3 Aralık 2007
OLAY şöyle bir gelip geçiverdi. Hepsi hepsi bir iki gazetede resimli kullanıldı.Sonra kaybolup gitti. Oysa çok vahimdi ve üzerinde titizlikle durulması gerekirdi.
Olay, Antalya’da düzenlenen Anadolu Doğal Taş, Mermer ve Teknoloji Fuarı’nda yaşandı.
Enerji Bakanı Hilmi Güler, fuarı gezerken bir standa yaklaşınca orada görevli mini etekli bir hostes alel acele üzerine uzun pardösüsünü giyiyor ve bakanı öyle karşılıyor.
Bakan uzaklaştıktan sonra hostes genç kız hemen pardösüsünü çıkarıyor.
Bu olay gazeteci arkadaşların gözünden kaçmıyor, hemen hostese neden perdösüsünü giydiğini soruyorlar.
O da "Hastaydım onun için giymiştim" diyor.
Yaşanan olay gerçekten vahimdir.
AKP iktidarının dayattığı İslami düzenin insanların kafalarına kazınmaya başladığını gösteren baskıdır.
Vahim bir korku psikolojisi tüm ülkeye dalga dalga yayılmaktadır.
* * *
Bir ikinci olay daha var.
İsparta’da ilköğretim okulu öğretmeni Halil İsmail Özçimen İzmir’de mayıs ayında düzenlenen Cumhuriyet Mitingi’ne katılıyor ve Milli Eğitim Müdürlüğü’ne göre ağır suç işliyor.
Aynı öğretmen bununla da kalmıyor, mitingden birkaç gün sonra daha büyük bir suç işliyor.
19 Mayıs’ta öğrencilerine Atatürk resimli, "Cumhuriyete sahip çık" yazılı fanilalar giydiriyor.
Ve de maaşından 40 lira kesilme cezası alıyor.
"Bir şey olmaz, bir şey olmaz", "Bazı kesimlerde ’Şeriat geliyor’ paranoyası var", "5 yılda ne değişti ki bundan sonra değişsin", "Bunlar demokrasinin geliştiğinin göstergeleridir."
AKP’ye sülük gibi yapışanlar olayları böyle geçiştirdiklerini sanıyorlar ama bir gün tepelerine balyozu yiyince "hanyayı Konya’yı" anlayacaklar.
Atatürk Türkiyesi’nde, öğrencilere Atatürk resimli fanila giydirmek artık suç sayılır hale geldi.
Mini etekli genç kız bakandan korkup uzun pardösü giymek zorunluluğunu hisseder hale geldi.
Ama hálá yobazların yanında yer alan aydınlarımız inanılmaz bir tutum sergiliyor.
Bu bir aymazlık mı, yoksa AKP düzeninden beslenmek mi?
* * *
Bir başka vahim olay da AKP iktidarının ele geçirme hedeflerinin başında gelen yargı için çıkarılan yasa.
Bu yasa ile yargı bağımsızlığı sizlere ömür olacak.
Bu yasa ile yargıç ve savcıları artık iktidar seçecek.
Yargı cumhuriyetin güvencesi olmaktan çıkacak, iktidara hizmet eden bir kuruma dönüşecek.
Bunun bir örneğini Van’da Rektör Yücel Aşkın’ın yargılanması sırasında yaşadık.
Lafı döndürüp dolaştırmaya gerek yok.
Üç-beş yıl içinde tüm yargı o günkü Van Mahkemesi gibi AKP’nin yargıç ve savcılarından oluşacak.
Türkiye’nin işi zor.
Çünkü Türkiye Atatürk’ün "akıl ve bilim" yolunu terk ediyor.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
GEÇTİĞİMİZ hafta Şef Cem Mansur’un yönettiği Akbank Oda Orkestrası’nın çok ilginç bir konserini izledim. Konserin ilginç olmasının iki nedeni vardı.
Biri çalınan iki parçanın Finli besteci Jean Sibelius’a ait olmasıydı.
İkincisi 30 yaşındaki Türk bestecisi Can Aksel Akın’ın ney, keman ve orkestra için yazdığı "Arar"dı.
Solistler keman sanatçısı Atilla Aldemir ile neyzen Kudsi Erguner’di.
Atilla Aldemir genç bir sanatçı. Ama her geçen gün kariyeri hızla yükseliyor.
Uluslararası yarışmalarda çok önemli ödüller kazanan Aldemir’in adını önümüzdeki yıllarda çok daha sık duyacağız ve onunla gurur duyacağız.
Kudsi Erguner bir üstat. Onun yorumları yurtdışında da büyük ilgi görüyor.
Arar’ı mükemmel çalan her iki sanatçının birlikte çok daha güzel ve unutulmaz konserler vereceğini umuyorum.
* * *
Konserden önce Cem Mansur, Jean Sibelius’u anlattı.
Sibelius hem ilginç, hem de tuhaf bir adam.
1865’te doğmuş, 1957’de 92 yaşında ölmüş.
Uzun ömrünün son 26 yılında hiç beste yapmamış.
Helsinki yakınlarında bir köy evine çekilip durmadan sigara ve votka içmiş.
Finlandiya’nın yetiştirdiği en ünlü bestekár olan ve dünya müzik repertuvarına eşsiz yapıtlar kazandıran Sibelius bir gün karısını çağırıp yarım bıraktığı bestelerinin notalarını istemiş.
Sonra bunların hepsini şömineye atarak yakmış. Bu arada yazdığı son senfonisi, yani sekizinci senfoni de şöminede kül olmuş.
Sonra da karısına dönüp "Oh, şimdi rahatladım" demiş.
Sibelius 7 senfoni, 16 senfonik şiir, çok sayıda ses, oda ve sahne müziği bestelemiş.
* * *
Finlandiyalılar Sibelius adını duyunca "Evet bir sanatçı çıkardık ama pir çıkardık" derler.
Sanatçı 90 yaşındayken hastalanmış. Doktorlar vücudundan bir tümör çıkarmışlar, kesinlikle sigara ve votka içmemesini söylemişler.
Sanatçı gayet sakin bir şekilde doktorlara şöyle demiş:
"Merak etmeyin ben ölmem. Yıllar önce bana sigara ve içkiyi yasaklayan doktorların hepsi öldü ama ben hálá yaşıyorum."
Yaşamının son 30 yılında tek bir gazeteci ile konuşmayan Sibelius özellikle eleştirmenlere düşmanmış.
Bir gün bir arkadaşı Sibelius’a "Eleştirmenler senin yapıtlarında yaratıcılık olmadığı söylüyorlar" demiş.
Sanatçı, arkadaşını "Çevrene bak, gördüğün büstlerin tümü bestecilere aittir, bir tane bile eleştirmen büstü göremezsin" diye yanıtlamış.
Aydın Gün’ü kaybettik
BU yazıyı yazarken ünlü bariton Mete Uğur aradı ve büyük bir üzüntüyle Aydın Gün’ü kaybettiğimizi bildirdi.
Aydın Gün... O bir efsaneydi.
Türk opera ve balesinin bugünlere gelmesinde büyük emekleri ve çabaları vardı. Yeri doldurulamaz. Bunu bugün çok daha iyi anlıyoruz.
Allah rahmet eylesin.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2007
ADALET Ağaoğlu aradı. Varlık Dergisi’nde çıkan yazısının tamamını yayınlamadığım için yanlış anlaşıldığını söyledi. "Ben AKP’yi tutuyor değilim. Ben demokrasinin peşindeyim" dedi.
Kendisine söz verdim. Yazının tümünü yayınlıyorum:
"22 Temmuz genel seçimlerine gidilmesini Abdullah Gül’ün TBMM’de cumhurbaşkanı seçilmemesi, bence aslında ’seçtirilmemesi’ sebep olmuştur. Seçim sonucunda cumhurbaşkanının partisi AKP’ye verilen oyların eskisinden daha fazla olması ’Laiklik elden gidiyor’ korkusundaki kampta neredeyse bir şok etkisi yaratmıştır. Ben böyle bir şok yaşayanlardan değilim. Tam karşıtı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 84 yıllık hayatında içinde yaşama hasretini çektiğim demokrasiye geçişin ilk adımını görebilme tadını tatmış oldum. Bence 22 Temmuz seçimleri sonucu Gül yolu yordamıyla cumhurbaşkanı seçilince, hak yerini bulmuştur.
Bu cumhuriyetin değerleriyle ters düşen bir durum değil, tam karşıtı, sorunuzun ikinci bölümünde denildiği gibi ’Cumhuriyet’in ancak bu şekilde asker-sivil vesayetinden kurtularak sivilleşebileceği, daha çağdaş bir evreye girmiş olacağı’ anlamına gelmekte diye düşünüyorum. Bu görüşe yanlışlıkla II. cumhuriyet denilip duruluyor. Böyle demokratik bir açılım birincisinin yıkılışı değildir; eksikliğinin tamamlanması, kireç bağlamış halinin yenilenmesi, hayatın değişimleriyle uyumun sağlanması demektir.
Sayın Demirel’in cumhurbaşkanlığı sırasında bana verilen ’edebiyat’ onur ödülüne teşekkür konuşmamı yaparken de (yıl 1995) ’Cumhuriyeti’mizin içinin artık hiç gecikmeden demokrasiyle doldurulması...’ dileğinde bulunmuştum. Kendi adıma bunun olumlu yanıtını şimdi görebiliyorum. Cumhuriyeti daha güçlü kılacak bu yeni adımın ilerleyişte nasıl bir durum göstereceğini izleyip denetlemek de bizlere düşmekte. Yeni Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün ilk TBMM konuşmasında, bağlı bulunduğu partisinin seçimlerde, hükümet programını açıklamalarda ileri sürdükleri çözümlere uyup uymayacakları büyük dikkat istiyor. Seçim zaferinin sarhoşluğuna kapılmalarını önlemek de ’biz sivillerin’ elinde artık. Sivil muhalefet denilen şey asıl şimdi başlıyor. Memleketimizde önyargılı tutumlar hayli yaygın. Önyargı bana göre değil. Bu zihniyetten kurtulunması da bence Baskın Oran’ın ’Ezberi bozmak’ defterinde kayıtlıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün evreleriyle ortada ki, milletinin hizmetinde bir devlet olacağı yerde, milletini sopayla, dipçikle hizmetine koşan bir devlet olmuştur. Üstelik bürokrasisinin apoletli bölümü ’Memleketi koruyup savunma’yı milleti evlatlık yerine koymakla bir saymıştır. Bürokrasi halkı küçümsemiş, ona güvenmemiştir. İttihat ve Terakki ruhu, 1923 doğumlu Cumhuriyetimiz bürokrasinin ruhu, bedeni, her şeyi olup çıkmıştır. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı buna karşı bir tepki, bu küçümseyiş illetinden kurtulmanın yeni bir cevabı neden olmasın? Değil mi ki, 84 yıllık cumhuriyetin ilk partisi değişip gelişmekte olan hayatın gerisinde kalmış, demokrasimiz ’halkçılığı’ muhafazakárlık kasasında paslanmaya bırakmıştır... Atatürk hayatımızın yenilenmesi adına eşsiz bir değerdir. Onu korkutucu bir fetiş haline getirmek 84 yıllık Cumhuriyet’in kurucusuna ihanetten başka nedir ki?
AKP iktidarı ve demokratik yollardan seçilmiş cumhurbaşkanımız, işte bu yeni durum çoğumuza bunları tartıp biçmek, konuşabilmek imkánı verdiği için bile iyidir, iyi."
* * *
Yazının tümü de Adalet Hanım’ın AKP çizgisine yakınlığını gösteriyor.
Bence bir yanlış anlaşılma yok.
Adalet Hanım, AKP’nin zaferini "Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 84 yıllık hayatında, içinde yaşama hasretini çektiğim demokrasiye geçişin ilk adımını görebilme tadını tatmış oldum" diye yorumluyor.
Gül’ün cumhurbaşkanlığını da devletin halkı küçümseyiş illetinden kurtulmanın yeni bir cevabı olarak görüyor.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2007
VARLIK Dergisi ekim sayısında yazarlara şu soruyu yöneltti: "AKP’nin oyunu artırmasının, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin cumhuriyetle ve onun değerleriyle ters düşen, hatta sonunu getiren bir gelişme olduğunu ileri sürenler gibi; cumhuriyetin ancak bu şekilde asker-sivil bürokrasisinin vesayetinden kurtulup sivilleşebileceğine, daha çağdaş bir evreye geçilebileceğine inananlar da var. Siz ne düşünüyorsunuz?"
* * *
Adalet Ağaoğlu:
"AKP’ye verilen oyların eskisinden daha fazla olması ’Laiklik elden gidiyor’ korkusundaki kampta neredeyse bir şok etkisi yaratmıştır. Ben böyle bir şok yaşayanlardan değilim. Tam karşıtı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 84 yıllık hayatında içinde yaşama hasretini çektiğim demokrasiye geçişin ilk adımını görebilme tadını tatmış oldum. Bence 22 Temmuz seçimleri sonucu Gül yolu yordamıyla cumhurbaşkanı seçilince, hak yerini bulmuştur.
Bu cumhuriyetin değerleriyle ters düşen bir durum değil, tam karşıtı, ’Cumhuriyet’in ancak bu şekilde asker-sivil vesayetinden kurtularak sivilleşebileceği, daha çağdaş bir evreye girmiş olacağı’ anlamına gelmekte diye düşünüyorum."
"Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün evreleriyle ortada ki, milletinin hizmetinde bir devlet olacağı yerde, milletini sopayla, dipçikle hizmetine koşan bir devlet olmuştur. Üstelik bürokrasisinin apoletli bölümü ’Memleketi koruyup savunma’yı milleti evlatlık yerine koymakla bir saymıştır. Bürokrasi halkı küçümsemiş, ona güvenmemiştir. İttihat ve Terakki ruhu, 1923 doğumlu Cumhuriyetimiz bürokrasinin ruhu, bedeni, her şeyi olup çıkmıştır. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı buna karşı bir tepki, bu küçümseyiş illetinden kurtulmanın yeni bir cevabı neden olmasın?"
"AKP iktidarı ve demokratik yollardan seçilmiş cumhurbaşkanımız, işte bu yeni durum çoğumuza bunları tartıp biçmek, konuşabilmek imkánı verdiği için bile iyidir, iyi."
Pınar Kür:
"Ülkemizdeki son siyasi gelişmelerin bir ’İkinci Cumhuriyet’ tanımına değil, düpedüz ’İkinci Saltanat Dönemi’ tanımına uyduğunu ve memleketin tüm kalelerinin zapt edildiğinin resmini çizdiğini korkuyu aşan derin bir dehşetle gözlemlemekteyim. Tamamıyla yanlış bir demokrasi anlayışının şakşakçılığını yapan birtakım medya ileri gelenleri (ki bunlar bir vakitler solcu geçinirlerdi) ağızlarının içinde ’Ya Allah bismillah’ diyerek avazları çıktığı kadar ’Padişahım Çok Yaşa’ naraları atmaya başladılar bile.
Ve bu takım öyle bir curcuna koparıyor ki, gerçek özgürlüklerden söz etmeye kalkışanların sesleri karambole geliyor, yanıtsız kalıyor."
"Cami-minare düzenine utanmadan ’Demokrasi’ adını verenler kendi çocuklarını ne kadar karanlık bir geleceğe mahkûm ettiklerinin farkında değiller mi? On dört yaşında okuldan alınıp, başı bağlanıp evlendirilen birine ’First Lady’ olarak ’Temanna’ edenler, cumhuriyetin kızları olan annelerinin yüzüne bakabiliyorlar mı?"
* * *
Yazar Adalet Ağaoğlu ile Pınar Kür’ün yanıtları böyle.
Her iki kadın yazarımız da cumhuriyetin, Atatürk’ün başlattığı aydınlatma devriminin ürünü.
Ancak bu iki cumhuriyet kadını yazarın görüşlerinin taban tabana zıt olması düşündürücü.
Pınar kür adına değil ama Adalet Ağaoğlu adına...
Bunun değerlendirmesini lütfen siz yapın.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2007
BELKİ Türkiye’nin yoğun gündemi içinde ülkemizde olan biteni yeterince algılayamıyoruz. Oysa yaşanan olaylar, ülkenin yüzünün beyazdan griye dönüştüğünü ortaya koyuyor. AKP iktidarı, İslam şalını ülkemizin üzerine geçirmek için altyapıyı tamamlamak üzere.
Türkiye gemisi Ortadoğululuğa doğru pupa yelken yol alıyor.
Şimdi yaşadığımız bazı somut olayları anımsatalım.
Geçtiğimiz hafta İstanbul Gülhane’deki Zeynep Sultan Camii imamı kapıdaki tahtaya Maide suresinden bir ayeti el yazısıyla yazdı.
Bu ayette "Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin" deniyordu.
İmam, din adamlığını unutuyor, İslam adına karşıt dinlere düşmanlık çağrısı yapıyordu.
Müftülük ve Diyanet, imamın yaptığının yanlış olduğunu açıkladı.
* * *
Gaziantep’te bir özel sanat galerisinde açılan bir resim sergisindeki ’nü tablolar’ tüllerle örtülerek sansürlendi.
Galerinin yöneticileri ressam Ayşegül Yarar’a sergisindeki 10 nü tablonun tepki çekeceğini söyleyerek "Nü tabloların üstünü örtün" dediler.
Ressam çaresiz, bu tabloları tülledi.
"Bu sıkıntı bütün illerde var" diyerek ikinci gün de nü’lerden yedisini sergiden kaldırdı.
* * *
Amasya Anadolu Kız Meslek Lisesi’nde 4 kız öğrenciye dini baskı yapıldı.
Bu öğrenciler Alevi.
Öteki kız öğrenciler gibi okuldaki toplu ibadetlere katılmıyorlardı.
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni bu öğrencilere "Namaz kılın, oruç tutun, örtünün" diye tutturdu.
Aileler çaresiz çocuklarının kayıtlarını alıp onları başka okullara verdi.
* * *
Balıkesir Burhaniye Celal Toraman Anadolu Kız Lisesi’nin kadın okul müdürü kız öğrencilere kızdı.
Müdüre hanımı kızdıran, öğrencilerin sınıftaki oturuş şekilleriydi.
Şöyle dedi:
"Bacaklarınızı pergel gibi açmayın, erkek öğretmenler hadım değil."
* * *
Hac mevsimi başladı.
On binlerce hacı adayı kutsal topraklara uğurlandı.
Geçtiğimiz yıllarda hacı adaylarını müftüler uğurlardı.
Bu yıl bazı illerde bu işi valiler gönüllü olarak üstlendi.
Karabük’te Vali Can Direkçi hacı adaylarına bir konuşma yaptı sonra toplu dua edildi.
Gelecek yıl valilerin hacı adaylarını uğurlamak için birbirleriyle yarışacağından ve bu uğurlamaların resmi törenlere dönüşeceğinden kuşkunuz olmasın.
* * *
Toplum, iktidarın planladığı dini kuralların egemen olduğu yeni yaşam şekline hızlı bir uyum gösterme sürecine girdi.
Yeni anayasadan sonra sıra üniversitelere ve yargıya gelecek.
Nasıl olsa Çankaya freni de ortadan kalktı.
Artık ılımlı İslam için hiçbir engel kalmadı.
"Milli Eğitim’deki geri gidiş ne álemde?" diyecek olursanız...
İnanın ona değinmeyi içim kaldırmıyor.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2007
HEM toplum, hem de bireyler olarak "ortak akıl"ı kullanmayı sevmiyoruz. Ondan yararlanmayı da beceremiyoruz.
Onun için kalkınmış ülkeler ligine yükselemiyoruz.
Türkiye uçağını tam kalkış durumuna getiriyoruz ama bir türlü uçuramıyoruz.
Ya lastik patlıyor, ya da pilotlar son hareketi yapamıyorlar.
Bu yüzden yıllardır kalkınmakta olan ülkeler sınıfından kurtulamıyoruz.
Atatürk’ün gösterdiği uygarlık savaşını kazanamıyoruz.
Kazanamıyoruz çünkü "ortak akıl"da buluşamadığımız için bilgi çağında dinci bir partiyi iktidara getiriyoruz.
Ülkenin yönetimini tarikatlara bırakıyoruz.
* * *
Bunları, Türkiye’nin ünlü sanayicilerinden Kamil Yazıcı’nın "Ortak Akıl" adlı kitabında topladığı anılarını okurken düşündüm.
Kamil Yazıcı, babasının bakkal dükkánında çırak olarak başladığı iş yaşamında "ortak akıl"ı kullanarak zirveye çıkmış.
Şöyle diyor ünlü işadamı:
"1950 yılında ortak akıl, iş hayatımın rehberi oldu. Değerli ortağım Sayın İzzet Özilhan’la kurduğumuz iş ortaklığı, yarım asır boyunca ’ortak akıl’la yönetildi ve bugünkü noktaya geldi."
* * *
Ben, Kamil Yazıcı’yı tanımam. Bir kez ortak bir dostumuzun evindeki yemekte birkaç dakika sohbet ettik. Hepsi o kadar.
Ama Kamil Yazıcı’yı dürüst, yürekli, mert, sözünün eri, saygın bir insan olarak bilirim.
O nedenle kendisine uzaktan da olsa büyük yakınlık duyarım.
Yıllar önce iktidar, sert muhalefet yapan Cumhuriyet Gazetesi’ne ilan vermemeleri için işadamlarına baskı yapar.
Kamil Yazıcı bu baskılara aldırmaz ve Cumhuriyet’e "Okuduğum gazetenin ölmesini istemem diyerek" ilan vermeye devam eder.
Turgut Özal 1983 yılında iktidara gelir gelmez bira satışına bazı yasaklar getirir.
Bu, Efes’in sahibi olan Anadolu Grubu’nu zor duruma sokar. Çünkü akılda hayalde böyle bir yasaklama kararı yoktur.
Grup, bira için dev yatırımlara girişmiş ve bankalardan büyük krediler almıştır.
Yasakla birlikte satışlar düşünce bankalara yapılması gereken ödemeler aksar.
Grup zor durumda kalır. Kamil Yazıcı yöneticilere şu talimatı verir:
"Bana, sadece geçinecek kadar para kalsın. Ama borçlarımız ödensin."
Kamil Yazıcı o zor günlerde ortağı İzzet Özilhan’la birlikte mali işler koordinatörüne de şu talimatı verir:
"Bizim için namus esastır. Her şeyi satabilirsiniz. Hatta Erciyas Biracılık’ı bile satabilirsiniz. Yeter ki itibarımızı koruyalım."
Grup bu krizden küçülerek çıkar. Sonra yeniden daha hızlı büyür.
Kamil Yazıcı bugün geldikleri noktayı şöyle özetliyor:
"Yurtiçi ve yurtdışı bira operasyonlarında Balkanlar’dan Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya kadar olan Avrasya coğrafyasında ’Efes’ adını dünya markası yaptık."
İşte "Ortak Akıl" kitabından seçtiklerimiz böyle.
İş dünyasında ve dostları arasında "Kamil Ağa" olarak anılan ünlü işadamı, bu unvanı fazlasıyla hak etmiş, "ortak aklı" kullanmayı beceren, hoşgörülü, gönlü zengin bir insandır.
Bu anılar, saygın bir insanın yaşam felsefesinin özünü içeriyor.
Gençlere rehberlik ediyor, onlara başarı yollarını gösteriyor.
Hepsinden önemlisi de, gençlerden bu ülkenin çocuğu olmanın yükümlülüğünü yerine getirmelerini istiyor.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2007
ÜNLÜ piyanist ve bestecimiz Fazıl Say Avrupa Birliği Avrupa Komisyonu tarafından ’2008 Kültürler Arası Dialog’ çalışmalarında ’Ambassador- Elçi’ unvanıyla görevlendirildi. Fazıl Say’ı biz bir türlü kültür elçisi yapamadık.
Ama Avrupa Birliği yaptı.
Say, Avrupa Konseyi Eğitim ve İletişim Direktörü Viladimir Sucha tarafından 4 Aralık’ta Brüksel’de yapılacak toplantıya davet edildi.
Ünlü piyanistimiz Avrupa Kültürler Arası Diyalog Yılı (EYID 2008) iletişim kampanyasının resmi açılışına katılacak ve Avrupa Komisyonu çalışmalarından sorumlu diğer Avrupa elçileriyle tanışacak.
Bir Türk sanatçısının böyle önemli bir görev için seçilmesi mutluluk vereci bir olaydır.
* * *
Bu mutlu haber beni çok sevindirdi ama bir yandan da içimi bir hüzün kapladı.
Temmuzda çıkan bir yazımda bakın neler yazmışım:
"Türkiye’nin sanat dünyasındaki en büyük markası olan Fazıl Say dünyanın dört kıtasında yılda tam 120 konser veriyor.
Bu konserlere yetişmek için havaalanlarında koşuşturup duruyor.
Dünyanın hayran olduğu Türk piyanistinin en büyük sıkıntısı nedir biliyor musunuz?
Gideceği ülkelerin konsolosluklarından almak zorunda olduğu vizeler.
Defalarca yazdım, ama derdimi kimselere anlatamadım.
Türkiye bu ünlü sanatçıyı vize peşinde koşmaktan kurtarmalı.
Bunun için de, Türk imajının dünyadaki bu en güçlü markasına hiç zaman yitirmeden kırmızı pasaport verilmeli."
* * *
Ben bunları ve benzerlerini kaç kez yazdım anımsamıyorum.
Onun ötesinde bazı bakanlara, AKP’li milletvekillerine de anlatmaya çalıştım.
Hatta dedim ki:
"Bu çocuğa bir sürü Avrupa ülkesi gel sana pasaport verelim deyip duruyorlar.
Ama o inatla bunu reddediyor. Dünyayı ay-yıldızlı pasaportla dolaşmak için direniyor.
Bana göre, kırmızı pasaport sahibi olmak bu ülkede en fazla onun hakkıdır."
Hiçbiri "hayır" demedi.
"Haklısınız. Böyle şey olur mu? Bu değerli sanatçımıza hemen kırmızı pasaport verilmeli" dedi.
Ama kimse parmağını bile oynatmadı.
Şaşkınlığım şu: Niçin bizim politikacılar bu kadar duyarsız?
Bıçağın keskin yüzünde bir maçtı
BÖYLE maçlar bıçağın keskin yüzünde dolaşmaya benzer.Son saniyede yiyeceğiniz bir gol bütün emeklerinizi yok eder, umutlarınızı siler süpürür.
Böyle maçları oynamak da, izlemek de yürek ister.
Türkiye-Bosna Hersek maçını işte bu ruh hali içinde yaşadık.
Onun için ne kadar sevinsek yeridir. Ben Fatih Terim ve futbolcularının ölüp ölüp dirildiklerini saniye saniye izledim.
Eminim son on dakikada pek çoğumuzun yüreği duracakmış gibi oldu.
Neyse mutlu sona ulaştık.
Küçümsenecek bir olay değil, artık Avrupa’nın 16 takımından biriyiz.
Unutmayalım bu 16’ya İngiltere giremedi.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2007
ÖNCEKİ akşam Marmara Grubu’nun yemeğinde onur konuğu Meclis Başkanı Köksal Toptan’dı. Başkan’ın gelmesini beklerken kiminle konuşsam merakla şu soruyu sordu:
"Tayyip Bey’in kafasındaki Kürt sorunu ile ilgili plan nedir?"
"Bilmiyorum" dedim.
Arkasından da bilmememin mazeretini açıklama gereği duydum:
"Kimse de bilmiyor. Medya, Meclis, hatta bakanlar..."
Gerçek bu.
Başbakan kafasındakileri Amerikalılarla paylaşıyor ama kendi toplumuyla paylaşmıyor.
Ülkenin yazgısı ile ilgili gelişmeleri kendi insanlarından gizliyor.
* * *
Peki gerçekten Başbakan’ın kafasında bir plan var mı?
Yüzde yüz var.
Zaten Başbakan’ın "Önceki hedefimiz sınır ötesi harekát yapmak değil, silahları bıraktırmak" sözü kafasındaki planın ipuçlarını veriyor.
Hatta şu sözleri planı biraz daha açığa çıkarıyor:
"Bunlar ya silahı bırakarak dağları değil, şehri tercih edecekler ve siyasi platformda gerekli yarışı sürdürecekler, ya da şu andaki durumlarını tercih edecekler."
Bu değerlendirme "Başbakan’ın kafasındaki plan bir affı içeriyor. Ama bunu açıklayamıyor" şeklinde yorumlandı.
Ayrıca DTP’nin kapatılmasına karşı çıkan ve bunu demokratik bulmayan Başbakan’ın sözleri bu parti için şu mesajları içerebilir:
"PKK’ya silahları bıraktırın konuşalım. Gereken yapılır. Yeni bir eve dönüş düzenlemesi yolu da açılabilir."
* * *
Yalnız Başbakan’ın Bush’a ve Rice’a da söylediği bu yaklaşımın gerçekleşme olasılığı hiç de fazla değil.
Çünkü DTP’nin PKK’ya silah bıraktırma gibi bir gücü yok.
Olamaz da...
Son olaylar bu partinin talimatla hareket ettiğini tartışmasız ortaya koyuyor.
Öcalan’ın İmralı’dan avukatları aracılığıyla gönderdiği talimatlar parti yöneticileri tarafından anında yerine getiriliyor.
DTP’deki yönetim değişikliği de bunun kanıtı.
Ahmet Türk talimat doğrultusunda hiç direnmeden parti başkanlığını bırakıyor, bununla da yetinmiyor, başarılı olamadığı için özür diliyor.
Şimdi böyle bir partiden PKK’nın kanlı eylemlerini kınamasını, hele hele örgütü silah bırakmaya razı etmesini beklemek aşırı hayalcilik olur.
Yaşamları örgütün iki dudağı arasında olan insanlar PKK’ya karşı tavır alamaz.
Bunu onlardan istemek akılcı bir yaklaşım olmaz.
Türkiye PKK’nın eylem gücünü kırmadan Kürt sorununa sağlıklı bir çözüm getiremez.
* * *
AKP iktidarı şunu iyi bilmeli ki, PKK terörünün eylem gücü ancak kesin ve kararlı bir politika ile kırılabilir.
Kürt kökenli vatandaşların çok büyük bölümü, artık terör istemiyor.
Çocuklarını teröre kurban vermek istemiyor.
Barış içinde, demokratik, insan haklarına duyarlı bir hukuk devleti bu ülkede yaşayan herkesin en büyük hayali.
"Tavşana kaç, tazıya tut" politikaları ne terörü bitirir, ne de Kürt sorununa çözüm getirir.
Tersine, sorunları daha da derinleştirir.
Yazının Devamını Oku