye hizmet veren lokantasında, kendi bilmediği ne olmuştu da şikâyetler artmıştı? Hem 10 yıl öncesine göre servise çıkan garson sayısı artmıştı, hem de menüdeki yemek sayısı azalmıştı. Ne olmuştu?
İşletmeci, bu gizemi çözmek için yönetim danışmanlığı yapan bir şirkete başvurmuş. Oradan aldığı ilk tavsiye personele daha fazla eğitim verilmesi yönünde olmuş. Mutfakta sorun olabileceğine dikkat çekmişler.
Görüşmeler sırasında gizemi çözmek için danışmanlık üstlenen firma, lokantanın güvenlik amaçlı birkaç noktaya koyduğu kameraların yaptığı eski kayıtların olduğunu öğrenmiş. Tesadüfen eski kayıt cihazının içinde kalan 10 yıl önceki bir kayda ulaşmışlar.
Güncel kayıtlarla, 10 yıl önceki kayıtları analiz etmeye başlamışlar; acaba servise çıkan garsonlar nasıl davranıyor, işleyiş nasıl yürüyor? Fark nerede?
Gıda ve enerji, içecek fiyatlarından arındırılmış çekirdek enflasyon yüzde 10’a dayanmasını görmezden gelirseniz başarısızlıktan dikkatleri uzaklaştırmak için iyi hikâye.
Merkez Bankası yüksek seyreden enflasyonda gıda fiyatlarının etkili olduğunu söylüyor; “Yurt içi fiyat artışı sergileyen birçok üründe yüksek miktarlı dış ticaret vergileri bulunduğunu görüyoruz. Bu çerçevede, belirli tarım ürünlerinde uygulanacak aktif bir dış ticaret politikasının gıda fiyatlarındaki yukarı yönlü riskleri sınırlamakta etkili olacağını değerlendiriyoruz.”
Merkez Bankası diyor ki; eskiden uluslararası fiyatlarla harekete eden yurtiçi fiyatlar şimdi düşüşleri yansıtmıyor. Acaba kendi izlediği politikaların bir güvensizlik yaratmış olabileceğini, bu yüzden döviz kurundaki düşüşün kalıcı olmayacağı beklentisinin bunda etkili olabileceğini hesaba katıyor mu? Yoksa sadece vergi duvarı meselesi mi?
Gıda hariç çekirdek enflasyon yüzde 10’a yakın
Ayrıca, enerji, gıda ve içecek fiyatlarındaki etkilerden arındırılmış (I) çekirdek enflasyonun yüzde 10’a dayanmış olmasına ne diyeceğiz? Merkez Bankası olması gerekeni yapıyor olsaydı; çekirdek enflasyonumuz yüzde 4-5’de olsaydı ama gıda fiyatları alıp başını gitmiş olsaydı tamamdı.
Başçı, bir yandan piyasaya verdiği paranın maliyetini düşürüyor, diğer yandan bunun çok da uzak olmayan bir zamanda geri tepeceği kaygısıyla gecelik faizlerdeki yüzde 12’lik tavanı indirmiyor. Başçı dün bunu; “sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer” diye açıkladı.
Görev süresinin son yılına girerken bir yandan ‘tutturulmuş bir hedefi’ özgeçmişine kaydettirme arzusunu dile getiriyor, ama 2013 Ağustos ayında döviz kuru için gösterdiği ‘belini kıracağız’ kararlılığını ortaya koyamıyor.
Mevcut para politikasını ‘Ortodoks’a yakın’ olarak tanımlarken, kendisine para politikasının yumuşaklık-katılık derecesine dönük olarak sorular geldiğini “Ortodoks değiliz ama Katolik de değiliz” yanıtı verdiğini anlatırken, aslında doğru bir saptama yapıyor. Çünkü Merkez Bankası’nın para politikası, ne olduğunu anlatan bir çerçeveden çok, ‘top çevirme’ ve deneysel arayışlarda ne olmadığını anlatan bir yapıda bir süredir.
Hem borçlanma maliyetleri düştü, hem boylarını aşan miktarlarda borçlanabildiler, hem de daha uzun vadeyle borçlanma imkânı kazandılar. Ama ya işler tersine dönünce ne olacak? İşte şimdi, bu ‘şölenden’ başını kaldırıp bir adım ötesini görmeye çalışan kurumlar, analistler bu soruya kafa yoruyor.
Küresel kriz henüz ortada yokken, gelişmiş ülkeler G8 boyutunda toplanıp kararlar alırken, küresel kriz sonrası birden platformu büyütme ve G20 boyutunda kararlar alınmaya başlandı. Basit bir gerekçesi vardı; madem gelişmişler sorun yaşıyorlar ve bu sorunlar kısa vadede aşılamayacak, gelişmekte olan ülkeleri çözümün parçası yapmak. Yani, gelişmişlerin tedavisi yapılırken gelişenler harcasın; ama bunu borç bularak yapabilsinler ki gelişmiş ülkeler mal satabilsinler ve ekonomik durgunluk daha derinleşmesin.
Bugün Hindistan Merkez Bankası’nın başında bulunan iktisatçı Raghuram Rajan, bu oyuna itiraz ediyordu. ‘Yoksullara kredi verelim, durumu kurtarsınlar’ yaklaşımı doğru değildi.
Merkez Bankalarının bankası sayılan BIS, Haziran sonunda yayımlanan raporunda, gelişen ülkelerin hızla borçlanmaya başladıklarını, bunun yolunun da tahvil borçlanmasına kaydığını not ediyordu. Öyle ki; BIS verilerine göre, gelişen ülkelere gelen fon akımı birikimli olarak 2008’de toplam 500 milyar doları geçmezken, aradan geçen 5 yılın ardından 2013’de 2.5 trilyon dolara ulaşmıştı. Bunun da büyük bölümü tahvil ihraçları biçiminde olmuştu. Yine BIS verilerinden; gelişen ülkelerde, banka dışı kesimin yani şirketlerin yaptığı tahvil ihraçlarından piyasada olan toplam 200 milyar doları geçmezken, 2013 sonunda 1 trilyon dolara ulaştığı görülüyor.
FT’nin dün yayımlanan haberinde gelişen ülkelerin tahvil ihracı yoluyla devlet borçlanmalarının rekora ulaştığını yazıyordu. Bu yılın ilk yarısında bunun 70 milyar dolar olduğu dikkat çekiyor. Bunun, özel kesim borçlanmalarına göre devede kulak olduğunu da not etmek gerekiyor.
Türkiye ülke olarak son yıllarda kabaca 5 milyar dolar borçlanırken, bankaların son birkaç yılda yurtdışına yıllık 8 milyar dolarlık bono ve tahvil ihracı yaptıkları, şirketlerin de birkaç yıl öncesine kadar varlık göstermezken 2013’te 3.5 milyar dolara çıktıkları görülüyor.
Tahvil ihraçları neden patladı?
Son bir ay içinde Ankara’dan gelen iki haber, ekonomi yönetiminin geleceğine ilişkin ipuçlarını taşıyor. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın basın danışmanı Halit Ertuğrul’un sessiz sedasız Merkez Bankası’na danışman olarak atanması. İkincisi de, Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı’nın IMF’ye direktör olarak atanması.
Bu iki haberin ortak özelliği şurada; farklı işlevleri olan bu iki bürokratın Bakan Babacan’ın en yakın çalışma arkadaşı olmaları. Babacan’ın, her iki yakın çalışma arkadaşını, siyasetin gölgesinden görece daha güvenli ve istikrarlı iki kuruma ‘emanet’ ediyor oluşu dikkat çekiyor. Her iki görevli hemen iş başı yapıyor değiller. Ertuğrul’un fiilen Merkez Bankası’nda çalışıyor olması gerekmiyor. Ama günü geldiğinde, talep halinde tam mesai yapması muhtemel. Çanakçı’nın ise Kasım ayında görevine başlayacağı biliniyor. Her iki atamanın da 10 ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde yapılması, Babacan’ın yakın çalışma arkadaşlarını önce güvenli yerlere ‘emanet’ ederek yerleştirme aşamasında olduğunu, sonrasında ise kabinede yer almayacağı izlenimini güçlendiriyor.
Malum, Ak Parti’deki ‘üç dönem kuralı’ değişmezse Babacan 2015 genel seçimlerine katılamayacak.
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek mali piyasalarda, ekonomi politikaları konusunda kabinedeki ‘akil’ siyasetçiler olarak görülüyor. Giderek dozu artan biçimde sorulan soru bu; Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan kazanırsa sonrasında kurulacak yeni kabinede bu iki bakan yer alacak mı?
Neden bu soru soruluyor? Şundan; son yıllarda hükümet çevresinde, siyasette olduğu gibi ekonomi ile ilgili konularda da giderek artan bir dozda komplo kuramları fazlasıyla başköşeye alındı, ekonomi politikasında iktisat dışı öneri ve çabalar yüceltildi. Akil bakış açısı ortadan kayboldu. Yanlışa yanlış demek bile etiketlenmek için yeterli oldu.
Özellikle küresel ekonomideki rota değişikliğinin izleri ortaya çıktığı bir dönemde, yurtiçinde yönetişimde ‘ortak aklın’ kaybolup daha fazla ‘sürüklenmeye’ açık hale gelen bir süreç varsa ekonomi politikası için de çok önemli riskleri barındırıyor.
Örneğin, ABD’de 5 yıllık sıfır faiz döneminin ardından artık faizlerin artacağı bir döneme kapı açılırken, içeride yükselen enflasyona rağmen faiz düşürme baskısının yapılması, mali çalkantı ve düşük büyümeye zemin oluşturan bir ekonomik çevre yaratıyor. Şimdiye değin Türkiye ekonomisine itici bir rüzgâr işlevi gören küresel konjonktürün tam tersine döneceği böyle ‘türbülanslı’ bir ortamda, ‘kokpitte kim var? Ne yapılacak?’ soruları en önemli soru haline geliyor.
Türkiye’nin cari açık finansmana para koymuş yatırımcılar, işte bu soruların peşinde. Mevcut hükümet ve iktidar partisi içinde seslendirilen her türlü uçuk, iktisat dışı öneri ve çabanın karmaşası içinde, Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in ‘kokpitte’ olmalarını bir çeşit güvence olarak görüyorlar. Bakış açısı şu; “olsun, ekonomi onların kararlarıyla yönetiliyor olmasa da, maceralara karşı varlıklarıyla kokpitte olmaları ve hatalı manevralara müdahaleleri potansiyel olarak mümkün”.
Bir merkez bankası düşünün ki; daha geçen ay ‘enflasyon tavan yaptı, bundan sonra kayda değer bir düşüş olacak’ desin ve faiz indirsin, ama enflasyondaki gerçekleşme böyle olmasın. Bir ay sonraki faiz karar toplantısında bu sözleri metinden çıkarıp “enflasyon düşüş hızını sınırlayan temel faktör gıda fiyatlarındaki yüksek seyir olmuştur” desin ve yine faiz indirsin.
Merkez Bankası dün, piyasaya verdiği paranın faizini yarım puan indirerek yüzde 8.25’e çekti. Aynı zamanda, faiz koridoru olarak tanımlanan yüzde 12’lik gecelik borç verme faizini (tavan) değiştirmeden, gecelik borç alma faizini (taban) yüzde 8’den yüzde 7.50’ye çekti.
Böylece Başbakan Erdoğan’ın 23 Mayıs’ta Merkez Bankası ve Erdem Başçı’ya adreslenen ‘kendine çeki düzen versin’ sözünü ettiği o günden itibaren iki ayda fonlama faizi 1.25 puan, gecelik faizler de 2 puan düşürülmüş oldu.
Hem açıklama metni, hem de faiz kararı şunu söylüyor; Merkez Bankası faiz indiriyor ama bu hareketin doğruluğuna kendisi de inanmıyor. Yani dört bir yandan gelen politik baskının sonucu olarak yaptığını bizlerin anlayışına bırakıyor.
Nereden çıkarıyoruz bunu? Şuradan; hem daha bir ay öncekinde yer alan kuvvetli bir enflasyon düşüşü olacağı vurgusunu açıklama metninden çıkarmasından ve ileriye dönük bir vurgu koymamasından belli, hem de faiz koridorunun tabanını yarım puan aşağı çekerken, tavana dokunmadan aynı yerde bırakmasından belli. Özeti şu; Merkez Bankası çok da uzak olmayan bir gelecekte faiz artırma olasılığını güçlü görüyor olmalı ki tavan faizi aşağı çekmiyor. Ne de olsa, piyasaya verdiği likiditeyi kısarak bankaları gecelik vadede daha pahalıdan borçlanmaya zorlayacak bir mekanizması var elinde. Bu nedenle, gündelik likidite operasyonları ile faizleri yeniden yüzde 12’ye getirme olasılığını hiç de az bulmuyor olmalı.
Geçmişte hem de çok uzak değil 2011’de faiz indirim süreci yaşanırken, hem kendi fonlama faizini düşürüp, hem de koridor faizlerini beraberce aşağı çekerken; Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı ‘faiz oranlarının simetrik bir koridor içinde yer almasından’ bahsetmişti. Dolayısıyla, faiz indirimleri de koridorda simetrik biçimde orantılı olmuştu.
Merkez Bankası mali piyasaya, para kazanacakları faiz indirimi ‘havucunu’ sunuyor, piyasa bu ‘havuçla’ faiz indirimini enflasyondan ayrı biçimde lezzetle kabul ediyor. Çünkü faiz düşüşü para kazandırıyor. Sonra bu ‘bakın piyasa beklentisi dahilinde’ diyerek normalleştiriliyor.