19 Kasım 2007
TAMAM çok önemli bir maç kazandık. Ama çarşamba günü oynayacağımız ve kazanmamız gereken maçı, Norveç galibiyeti için yapacağımız gereksiz övgülerle hüsrana dönüştürmeyelim.
Unutmayalım, Türk futbolcuları oynamaları gerektiği gibi oynadıkları için kazandılar.
Bosna Hersek’i de oynamaları gerektiği gibi oynarlarsa yeneceklerini vurgulayalım.
Eğer Türk futbolcusunun övgülerden sarhoş olup gevşeme alışkanlığı tutarsa yine heveslerimiz kursaklarımızda kalır.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
TÜRKİYE’de tiyatro yapmak giderek zorlaşıyor. <br><br>Çünkü halkımızın tiyatroya olan ilgisi giderek azalıyor. Bugün tiyatrolar duayen sanatçıların gayretleriyle ayakta kalıyor.
Bu değerli sanatçılar dizilerden kazandıkları paralarla keyif süreceklerine bunu tiyatrolarını ayakta tutmak için kullanıyorlar.
Onlar kendilerini Türk tiyatrosunun sorumlusu olarak görüyorlar.
Dizilerde oynamayanlar ise bırakın para kazanmayı, birikimlerini bile tiyatrolarına aktarıyorlar.
Tiyatrocuların hepsi dertli, devletin ilgisizliğinden yakınıyorlar.
Devlet yardımları onların soluk almasına yetmiyor.
* * *
Yıllar önce tiyatronun sıkıntılı günlerinde, izleyici sayısı çok az olduğu için her hafta yeni bir oyun sergilenirmiş.
Oyunlar çok kısa zamanda hazırlandığı için sanatçılar ezber yetiştiremezlermiş.
O nedenle de sahnenin önünde seyircinin görmeyeceği şekilde üstü örtülü küçük bir çukura suflörler oturur, oyunculara rollerini okurlarmış.
Benim çocukluğunda bile bu suflör çukurları hálá sahnelerde dururdu.
Ama kullanıldığını pek anımsamıyorum.
Bütün bu çabalara rağmen bir türlü izleyici sayısı artırılamamış.
Bu nedenlerle yaz aylarında tiyatrolar tatile girmezler, uzun Anadolu turnelerine çıkarlardı.
İstanbul’da sahne bulamayanlar ise bütün yıl kent kent dolaşırlardı.
Muhsin Ertuğrul tiyatro seyircisini artırmak için semt tiyatrolarını açmaya karar verdiğini söyler, "Onlar tiyatroya gelmedikleri için biz tiyatroyu onların ayaklarına götürdük" derdi.
Üzücü bir durum ama, tiyatromuz geçmiş yıllardaki o zor günlere doğru sürükleniyor.
* * *
Profilo’daki İstanbul Tiyatrosu’nda "Çıkmaz Sokak Çocukları" oyununu izlerken bunları anımsadım.
Lyle Kessler’in bu çarpıcı oyununu sahneye koyan Gencay Gürün.
Oyunun kahramanlarını büyük bir başarı ile canlandıranlar usta oyuncu Cüneyt Türel ile iki genç meslektaşı Ömer Akgüllü ve Serhan Arslan.
Aslında oyun 3 çıkmaz sokak çocuğunun yaşamlarından bir kesiti anlatıyor.
Yazgıları onları bir çıkmaz sokağa sokmuş. Orada yok olup gidecekler.
Oradan çıkışları da olanaksız. Çıkamıyorlar da zaten.
Tıpkı günümüzdeki yüzlerce, binlerce "çıkmaz sokak çocukları" gibi...
AKP tutarsızlığı
ANKARA, İsrail Cumhurbaşkanı Başkanı Peres ile Filistin Yönetimi Devlet Başkanı Abbas’ı Türkiye’de bir araya getiriyor.
Bu buluşmayı bütün dünyaya Ortadoğu barışı için büyük bir adım olarak gururla duyuruyor.
Ama iki gün sonra birileri İstanbul’da AKP’li belediyeye ait bir mekanda Hizbullah ve Hamas gibi örgütlerin de katıldığı "Uluslararası Kudüs Buluşması" adı altında bir garip toplantı düzenliyor.
Toplantıda cihat çağrısı yapılıyor, İsrail lanetleniyor.
3 bin katılımcı Kudüs’ün şiddet kullanılarak siyonistlerden geri alınması için sloganlar atıyor.
AKP iktidarına yakın isimler de salonda yer alıyor.
3 gün süreceği ilan edilen böyle bir toplantının hükümetin haberi, hatta onayı olmadan düzenlenebileceği düşünülemez.
O zaman akla ister istemez şu soru geliyor:
"Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?"
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2007
BİR arkadaşım geçen gün şöyle dedi: "O ibret verici fotoğrafı kesip sakladım."<br><br>Suudi Kralı’nın Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı sağına, Başbakan’ını ise soluna oturtup çektirdiği o fotoğraf.. Dünkü Sabah Gazetesi’nde Muharrem Sarıkaya’nın yazdığına göre Cumhurbaşkanı Gül, medyanın ve muhalefetin gösterdiği tepkilere çok üzülmüş.
Cumhurbaşkanı şunu iyi bilsin ki, o fotoğraf milyonlarca insanı üzmekle kalmadı, kahretti.
Ben meslek yaşamımda 7 cumhurbaşkanı gördüm.
Kendilerinin dönemi dışında hiç böyle bir olay yaşadığımı anımsamıyorum.
Gül, Suudi Arabistan Kralı’nı bazı nedenlerle çok önemseyebilir.
İyi bir ev sahipliği yapmak isteyebilir.
Ama bütün bunları yaparken ülkesinin onurunu zedeleyecek bir davranışta bulunamaz.
Kendisinden öncekilerin hiçbiri bunu yapmadı.
Abdullah Gül şunu unutmasın ki o koltuk Atatürk’ün koltuğudur.
O koltukta oturmanın sorumluluğu ağırdır.
Eleştirilere üzüleceğine, onları değerlendirip özeleştiri yapsın.
* * *
Başbakan için de aynı şey geçerlidir.
"Sen Teksaslıysan ben de Kasımpaşalıyım" üslubunu bir başbakan böylesine önemli bir görüşmede kullanmamalıdır.
Ben bugüne kadar başbakanlık yapan hiç kimsenin böyle bir üslup kullandığına tanık olmadım.
Demek ki Başbakan, bu tip söylemlerini ikili görüşmelerde kullanıyor.
Merak ediyorum, Erdoğan bu sözlerle Bush’a ne anlatmak istemiş olabilir?
"Ben kül yutmam, bana numara çekme... Sen korkusuz kovboysan, ben de yürekli delikanlıyım" mı demek istedi?
Ben anlayamadım. Bilmem anlayanınız var mı?
Malum koronun uydurduğu masal
ŞU Vahdettin işini bir sonuca bağlayalım.
Çünkü malum koro, "Vahdettin’e hain diyenlerin hain olduğunu" söyleyip duruyor.
Bu koro, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderenin ve yanına vatanı kurtarması için dünya para verenin "Vahdettin Han" olduğunu iddia ediyor.
Gerçeği özetleyelim ki kafalarda kuşkular kalmasın.
21 Nisan 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri General Calthorpe, Osmanlı hükümetine bir nota vererek Samsun bölgesinde yaşayan Rumlara bazı saldırılar olduğunu belirtiyor, bunun derhal önlenmesini istiyor.
Aksi takdirde Karadeniz bölgesini işgal edeceklerini bildiriyor.
Böyle bir işgalin tahtını iyice tehlikeye sokacağından telaşlanan Vahdettin, derhal Sadrazam Damat Ferit’i çağırıyor.
Bu sorunu ancak Mustafa Kemal Paşa’nın çözebileceği kararına varılıyor ve durum kendisine bildiriliyor.
Anadolu’ya geçebilmek için fırsat kollayan Mustafa Kemal, görevi seve seve kabul ediyor ancak bazı yetkiler istiyor.
Atatürk’ün istediği yetkiler şunlar:
"Samsun’dan başlayarak bütün Doğu vilayetlerinde bulunan kuvvetlerin komutanı olmak ve bu kuvvetlerin bulunduğu vilayetlerin valilerine doğrudan doğruya emir verebilmek."
Bu yetkileri alan Mustafa Kemal, hemen Samsun’a hareket ediyor.
Onun amacı, Anadolu’da direniş hareketini başlatmak.
Samsun’a ayak basar basmaz da Vahdettin’e ve saraya rağmen...
Görevden azledilip asi ilan edilmesine rağmen...
Kurtuluş Savaşı ateşini yakıyor, halkı etrafında toplayarak düşmanı ülkeden sürüp çıkarıyor.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2007
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı. 12 gün sonra 13 Kasım’da İtilaf Devletleri’nin Yunan gemileri de dahil 55 parçadan oluşan donanması İstanbul Boğazı’na demirledi.
Savaş gemileri toplarını Padişah Vahdettin’in oturduğu Dolmabahçe Sarayı’na çevirdi.
Önce Fransız askerleri sonra İngiliz askerleri karaya çıkarak fiili işgali başlattılar.
İstanbul’un işgali ülkede büyük infial yarattı.
Vahdettin ise tahtının derdine düşmüş, İngilizlere yaranmak için yollar arıyordu.
Bunun için gazeteci Sait Molla’yı kullanıyordu.
Sait Molla makalelerinde İngilizlere övgüler düzüyor, bir yandan da "İngilizleri Sevenler Derneği"ni kuruyordu.
Bu derneğin bir numaralı üyesi Padişah Vahdettin, bir süre sonra sadrazamlığa getireceği eniştesi Damat Ferit ise ikinci üyesi oluyordu.
24 Kasım’da Vahdettin İngiliz The Daily Mail gazetesine şu demeci veriyordu:
".... İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Harbi’nde İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Şimdi bu sebepten memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane münasebetleri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden gelini yapacağım."
Padişah Vahdettin bu güvenceleri ülkesini işgal edenlere veriyor ve onlara olan bağlılığını gösteriyordu.
* * *
Vahdettin’in tek düşündüğü ülkesi değil, tahtıydı.
İngilizlerin Türkiye yönetimine el koymasını istiyordu. Bunu da onlara her fırsatta aracılarla iletiyordu.
Ancak İngilizler öteki müttefikleri tedirgin edeceği için Vahdettin’in bu önerilerine sıcak bakmıyordu.
Vahdettin son çare olarak İngiltere yanlısı olmakla tanınan eniştesi Damat Ferit’i sadrazamlığa getirdi.
30 Mart 1919 günü Sadrazam Damat Ferit’i İngiltere Yüksek Komiser yardımcısı Amiral Webb’e gönderdi.
Padişah, sadrazamı aracılığıyla İngilizlere bağlılığını ve onlara karşı duyduğu sevgiyi yineledi.
Sadrazam Damat Ferit, Amiral Webb’e Padişah’ın Türkiye’nin İngilizlere yenildiğini, bu nedenle Türkiye’nin yalnız İngiltere’ye biat ettiğini belirttiğini söyledi.
Daha sonra da cebinden çıkardığı Padişah’la birlikte hazırladıkları memerandumu Amiral Webb’e verdi.
Memerandumda 15 yıl boyunca İngiltere’nin Türkiye’yi yönetmesi isteniyordu.
Vahdettin’in ülkeyi İngilizlere teslim etme ihaneti Mustafa Kemal önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması sonucunda gerçekleşmedi.
Ve tarihler 17 Kasım 1922’yi gösterdiği gün Vahdettin İngiliz savaş gemisi Malaya’ya gizlice binerek ülkesinden kaçtı.
İşte Padişah Vahdettin budur.
* * *
Bugün Vahdettin’in adını vermeden onun ülkesine ihanet ettiğini ima eden bir ilkokul çocuğunun yazdığı kompozisyonu ülkenin valisi, kaymakamı sorguluyor.
Soruşturmalar açılıyor, harıl harıl suçlu aranıyor.
Ankara ise bu gelişmeleri seyrediyor.
Şimdi şu soruyu ülkesini seven herkese soruyorum:
"İşgalci kuvvetlere ülkesini peşkeş çeken, 15 yıl süreyle İngiliz boyunduruğunu kabul eden bir padişaha ’Hain’den başka hangi sıfat verilebilir?"
Tarih yalan söylemez.
Vahdettin bir vatan hainidir.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2007
BEYAZ Saray’daki karşılamadan sonra Başkan Bush ile Başbakan Erdoğan baş başa görüşmek için Oval Ofis’e geçtiler. Görüşmeye sadece Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile Başkan Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Dadley katıldı.
İçeri tercüman bile alınmadı.
Tercümanlığı Türkiye Dışişleri Bakanı yaptı.
Bu toplantı tam bir saat sürdü.
Ne konuşuldu, ne gibi kararlar alındı, kim kimden ne istedi, kim kime ne verdi, kim kimden ne aldı?
Bütün bunlar sır olarak kaldı.
Bu önemli görüşmenin zabıtları da tutulmadığı için bunlar devlet arşivlerine girmedi.
Türk halkı, yazgısının konuşulduğu bu görüşme hakkında hiçbir şey öğrenemedi.
Tarafsız gazeteciler, Washington görüşmelerini bir tek sözcükle özetlediler:
FİYASKO...
* * *
Başbakan Erdoğan bu kadar önemli bir görüşmeden sonra ülkesine dönüp Başkan Bush’la neler konuştuğunu halkına anlatmadı.
Bırakın halkı, parlamentoyu bile bilgilendirmedi.
Amerika’dan İtalya’ya uçtu, orada görüşmeler yaptı.
Sonra Türkiye’ye döndükten sonra Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ı ağırladı.
Onu geçirdi, dün Peres’i karşıladı.
Bugün de Abbas’ı karşılayacak.
Bütün bu hareketliliğin sonunda Irak sorunu da bir güzel uyutulacak.
* * *
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, gazeteci arkadaşlarımıza Irak konusundaki belirsizliği anlattı.
"Operasyon yapılmayacaksa istihbaratı ne yapayım, turşusunu mu kurayım" dedi.
Bunun da ötesinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, daha vahim bir açıklama yaptı.
Genelkurmay’a henüz hükümetten sınır ötesi harekát için bir talimat gelmediğini söyledi.
Meclis’ten çıkarılan tezkere hálá Başbakan’ın çekmecesinde bekliyor.
Anlaşılıyor ki sınır ötesi harekát yapılma olasılığı zayıf.
Bunu zaten Irak yöneticileri ve Kürtler söyleyip duruyorlar.
Türkiye en duyarlı olduğu konuda böyle bir belirsizliği ilk kez yaşıyor.
Başbakan en kısa zamanda çıkıp Türk halkına bilgi vermek zorundadır.
Türkiye Cumhuriyeti gelenekleri olan ciddi bir devlettir.
Onun bunun el yordamıyla yönettiği bir aşiret değildir.
* * *
AKP iktidarının aşiret anlayışının en güzel örneğini Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın Türkiye ziyaretinde yaşadık.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, güçlü ve onurlu bir devletin cumhurbaşkanı ve başbakanı gibi davranmadılar.
Nedir o Kral Abdullah’ın karşısındaki eziklik?
Nedendir bu kadar hayranlık?
Kralın bir yanına Cumhurbaşkanı Gül’ü, bir yanına Erdoğan’ı oturtarak çektirdiği ulusal onurumuza yakışmayan o fotoğraf, nasıl bir iktidara sahip olduğumuzun acı bir belgesidir.
Fazla söze gerek yok.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2007
MUSTAFA Kemal, Samsun’a çıkarken başlatmaya kararlı olduğu Kurtuluş Savaşı’nı kazanacağına yürekten inanıyordu. Hatta zaferden sonra kurulacak yeni devletin cumhuriyet olacağına da karar vermişti.
Mustafa Kemal bütün olanaksızlıklara karşın işgalcileri yendi. Cumhuriyeti kurdu.
Sonrasını dünyaca ünlü tarihçi Prof. Halil İnalcık, "Atatürk ve Demokratik Türkiye" kitabında şöyle anlatıyor:
"Anadolu’da milli bir Türk devleti kurma tasarısının tam olarak gerçekleşmesi, kuşkusuz Türk tarihinde büyük bir devrimi ifade eder.
Halaskár Gazi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olarak siyasi gücünün doruğuna ulaşmıştı.
Onun için şimdi, yeni devleti Batılı devletler modelinde kurmak, Türkiye halkını çağdaş bir toplum haline getirmek için karizmatik kişiliğini kullanarak bir dizi inkılabı gündeme getirme zamanı gelmiştir.
Büyük asker şimdi bir devlet kurucusu işlevini üstlenecektir. O, inkılapların planlanmasını daha 1922 aralığında Halk Fırkası’nı kurmayı kararlaştırdığı zaman tespit etmişti."
* * *
Mustafa Kemal, devrimlerinin başarıyla ulaşması için hilafetin kaldırılması gerektiğini biliyordu.
Buna karar vermişti.
Ancak silah arkadaşlarının büyük bölümü kendisine karşıydı.
Onlar, Mustafa Kemal’in bütün devlet iktidarını tekeline almasını kabul etmiyorlardı.
Mustafa Kemal ise radikal devrimlerini uygulamak için tam ve mutlak iktidar sahibi olmalıydı.
Bunun için bir devrim kadrosu oluşturdu.
Meclis’teki muhalefeti de denetim altında tutarak devrim kanunlarını Meclis’ten geçirdi.
Prof. Halil İnalcık, devrimleri şöyle yorumluyor:
"Modernleşmede Atatürk inkılabı, topyekûn bir ihtilaldir. O, Batı’yı hayat felsefesi ve onun bütün sembolleri ve değer-hükümleriyle benimsiyordu."
Mustafa Kemal 1925’te bunu şöyle açıklıyordu:
"Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat ve izhar etmek, aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.... İnkılabımızın esas amacı budur..."
Mustafa Kemal, Türk toplumuna şu mesajı vermişti:
"Arkadaşlar, Beyler! Ey ulus! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek yol, uygarlık yoludur. Uygarlığın buyruk ve isteklerini yapmak için insan olmak yeterlidir."
Prof. İnalcık’a göre Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da milli ve laik bir cumhuriyetin ortaya çıkması, bütün İslam dünyasını da temellerinden sarsan gelişmelerin başlangıcıdır.
* * *
Üç gün önce yitirdiğimiz ünlü sosyolog Prof. Dr. Mübeccel Belik Kıray, cumhuriyetle yaşıttı. Atatürk neslinin temsilcisiydi.
Mübeccel Hoca her olay karşısında iyimserliğini koruyan bir insandı.
Ancak bir ay kadar önce öğrencilerine şu mesajı verdi:
"Türkiye için endişe duyuyorum. Çünkü artık ülkeyi tarikatlar yönetiyor. Bir iç savaşa doğru sürükleniyoruz. Bunu görüyorum."
Bugün 10 Kasım.
Atatürk’ü ölümünün 69. yıldönümünde sevgi ve özlemle anıyoruz.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2007
BEŞİKTAŞ’ın Liverpool’a 8-0 yenilmesinin analizi doğru bir şekilde yapılabilir mi?<BR><BR>O kadar karmaşık oluşumları tek tek ele almak, sosyolojik ve psikolojik açıdan doğru bir değerlendirmeden geçirmek gerçekten zor. Beşiktaşlı futbolcular biraz duygularına hákim olabilselerdi...
Profesyonel aklın gereğiyle hareket edebilselerdi...
Kesinlikle böyle bir hezimet yaşanmazdı.
Hiç kuşkusuz Liverpool, çok daha yetenekli profesyonel futbolculardan kurulmuş bir takım.
Takım disiplinini kusursuz uyguluyorlar.
Futbol dışı yaşamları tam profesyonelce.
Maçta işler kötü gitse de bunu akıllarını kullanarak önleyebiliyorlar.
Olumsuzluklar, şansızlıklar karşısında morallerini yitirip dağılmıyorlar.
Son dakikaya kadar maça asılmanın kazanmanın tek koşulu olduğu bilincindeler.
Onlar duygularıyla değil, akıllarıyla oynamasını iyi beceriyorlar.
* * *
Yosi Benayoun...
Sağ kanat oyuncusu.
Bu mevki için gerekli olan tüm niteliklere sahip.
Kıvrak, çabuk, hızlı ve ayak yetenekleri olağanüstü.
Bu yetilerini kusursuz kullanması onu mükemmeliyete taşıyor.
8-0’ın en büyük mimarı olan bu 27 yaşındaki İsrailli futbolcunun özellikle hırsına hayran oldum.
3 gol atan bu futbolcu maçın son dakikalarında bile bir gol daha atabilmek veya arkadaşlarına attırabilmek için kendini paralıyordu.
Liverpool takım olarak aynı hırsa sahip.
Atmak, daha çok atmak...
Bizim futbolcular bu hırstan yoksun.
Bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum.
Fenerbahçe maçından sonra yönetimin gösterdiği aşırı, dengesiz tepki ve düşünmeden yapılan açıklama (Paf takımı blöfü) yanlıştı.
Böyle bir kararın açıklanması futbolcuları olumsuz etkiledi.
Oysa "Hakem bizi yaktı" tezi Liverpool maçı için psikolojik bir doping olarak ustaca kullanılabilirdi.
Tersine, taraftarın tepkisini azaltmak için malzeme yapıldı.
Bu yanlış strateji hezimette önemli bir rol oynamış olabilir.
Koşullar ne olursa olsun, futbolcuların ve yöneticilerin, takımı için canını vermeye hazır taraftar kitlesine böyle bir acı yaşatmaya hakkı olmamalıydı.
* * *
Sevgili okurlar, hepimizin yürekten duyduğu bir başka acıyı açık açık dile getirmek istiyorum.
Dünkü gazetelerde yorum yapılmadan kullanılan bir fotoğraf gördüm.
Bu fotoğraf beni bir Türk vatandaşı olarak Beşiktaş’ın yenilgisinden daha fazla üzdü.
Uzun uzun baktığım bu fotoğrafta iki kadın yan yana duruyorlardı.
İkisi de hafifçe gülümsüyordu.
Hanımlardan biri modern giyimliydi.
Öteki ise baştan aşağı tesettürlüydü.
Fotoğrafta yan yana duran bu iki hanımefendiden biri Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül’dü.
Öteki ise Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in eşi Mihriban Aliyev’di.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2007
WASHİNGTON PKK ile mücadele konusunda dürüst davranırsa...<br><br>Türkiye’ye verdiği sözleri tutarsa... Yani üçlü askeri mekanizma verimli bir şekilde işletilirse...
Teröristlerin bulunduğu noktalar anında Türkiye’ye bildirilirse...
Örgüte etkili darbeler indirilebilir.
PKK’nın kökü kazınmasa bile terör örgütünün beli kırılır.
Bu nokta vuruşları sürekli hale gelirse bir süre sonra PKK eylem yapmaz hale gelir.
O zaman Türkiye’nin durumu güçlenir.
İçerdeki sorun da daha rahat bir şekilde ele alınabilir.
Kalıcı çözüme daha kolay ulaşılabilir.
Çünkü örgütün eylem gücü kırılmadan çözüm olanaksızdır.
* * *
Peki Amerika Başbakan Erdoğan’a verdiği sözleri tutacak mı?
Yani üçlü mekanizma işletilecek mi?
Çok değerli istihbaratlar anında Türkiye’ye aktarılacak mı?
Doğrusu pek çok insan gibi benim de bu konularda kuşkularım var.
Kuşkularımın nedeni Amerika’nın bugüne kadar sergilediği tutumdur.
Akılları karıştıran soru şu:
"Washington elindeki PKK ile ilgili etkin istihbaratı bugüne kadar Türkiye’ye neden vermedi?
Neyi bekledi?
Bu tutum, Washington’un samimi olmamasının kanıtı değil mi?"
Eğer Amerika bugüne kadar bu istihbaratları Türkiye’ye verseydi zaten terör örgütünün beli çoktan kırılmış olurdu.
40 bine yakın insan yaşamından olmaz, böylesi acılar yaşanmazdı.
Bundan sonra ne yaparsa yapsın Amerika bugüne kadar işlediği günahların kefaretini ödeyemez.
* * *
Eğer kuşkularımız doğru çıkarsa ve Amerika Türkiye’yi oyalama amacı güderse işte o zaman ipler gerçekten kopar.
Türkiye ne pahasına olursa olsun sınır ötesi harekátı yapmak durumunda kalır.
Amerika da Türkiye ile ilişkilerini bir daha düzeltemez.
Toplumumuzda yükselen Amerikan düşmanlığı silinmemek üzere insanlarımızın yüreğine kazınır.
* * *
Biraz da 8 askerimizin serbest bırakılması şovuna değinelim.
Düzenlenen seremoni Türkiye’ye yapılan ihanetin bir belgesiydi.
Bu ihanetin aktörleri ise Amerika, Irak ve Kürt yönetimidir.
Hani bu aktörler PKK’nın kamplarının yerini bilmiyorlardı, liderlerini tanımıyorlardı?
Seremonide Kuzey Iraklı İçişleri Bakanı, Barzani’nin istihbarat şefi ve figüran olarak da 3 DTP’li hazır bulundu.
Apo posterli seremonide PKK’lı teröristler saf tuttu.
PKK’nın nerede olduğunu bilmediğini iddia eden Kürt yöneticiler onların tek tek elini sıktı.
Sonra da saldırının emrini veren terörist ile Türk askerlerini teslim tutanağını imzaladı.
Bu seremoni ile PKK’nın verdiği mesaj şudur:
"PKK olarak ben buradayım. Burada dilediğimi yaparım. Dilediğim yerde kamplar kurarım. Bana ne Amerika, ne Irak ne de Barzani karışabilir."
Şimdi bu gerçekler ışığında gelin de Amerika’ya güvenin.
Verdiği sözleri tutacağına inanın.
Yazının Devamını Oku