Tuna Kiremitçi

Bireyin ruhuna Fatiha

17 Aralık 2011
Acı ama gerçek: Birey öldü. Cinayet önümüzde işlendi ama bir şey yapamadık.

Vuranlar üç kişiydi: Biat kültürü, cemaat ruhu ve mahalle baskısı. Hiç acımadılar.
Zaten epeydir eskisi gibi değildi birey: Zayıf ve halsiz görünüyordu. Yormuş, yıpratmışlardı garibimi.
Oysa onlara kötülük yapmamıştı. Tabii yenilmez olmadıklarını hatırlatmasını saymazsak.
Ne de olsa Mustafa Kemal, cumhuriyeti birey için kurmuştu. Tevfik Fikret’in deyimiyle “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” insan için.
Fikri hür olacaktı ki, önüne konanla, ezberle yetinmesin, her şeyin aslını araştırsın.
Vicdanı hür olacaktı ki, icabında mahalle baskısını falan sallamadan, yüreğinin götürdüğü yere gitsin.
İrfanı hür olacaktı ki, en pis karanlıkta bile alnındaki ışıkla hem yolunu bulsun hem de başkalarına buldursun.

Yazının Devamını Oku

Son filozof Erol Köse

16 Aralık 2011
Meşhurların korkulu rüyası Erol Köse, aslında tek gerçek felsefecimiz. Kimsenin uyanmamış olması bu gerçeği değiştirmez.

O bir kere varoluşçu: Gösteri dünyasının beyhudeliğini teşhir ediyor. Sadece söyledikleriyle değil, bizzat varlığıyla da.
Sartre’ın kahramanının duyduğu bulantıyı yaşıyor ve yaşatıyor. Her şeyin yalan olduğu hissini.
Bazen de anarşist kesiliyor: Bilhassa oyuna alınmayanların sesi haline geldiğinde.
“Fight Club” filminden fırlamış gibi takılıyor etrafta. Tek farkı, vaktini sabun satmak yerine sabun köpüklerini patlatmaya harcaması.
Gün geliyor, Marksizm esintileri görüyorsunuz. Güneş gözlüklerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların sesi olmuş.
Tabii tasavvuftaki “bir lokma, bir hırka” muhabbetinin günümüze uyarlanmış hali olduğunu düşünmek de mümkün: Lokması havyar, hırkasıysa smokin olan bir derviş!
Bir bakıyorsunuz idealistlikte Kant’la aşık atıyor: Onun ideali, meşhurların sokağa çıkamaz hale geleceği bir dünya.

Yazının Devamını Oku

Bal ve kan

14 Aralık 2011
Angelina Jolie’nin Bosna savaşı konulu filminin orijinal adı Türkçe bir kelime oyunu: “Kan ve Bal Ülkesinde.”

Tesadüf müdür, yoksa biri Jolie’ye Türkçe’de Balkan sözcüğünden “bal” ve “kan” çıktığını mı söyledi, bilinmez.
Kesin olan, Balkanlar’ın sahiden bal ve kan diyarı olduğu. Hem de yüzlerce yıldır.
Bal gibi tatlı aşkların, müziklerin, şiirin ve şarabın en güzelinin hayatı renkten renge boyadığı Balkanlar bir yandaysa...
Kanın oluk oluk aktığı, din kavgasından geçilmeyen, kuşakların kan davalarıyla heba olduğu Balkanlar diğer yandadır.
Biz Balkanlılar bunu bilir, hem balı hem de kanı yakından tanırız. Damarlarımızda bazen kan bazen de bal akar.
Bal gibi romantik ve naif olduğumuz anlarda bile ruhumuzdan eksik olmayan vahşetin çağrısını zaman zaman duyarız. Kapılmak işten değildir.
Ama düşmanımız bile olsa Balkanlı bize Ortadoğulu’dan daha yakın gelir. Bizi zaman zaman çağıran vahşet Ortadoğuluları çağırandan farklıdır çünkü.

Yazının Devamını Oku

Tayyip’in insanları

13 Aralık 2011
Bugün size süper kolay gibi gözüken ama üzerinde düşündükçe zorlaşacak bir sorum var.

Soruyu İlyas Başsoy’un yeni kitabının adından arakladım: “AKP neden kazanır, CHP neden kaybeder?”
Gerçi muhalif takılanlar olarak cevabımız hazır: “Cahil millet ne olacak! Laftan anlamaz ki bunlar!”
Hatta liberal ve yandaş bir arkadaşım bile şöyle demişti: “Bu millet Tayyip’ten iyisini çıkaramaz!”
Bakar mısınız işin vahametine? Meğer iki taraf olarak aynı yerde buluşmuşuz da haberimiz yok: Konu milletin halinden anlamak olunca beraber yan çiziyoruz!
İlyas’ın ilginç kitabının çıktığı günlerde yolum Zeytinburnu’na düştü.
Bir de baktım çoluk çocuk, kış güneşinde yayılmış sahildeki parklara.
Başörtülü kızlar top oynuyor, mangal yapıyor bir baba, şirin bir oğlan dedesini kızdırıyor.

Yazının Devamını Oku

Kadın ruhundan anlayan kuş

12 Aralık 2011
Marie Claire ile Ocak sayısı için cilveleştik. Bir yerinde “kadınları anlamaya çalışmak, onları hiç anlamamış olmaktır” dedim. Kadınlar şairler gibi çünkü: Hem anlaşılmayı bekliyorlar hem de tam anlaşılmayan, loş bir tarafları kalsın istiyorlar.
Hem hoşlarına gidiyor tercüme edilmek hem de “anladım ben seni” lafını savaş ilanı sayıyorlar.
Zaten şairlerden tırsarım ben. Karanlık bir tarafları vardır. Ayın karanlık yüzü misali. Bizi büyüleyen şeyleri oradaki bereketli topraklardan hasat ederler.
“Anlaşılmamış sanatçı” olmak istemezler ama gizemi bozmamaya yeminlidirler. Zaten bu sayede geçerler kuşaktan kuşağa. Her kuşak yeni şeyler keşfeder.
Şiiri seksi kılan budur. Aragon’un kısacık bir şiirinde bile hayatın anlamının saklı olması.
Orhan Veli’nin “ben de yazarım bunu!” dedirten şiirlerini 70 senedir başka kimsenin yazamaması da şairin kendini ele vermeyen doğasından.
Kadınların karşısına ne zaman “kadın ruhundan anlayan erkek” kartvizitiyle çıksak geçerler savunma pozisyonuna: Bu onların gözünde resmen meydan okumadır.
Ruhlarının gizli haritasını kendilerine saklamak isterler. Kimse tamamını keşfetmesin diye.
Nitekim Oscar Wilde demiş diyeceğini: “Kadınlar anlaşılmak için değil, sevilmek için yaratılmışlardır.”
Demek ki kadınları anlama işinde son durak, onları asla anlayamayacağımızı kabullenmek.
Bilge erkek bunu bilir, denk alır ayağını. Hem halinden anlar sevdiğinin hem de ona keşfedilmiş ada, fethedilmiş kale muamelesi yapmaz. “Kadın ruhundan anlayan erkek” triplerine girmez hiç.
Bilir çünkü: Bu macerada erkeğin anlayacağı aslında kendisidir. Simurg’u bulmak için dağları aşan 30 kuşun, sonunda Simurg’un zaten “30 kuş” anlamına geldiğini keşfetmesi gibi.

Hakan Şükür golü kaçırdı

Kendi kendime soruyordum: “Şike yasası sahadayken Hakan Şükür nerede?”
Gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan birinin sesinin çıkmaması, takdir edersiniz ki garip. Hem de mesleği konusunda!
Oysa çıksaydı kürsüye, yapsaydı konuşmanın kralını, fena mı olurdu? Türk milletinin gönlünde başka bir yere gelirdi. Öyle bir yer ki, bakan olsan verilmez!
Hakan Şükür’e kariyerinde başarılar dilemekle beraber, çok net bir pozisyonu gole çeviremediğini de söylemek zorundayım. Hani derler ya “kaçırmak atmaktan zor” diye, işte öyle bir pozisyondu. Yazık oldu.

tatlı sözlük
Mucize: İki insanın birbirini anlaması.
Yazının Devamını Oku

Kıvanç Tatlıtuğ’un sırrı

9 Aralık 2011
Kuzey-güney fark etmez: Şu dünyada her devrim bir karşıdevrim tarafından tasfiye edilmek istenir.

Mesela geçen yüzyıl devrim çağıydı. Şimdiki, karşıdevrim. Belki gelecek yüzyıl sıra yine devrimlere gelir.  
Cumhuriyetin “mağdurları” şimdi iktidarda. Güya dökülen kanın hesabını soruyorlar. Ama asıl hesaplaştıkları, vaktiyle onlara üvey evlat muamelesi yapan devrim.
Devrim gıcıktır zaten: Pürüz çıkaranları bir uyarır, iki uyarır, üçüncüde kükrer: “Başlarım şarap çanağınıza!”
Toplum vites değiştirirken kan döküldüğü olur. Çünkü devrim fevridir. Bizim gibi heba edecek zamanı yoktur.
Olsa zaten devrim olmaz. Ynanmayan Fransız, Rus, Latin Amerika tarihlerini okuyuversin.
Ama sonra devran döner, günün birinde yorulur devrim. Kurduğu sistem yaşlanır, seksapelini kaybeder.
Daha fenası, halk alışır devrimin kazandırdıklarına. Onların kıymetini hatırlamaz olur.

Yazının Devamını Oku

Sosyal medyadan sonra hayat

9 Aralık 2011
Önce Facebook sayfam virüs kurbanı oldu. “Bu videoda sen de olabilirsin!” diyen mesaja tıklamış bulundum, hesabım anında göçmüş bulundu.

Hemen “sabotaj!” diye gürledim. Ama aynı kaderi paylaşan arkadaşlar durumun bendenize özel olmadığını izah ettiler.
Sonra hayat arkadaşım, twitter’ın ne lüzumsuz bir icat olduğu konusunda ikna etti. Yoksa iddia edildiği gibi yasaklama falan yok. Pardon.
“Kürtleri niye çok sevmeliyiz” yazıma gelen cevaplar nefret söyleminin dalağını yardı, ben de fırsattan istifade “kahveler sade bana müsaade!” dedim.
Hem hanımın gönlü oldu hem de karizmayı çizmekten kurtulduk. Ah ne güzel keten helvam!
Fakat sonuçta Facebook’suz ve twitter’siz kalmıştım işte.
Üstelik ikisine de geri dönüş söz konusu değildi. Daha internet bankacılığıyla tanışamamış birinin Zuckerberg kılıklı herifleri kafalamasını bekleyemezdiniz.
Mecburen “sosyal medya sonrası hayata intibak” çalışmalarına hız verdim. İlk gözlemim, şahsen tanıdıklarımla muhabbetin artması oldu.

Yazının Devamını Oku

Ben kimim ki mütevazı olayım

7 Aralık 2011
Çok kıskanılmanın kötü tarafı: Sonunda kendinizi bir halt sanmaya başlıyorsunuz.

O zaman da bir tevazu geliyor üstünüze. İltifat karşısında ezilip büzülmeler, “yok efendim, estağfurullah” tavırları...
Çünkü mütevazı takılan herkes gibi, aslında kendinizle aşk yaşıyorsunuz. Tevazu da “eşsiz” kişiliğinizi taçlandıracak krema oluyor tabii.
İşin garibi, bu saçma noktaya başkalarının gazıyla gelmeniz. Nasıl olduğunu anlamadan. Onların hasedi yüzünden.
İtiraf edeyim, kendimi hep kıskanılırken buldum. Benden daha zengin, daha genç ya da başarılılar bile buldular vahşice kıskanmanın yolunu.
Bu yüzden kendini beğenmişin teki olup çıktım.
Daha da fenası, tevazu denen gizli kibir illetine yakalandım.
Kendimle yaşadığım aşk belli olmasın diye yaptıklarımı önemsiz şeylermiş gibi anlatıyor, övünmemek için ekstra gayret gösteriyordum.

Yazının Devamını Oku