Vuranlar üç kişiydi: Biat kültürü, cemaat ruhu ve mahalle baskısı. Hiç acımadılar.
Zaten epeydir eskisi gibi değildi birey: Zayıf ve halsiz görünüyordu. Yormuş, yıpratmışlardı garibimi.
Oysa onlara kötülük yapmamıştı. Tabii yenilmez olmadıklarını hatırlatmasını saymazsak.
Ne de olsa Mustafa Kemal, cumhuriyeti birey için kurmuştu. Tevfik Fikret’in deyimiyle “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” insan için.
Fikri hür olacaktı ki, önüne konanla, ezberle yetinmesin, her şeyin aslını araştırsın.
Vicdanı hür olacaktı ki, icabında mahalle baskısını falan sallamadan, yüreğinin götürdüğü yere gitsin.
İrfanı hür olacaktı ki, en pis karanlıkta bile alnındaki ışıkla hem yolunu bulsun hem de başkalarına buldursun.
O bir kere varoluşçu: Gösteri dünyasının beyhudeliğini teşhir ediyor. Sadece söyledikleriyle değil, bizzat varlığıyla da.
Sartre’ın kahramanının duyduğu bulantıyı yaşıyor ve yaşatıyor. Her şeyin yalan olduğu hissini.
Bazen de anarşist kesiliyor: Bilhassa oyuna alınmayanların sesi haline geldiğinde.
“Fight Club” filminden fırlamış gibi takılıyor etrafta. Tek farkı, vaktini sabun satmak yerine sabun köpüklerini patlatmaya harcaması.
Gün geliyor, Marksizm esintileri görüyorsunuz. Güneş gözlüklerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların sesi olmuş.
Tabii tasavvuftaki “bir lokma, bir hırka” muhabbetinin günümüze uyarlanmış hali olduğunu düşünmek de mümkün: Lokması havyar, hırkasıysa smokin olan bir derviş!
Bir bakıyorsunuz idealistlikte Kant’la aşık atıyor: Onun ideali, meşhurların sokağa çıkamaz hale geleceği bir dünya.
Tesadüf müdür, yoksa biri Jolie’ye Türkçe’de Balkan sözcüğünden “bal” ve “kan” çıktığını mı söyledi, bilinmez.
Kesin olan, Balkanlar’ın sahiden bal ve kan diyarı olduğu. Hem de yüzlerce yıldır.
Bal gibi tatlı aşkların, müziklerin, şiirin ve şarabın en güzelinin hayatı renkten renge boyadığı Balkanlar bir yandaysa...
Kanın oluk oluk aktığı, din kavgasından geçilmeyen, kuşakların kan davalarıyla heba olduğu Balkanlar diğer yandadır.
Biz Balkanlılar bunu bilir, hem balı hem de kanı yakından tanırız. Damarlarımızda bazen kan bazen de bal akar.
Bal gibi romantik ve naif olduğumuz anlarda bile ruhumuzdan eksik olmayan vahşetin çağrısını zaman zaman duyarız. Kapılmak işten değildir.
Ama düşmanımız bile olsa Balkanlı bize Ortadoğulu’dan daha yakın gelir. Bizi zaman zaman çağıran vahşet Ortadoğuluları çağırandan farklıdır çünkü.
Soruyu İlyas Başsoy’un yeni kitabının adından arakladım: “AKP neden kazanır, CHP neden kaybeder?”
Gerçi muhalif takılanlar olarak cevabımız hazır: “Cahil millet ne olacak! Laftan anlamaz ki bunlar!”
Hatta liberal ve yandaş bir arkadaşım bile şöyle demişti: “Bu millet Tayyip’ten iyisini çıkaramaz!”
Bakar mısınız işin vahametine? Meğer iki taraf olarak aynı yerde buluşmuşuz da haberimiz yok: Konu milletin halinden anlamak olunca beraber yan çiziyoruz!
İlyas’ın ilginç kitabının çıktığı günlerde yolum Zeytinburnu’na düştü.
Bir de baktım çoluk çocuk, kış güneşinde yayılmış sahildeki parklara.
Başörtülü kızlar top oynuyor, mangal yapıyor bir baba, şirin bir oğlan dedesini kızdırıyor.
Mesela geçen yüzyıl devrim çağıydı. Şimdiki, karşıdevrim. Belki gelecek yüzyıl sıra yine devrimlere gelir.
Cumhuriyetin “mağdurları” şimdi iktidarda. Güya dökülen kanın hesabını soruyorlar. Ama asıl hesaplaştıkları, vaktiyle onlara üvey evlat muamelesi yapan devrim.
Devrim gıcıktır zaten: Pürüz çıkaranları bir uyarır, iki uyarır, üçüncüde kükrer: “Başlarım şarap çanağınıza!”
Toplum vites değiştirirken kan döküldüğü olur. Çünkü devrim fevridir. Bizim gibi heba edecek zamanı yoktur.
Olsa zaten devrim olmaz. Ynanmayan Fransız, Rus, Latin Amerika tarihlerini okuyuversin.
Ama sonra devran döner, günün birinde yorulur devrim. Kurduğu sistem yaşlanır, seksapelini kaybeder.
Daha fenası, halk alışır devrimin kazandırdıklarına. Onların kıymetini hatırlamaz olur.
Hemen “sabotaj!” diye gürledim. Ama aynı kaderi paylaşan arkadaşlar durumun bendenize özel olmadığını izah ettiler.
Sonra hayat arkadaşım, twitter’ın ne lüzumsuz bir icat olduğu konusunda ikna etti. Yoksa iddia edildiği gibi yasaklama falan yok. Pardon.
“Kürtleri niye çok sevmeliyiz” yazıma gelen cevaplar nefret söyleminin dalağını yardı, ben de fırsattan istifade “kahveler sade bana müsaade!” dedim.
Hem hanımın gönlü oldu hem de karizmayı çizmekten kurtulduk. Ah ne güzel keten helvam!
Fakat sonuçta Facebook’suz ve twitter’siz kalmıştım işte.
Üstelik ikisine de geri dönüş söz konusu değildi. Daha internet bankacılığıyla tanışamamış birinin Zuckerberg kılıklı herifleri kafalamasını bekleyemezdiniz.
Mecburen “sosyal medya sonrası hayata intibak” çalışmalarına hız verdim. İlk gözlemim, şahsen tanıdıklarımla muhabbetin artması oldu.
O zaman da bir tevazu geliyor üstünüze. İltifat karşısında ezilip büzülmeler, “yok efendim, estağfurullah” tavırları...
Çünkü mütevazı takılan herkes gibi, aslında kendinizle aşk yaşıyorsunuz. Tevazu da “eşsiz” kişiliğinizi taçlandıracak krema oluyor tabii.
İşin garibi, bu saçma noktaya başkalarının gazıyla gelmeniz. Nasıl olduğunu anlamadan. Onların hasedi yüzünden.
İtiraf edeyim, kendimi hep kıskanılırken buldum. Benden daha zengin, daha genç ya da başarılılar bile buldular vahşice kıskanmanın yolunu.
Bu yüzden kendini beğenmişin teki olup çıktım.
Daha da fenası, tevazu denen gizli kibir illetine yakalandım.
Kendimle yaşadığım aşk belli olmasın diye yaptıklarımı önemsiz şeylermiş gibi anlatıyor, övünmemek için ekstra gayret gösteriyordum.