14 Ocak 2012
Erol Büyükburç’un hislerini anlıyorum. Çünkü ben de istenmediği programda duran adamım.
“Yeni Türkiye” programında yerim olmadığı bazen hissettirilir bana. Eski Cumhuriyet’in bakiyesi olduğum.
Mesela Elif’e falan rakip çıktım sanan cemaatçi arkadaşlar, gençliğimde hissettirmiştir.
Oralarda gözüm olmadığını anlatana kadar kaç itibarsızlaştırma kampanyasından sağ çıktığımı ben bilirim.
Bugün de arada hissettirirler hafiften. Ne zaman bir gazeteci ya da aydın tutuklansa alırım mesaj.
Bazen de mail gelir: “Bu ülkeden senin gibiler er-geç gidecek!”
Ama alıştım artık, aklıma şikayet etmek bile gelmez. Zaten bence insanın istenmediği yerde durması o kadar da kötü değil.
Kötü olan, istemediğiniz yerde durmak olabilir ancak: Mutlu olmadığınız, nefes alamadığınız, hiçbir şey hissettirmeyen bir programda bulunmak...
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2012
Can Bonomo sempatik bir genç. Sanki “Kavak Yelleri” dizisinden fırlamış. Müziği ve tavrıyla yaşıtlarının enerjisini yansıtıyor.
Üstelik görevi alır almaz “Eurovision’a matematiksel yaklaşacağım” demiş. Daha ne!
Matematik pek mühimdir sanatta.
Şair Paul Eluard’ın dediği gibi: “İlk mısra Allah’tan gelir, gerisi matematiktir.”
Bizse cebir dersinde “peki bunlar hayatta ne işimize yarayacak?” diye soran milletiz. Bu yüzden merak ediyorum, bakalım Can Bonomo formülü çözecek mi.
Çok fena döndüm
Hem de ne dönmek! Vallahi bir günde oldu. Böyle bir dönmek görülmemiştir.
Oysa nasıl da emindim kendimden. Fikrime nasıl da güveniyordum. Demek büyük konuşmamak lazım.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2012
Yazar Sema Maraşlı, “hayırlı izdivaç için erkeğin üstünlüğünü kabul etmek lazım” dedi ya, modern kadınlar isyanda.
Oysa kızacak bir şey yok. Özetle “ey kadınlar, akıllı olun. Erkeğe kendini üstünmüş gibi hissetmesi için izin verin, geminizi yürütün” diyor.
Bu zaten ezelden beri tıkır tıkır işleyen bir çark. Kadın erkeğin sırtını sıvazlar hep: “Sen süpersin aslanım, hadi yürü bizon avına!”
Onlar da haklı. Motive olacağız ki musluğu tamir edelim, sinekleri öldürelim, sefere çıkalım. Çocuk için malzeme verelim.
Hem şu dünyada özgüveni örselenmiş erkek kadar çekilmez bir yaratık yok. İnanmayan erkek arkadaşına 10 dakika Kıvanç Tatlıtuğ’u övsün ve görsün gününü.
Erkekten randıman alacaksan özgüvenine oynayacaksın. Aksi takdirde roller de karışır, işler de.
O zaman da Sema Hanım’ın dediği gibi, bozulur sistem. Bunun inançla falan ilgisi yok. Stratejiyle ilgisi var.
Hatta modern kadının kendi kalesine gol attığını söylemek bile mümkün. “Eşitlik” ve “cinsel özgürlük” uğruna erkeğin özgüvenini sarsıp kendi işlerini zorlaştırıyorlar.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2012
Başörtüsü arabamızın imajını bozar diyen marka yöneticisi, aslında klasik bir hatayı tekrarlamış. Ayıptır söylemesi, bozuk bir algıya sahip olduğundan düşmüş bu klasik hataya.
Söz konusu hata, memleketteki sosyal ayrımı dikine bir çizgi sanmaktır. Daha doğrusu, çizginin türbanlılarla türbansızlar arasında olduğunu sanmak.
Bu yanlış algıya göre, dikine duran çizginin bir tarafında türbanlılar, diğerinde türbansızlar yer alır. Yani sağda türbanlı elitler ve garibanlar var sanırlar. Solda da türbansız elitler ve garibanlar.
Sanırlar ki milleti ayıran çizgi budur. Bunu gazlayanı alkışlar, başlarına taç yaparlar.
Buna inanmak kolaydır çünkü. Her şeyi dekordan ibaret sanmanın sığ konforu gibisi var mı?
Görmedikleri, göremedikleri, görmek istemedikleri ise şudur: O sosyal ayrım çizgisi gerçek hayatta dikine değil, yatay durur.
Yani gerçekte türbanlı ve türbansız elitler yukarıda, türbanlı ve türbansız garibanlar aşağıda kader ortağıdır.
Mesela, o arabayı süren güzel rallici ve başörtülü zarif arkadaşı, çizginin üstündekiler.
Haliyle, hem birbirlerine hem de markaya gayet yakışıyorlar. Ne de olsa ikisi de “çizgi üstü” kızı. Arabaları da var, onlar adına seçim kazanan siyasi partileri de.
Çizginin altında kalan başörtülü ve başörtüsüz garibanlarsa halk otobüsüne, minibüse, metrobüse biner. Arabası olanlara uzaktan imrenerek bakarlar.
Ne arabaları vardır ne de türbanlı-türbansız demeden haklarını savunacak bir kitle partileri. Zaten bu yüzden memlekette muhalefet yaya kalır her seçimde.
İzzet Çapa’nın sırrı
Röportaj işinin piri Ayşe Arman’a nice yiğitler rakip çıktı ama herhalde İzzet Çapa gibisi çıkmadı.
Değme gazeteciye taş çıkaran bir performans. Hem içerik hem ses getirme açısından.
Başarısının sırrı, Ayşe Arman’ınki kadar basit ve cüretkâr: Kendisinden bekleneni değil, sahiden merak ettiğini sormak!
Buna iş hayatındaki başarısının sırrı olan ultra-detaycılığını da ekleyince, şutları kaleyi buluyor. Bu İzzet Çapa çok can yakar. Gazozuna bahse varım!
Twitter’da neden yokum
Oradaki müptezeller karşısında “cool” takılamadığım, haybeye zaman ve enerji sarfiyatı yaptığım için.
Sosyal medyadan yeterince yararlandığım, fazlasında gözüm olmadığı için.
Sosyal medyada yeterince değerli sima olduğu, ben fakire ihtiyaç hissetmediğim için.
“Çok muhabbet tez ayrılık getirir” prensibinin yazar-okur ilişkisinde de geçerli olduğuna inandığım için.
Hakkımda kimin ne düşündüğünü sallamayı bırakalı uzun zaman olduğu için.
tatlı Sözlük
Hakan Şükür: Pozisyon bulamayan milletvekili.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2012
Kadın ve erkek, arabada tartışıyordu. Şehirlerarası otobandaydılar. Kadın sürüyordu arabayı.
Elektrikli bir yaz günüydü. Küçük bir anlaşmazlık büyümüş, kıvılcım yangına dönmüştü. Gittikçe yükseliyordu voltaj.
Adam bunalmıştı, arabayı durdurmasını istedi kadından. Kadın frene bastı, adam çarptı kapıyı, vurdu kendini bayıra.
Elini cebine sokup sinirli sinirli yürümeye başladı.
Birkaç dakika sonra bir de baktı, kadın peşinden geliyor. İçi zafer duygusuyla doldu. Demek hanımefendi hatasını anlamıştı.
Oysa yanına gelip “Şunu kafana sok” dedi: “Kadın olan benim, erkek olan sensin. Kapıyı çarpıp gitmek benim, arkadan koşup özür dilemek senin işin!”
Adam “Ama arabayı sen kullanıyorsun...” diyecek oldu, kadın yapıştırdı cevabı: “Sorun da bu zaten! Senin kullanman lazım!”
Bunları söyledi ve yine geldiği gibi, sert adımlarla arabaya döndü kadın. Çarptı kapıyı, oturdu sürücü koltuğuna.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2012
Bir arkadaşım “karamsar yazılarından gına geldi” dedi. Ben de bugün süper iyimser olmaya karar verdim. İzin verin mutluluktan bahsedeyim.
Şu yaşıma geldim, milletçe bu kadar mutlu girdiğimiz bir yıl hatırlamam.
İnanmayan anket sonuçlarına baksın. Maşallah, cümleten gül bahçesinde yaşar gibiyiz.
Bu mutluluğun daha uzun yıllar sürecek olmasıysa ayrı saadet. Türkiye’nin altın çağına şahit olacağız bin şükür.
Şairin dediği gibi, güzel günler göreceğiz. Motorları maviliklere süremesek de süreceğiz bahtiyarlığın keyfini.
Gölge etmeye kalkan çatlak seslere de hadleri bildirilecek. Zaten çoğuna şimdiden bildirildi.
Şu huzur içinde ve birbirimizi hiç incitmeden yaşadığımız Türkiye’nin tadını çıkarmamak ne mümkün? Bunu yapmayanlar ancak kötü niyetli kişiler olabilir.
Şike operasyonu sayesinde futbolumuz, reyting operasyonu sayesinde dizilerimiz, hava operasyonu sayesinde vatandaş düzelecek. Hatta, dümdüz olacak.
Hatta o kadar düz olacağız ki, bir ucundan bakıp öbür ucunu göreceğiz memleketin. Çıkıntılık yapmaya kalkanlara da gerekli operasyonlar yapılacak.
Uygun adım yürüyeceğiz bizi bekleyen güneşli, güzel günlere. Gözlerimizde sevinç gözyaşları. Hepimiz birbirimizi seveceğiz, bayram olacak hayat.
Yazarlar çiçek yazacak, çizerler böcek çizecek. Pollyanna rol modelimiz olacak.
Kara mizah yasaklanacak. Lüzum da kalmayacak zaten: Her şeyin tozpembe olduğu bir ülkede akı-karayı kim ne yapsın? Suriye mi burası?
Öhm... Gördüğünüz gibi, iyimser takılmaya kalkınca yazı bir şeye benzemedi. Korkarım ben yine bildiğim gibi yazmaya devam edeceğim. I am sorry a dostlar!
“Muhteşem Yüzyıl”ın sonu
“Muhteşem Yüzyıl”ın sonunu merak mı ediyoruz? O zaman buyurun İstanbul Şehir Tiyatroları’na!
Oyunun adı “Zırhlı Kurt”. Mevzu, Kösem Sultan ile torunu Padişah Avcı Mehmet. Kösem’in Mehmet ve annesi Turhan Sultan ile yaşadığı kanlı iktidar mücadelesi. Yani Osmanlı’nın Hürrem ile başlayıp 100 yıl süren “Kadınlar Saltanatı” döneminin sona erişi.
Tarık Günersel, bu oyunu 18 yılda yazmış. Kendisi tiyatromuzun en yaratıcı yazarlarından. “Zırhlı Kurt” bunun ispatı.
Günün filmi: Çoğunluk
Bazı filmler vizyona girince seyredilir, bazıları yeri geldikçe. “Çoğunluk” ikinci türden. Sinemada oynarken kime tavsiye etsem seyrettikten sonra aynı yorumu yapmıştı: “İyi ki azınlığız!”
Çoğunluk ise, şimdi Uludere’de uçak bombasıyla ölen 35 köylüyü umursamadan yaşamaya devam ediyor. Hatta “öldüklerine göre vardır bir suçları” diyen bile var.
Bilhassa onların, Seren Yüce’nin filmini tekrar tekrar izlemesi gerekiyor. Bir nevi ayna niyetine.
tatlı Sözlük
Sevgilinin tebessümü: Kalbin ısı ve ışık kaynağı.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2012
Koskoca Maya Uygarlığı yanılıyor olamayacağına göre, bu sene dünyanın sonu gelecek. Peki ne yapacağız?
Beni sorarsanız, rahatlamış değilim: Hele “herkesi sevmeye başladım” falan diyemeyeceğim. Kıyamet de kopsa kanımın ısınmayacağı arkadaşlar var.
Ama sevdiklerimin değeri bir kat arttı. 2012 geldiğinden beri onları daha çok arar oldum.
Henüz görmediğim diyarların haritadan silinecek olması kalbimde sızı: Hindistan ve Arjantin için bilhassa üzgünüm. Hep Buenos Aires’te balayı düşlemişimdir.
Çok şükür libidosal kriz yaşıyor değilim. Yani dünyanın sonu diye kimseye taarruz edecek halim yok. Son günlerde sevdiğimle koklaşmayı, oğlumla güreşmeyi, dostlarla iki kadeh parlatmayı tercih edeceğim.
Düşmanlara gelince, alayını Allah’a havale etmeyi çok isterdim. Ama havale işlemine bile zaman yok, kusura bakmasınlar.
Marmara Denizi coşup Beşiktaş’ı yutacaksa, onu oğlumla karate yaparken karşılamak en güzeli.
Tabii eşi-dostu Sofya’daki Vitoşa Dağı’nın tepesine toplayıp kaçınılmaz sonu birkaç saat geciktirmek de mümkün. Bu süreyi herhalde dua ederek ya da ikişer Kamenitza birası devirerek değerlendiririz.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2012
Sosyal medya Özdemir Asaf’a karşı: Burada yalnızlık hem paylaşılıyor hem de yine yalnızlık olarak kalıyor.
Milyarlarca data transferinin ortasındaki yalnız kalpler, bir muhabbet uğruna çırpınıyor gece gündüz. Dijital çağın yaşam döngüsünde herkese yer var.
Hepimiz “ben kalender meşrebim, güzel çirkin aramam” havasındayız. Profil fotoğraflarımızın ardında başkaları.
Herkes yalnızlığını sergiliyor: Onu Oscar Wilde ve Mevlânâ vecizeleriyle, komik videolarla, hisli şarkılarla süsleyip.
Kızını süsleyip kasaba balosuna yollayan anne gibiyiz. Belki bir kısmeti çıkar diye bekliyoruz. Ama düşünmeden de edemiyoruz: “Bu da giderse elimizde ne kalır?”
Hatta bütün gün televizyonda gördüğümüz, gazetede okuduğumuz meşhurlar bile yapıyor aynı şeyi.
Bir de bakmışsınız, en çok çırpınan onlar! Yahu bunlar zaten her yerde değil mi? Nedir bu sosyal medya merakı?
Oradalar, çünkü bize “hiç de televizyonda göründükleri gibi olmadıklarını” göstermeye çalışıyorlar.
Yazının Devamını Oku