Destekçilerin Noel Baba’ya epeydir çok pis gıcık olduğu söyleniyor. Bunu kadınlar arasındaki popülaritesinin artmasına bağlayanlar var.
“En seksi erkekler” listesinde bu yıl biraz daha yükselmesi, bardağı taşıran damla olmuş.
Noel Baba karşıtları cephesinin başını “Biz seksi erkeği çoluk-çocuğumuzla muhatap etmeyiz!” diyenler çekiyor.
“Ne istiyorsunuz adamdan, bırakın işini yapsın” diyenleri “siz karışmayın, o ne hinoğluhindir, o ne vatan-millet düşmanıdır bilmezsiniz!” diyerek tersliyorlar.
Karşıtlar adına açıklama yapan Y. H. (31) “Noel Baba akıllı olsun. Babaysa babalığını bilsin. Yoksa günah bizden gider!” demiş.
Bir flaş açıklama da, “en seksi erkekler” anketinde Noel Baba’ya oy veren genç kızdan: “Ben şaka olsun diye verdimdi, ne bileyim herkesin vereceğini?”
Uzmanlarsa Noel Baba’yı seksi yapanın güvenilir kişiliği, başarılı imaj yönetimi ve çocuklarla kurduğu diyalog olduğunu söylüyor.
Bu sefer de solcu arkadaşlar “Cesaria Evora’yı anlamak için burjuva olmak gerekir” tespitime kızmış. “Nedir kardeşim bu burjuva güzellemesi?” diyorlar: “Bu da yeni moda çıktı!”
“Burjuva” tehlikeli laf zaten. Nereye çeksen oraya gider. Siyaset tartışırken insanın elinde patlar. Biz olaya kültürel açıdan bakalım: Burjuva, “şehirli” demek.
Şehir kültürünü benimsemiş, içine sindirmiş insan. Metropol raconu bilen. Zengin olmasın varsın.
Mesela bizim sülalede iki yakasını bir araya getirebilen azdır. Ama üç kuşaktır şehirde takıldığımız için, ufaktan burjuvalaşmışız. Şehirli olmuşuz yani.
Zaten ancak küçük burjuva takar kafayı Cesaria Evora’nın müziğine. Leos Carax’ın filmine. Vaclav Havel’in oyununa. Hariko Murakami’nin romanına.
Sobada yakacak kömürü olmayan vatandaşa “Cesaria” desen alırsın cevabı: “Ben de seninkini!”
Haliyle, burjuva dediğin kolay yetişmiyor. Şehre gelen ailenin burjuvalaşması için birkaç kuşak hayatta kalması şart.
İsfendiyar, Cihangir’deki Susam Cafe’de garson. Laubalilikle samimiyeti hiç karıştırmaz: “Bakıyorum burada millet konuşuyor şekilli şekilli, ben yapamıyorum.”
“Oku o zaman İsfendiyar” dedim: “Memlekette kitap okumak şimdilik serbest!”
“Ama abi, okurken sıkılıyorum. Ne yapacağımı şaşırdım kaldım.”
Baktım İsfendiyar iyi niyetli, ona mizah kitaplarıyla başlamasını tavsiye ettim. İçini açacak birkaç yazar söyledim: Ferhan Şensoy, Gülse Birsel, Ali Poyrazoğlu.
İsfendiyar not etti isimleri adisyonun arkasına, döndü işinin başına. Ben de internette turlamaya başladım.
Karşıma “Keşanlı Ali Destanı” haberleri çıkınca uyandım: Önerdiğim yazarların hepsi Haldun Taner’in çırağıydı.
Hemen çağırdım İsfendiyar’ı ve yazdırdım üstadın “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” kitabını. Bilgi Yayınevi baskısı. Kapağında yazarının resmi olan.
Yoksa saçını savura savura, sivri topuklarla kalbine basa basa erkeğin canına okumayı hangi kadın istemez? Bir bakışla gönül yakmak, her genç kızın rüyası olmak hangi erkeği bozar?
Sadece canımız tatlı olduğundan, biz erkekler tedbir alırız. Maksat kadının içindeki aşüfte durdurulsun. Bu tedbirler kadının orasını-burasını kapatmaktan onu diri diri yakmaya kadar gider. Köy meydanında recm edilmek, yüze kezzap yemek ya da intihara zorlanmak da sunduğumuz diğer avantajlar. Bu yolda en büyük müttefikimiz, aşüfte olmaya cesaret edememiş kadınlardır.
O kadınların kendi yaşayamadıkları şeyleri yaşayan hemcinslerine nasıl gıcık olduğunu biliriz. Planımızı buna göre yaparız.
Töre icabı kendini asacak kıza ip servisini onlar yapar. Aşüfte öldürülmezse kendi geçmişlerinin yalan olacağını bilir, bu yüzden bizimle dayanışırlar.
Bazı safdiller gibi “Taşnak çeteleri de bizimkileri kesti” muhabbeti de yapmayacağım.
Ama harbiden merak ediyorum, savaşı ne sanıyorsun? Epeydir savaşmamış bir milletin evladı olarak savaştan anladığın ne? Seksi lejyonerlerin centilmence kılıç şakırdattığı bir spor falan mı?
Hemen söyleyeyim, alakası yok mösyö. Savaş er geç sivilleri yakan bir canavar. Truva’dan beri.
Birinci Dünya Savaşı da buydu. Bilhassa gariban milletlerin bebelerini vurdu: Türkü, Ermenisi, Bulgarı...
Tarihçi Derya Tulga’nın dediği gibi, o şartlar altında o kadar insanı pikniğe bile çıkarsan sonuç aynı olur.
Bizimkiler imkânsız bir işe kalkıştı: Cephe gerisini kurtarmak için nüfusun yerini değiştirmeye. Ne alternatifleri vardı ne de bunu kimsenin burnu kanamadan başaracak halleri.
Nitekim, binlerce Ermeni vatandaş kaybettik. Acıları kalbimizdedir. Ama “soykırım” demek için savaştan habersiz olmak ya da kötü niyet şart.
Daha neler! Bu kadarı da fazlaydı. Cevabım rahmetli annemin ördüğü yün eldiveni suratına çarpmak oldu.
“Buna pişman olacaksın!” diye kükredi. Epeydir anne tokadı yememişti ne de olsa: “Silahları ve yeri sen seç!”
Ertesi gün Hürriyet binasının giriş katında kılıçlarımızı şakırdatıyor, bir taraftan da konuşuyorduk. “Hata ettin ahbap!” dedim, hamlesini savuştururken: “Deplasmanda kazanmayı aklından bile geçirme!”
“Dublaj Türkçesi konuşmayı bırak da kendini kolla gavat!” dedi: “Sen ciddi yazdığını sanırken de yeterince komiksin zaten!”
Konsantrasyonumu bozmayı amaçladığı belliydi. Bu oyuna gelmemeliydim.
Yaşından beklenmeyecek kadar çevikti. Üstelik çenesi de kılıcı kadar iyi çalışıyordu: “Biz Nâzım’la her gün idman yapıyoruz avanak! Kiminle dans ediyorsun!”
“Kimse bana mizah yazarı diyemez!” dedim, vahşi hamlesini son anda kesip: “Romantik geldim, romantik gideceğim!”
Herkesin kişiselleştirmesi, hatta gurur meselesi yapması gereken bir olay. Yoksa millette hassasiyet nanay.
Bakmayın sevdiğimiz oyuncular yakalanınca gaza gelmemize. Dizi sezonu bitince kış uykusuna döneceğiz yine.
Yıllar önce biz Sinem Güven’in lafına gülerken, meme kanseri de bize gülüyordu. Başımıza öreceği çorapları bilmiyorduk.
Kanser teşhisi konan arkadaşıma doktoru şöyle demiş: “Bir yerde dört kadın oturuyorsa, emin ol ikisi kanserdir.”
Eğer “kesin diğer ikisi onları kanser etmiştir!” demek istemediyse, durum çok ciddi: İllet artık grip gibi bir şey olmuş.
Tabii ki kontroller düzenli yaptırılacak, mamografiye girilecek, Hülya Avşar’ın esprilerine gülünecek, bunlar Allah’ın emri. Ama beni geren Deniz Uğur’un sözü oldu.
“Bu devirde çevre şartlarından dolayı, herhalde pek azımız bu rahatsızlığı yaşamayacak.”
Yani iktidardaki “muhafazakâr burjuvazi”nin çocuklarının çocukları için. 50 yıl sonrasına yani. Dedelerinin iplemeyeceğini biliyorum.
Diyeceğim o ki, Cesaria Evora öldü. Müziğin “çıplak ayaklı diva”sıydı kendisi.
Gözlerini kapatıp sallanarak şarkılar söyleyen bu tatlı kadın, Cabo Verde’nin sefaletinden geliyordu. Çoğu Morna şarkıcısı gibi.
Kocalar eskitti, incindi ve incitti, sonunda erkeklere küsüp kendini müziğe verdi. 40’ından sonra şöhreti yakaladı.
Sesini ne zaman duysam, aklıma Afrika’ya giden geminin güvertesinde ağlayan esmer kadın gelir.
O kadın kimdir bilmem. Bu yazıyı 50 yıl sonra kimin okuyacağını bilmediğim gibi.
Ama bir mucize olur da eline geçerse bilsin: Cesaria’nın çıplak ayaklarıyla sonsuzluğa yürüdüğü şu aralık gününde, muhtemelen henüz doğmadı bile.