Tufan Türenç

Bush kararını versin, PKK mı Türkiye mi?

5 Kasım 2007
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in saptamasına yürekten katılıyorum.Demirel seçim sonuçlarını değerlendirirken şöyle diyor: "22 Temmuz’un acısı 15 yıl sonra çıkar."

Yani Türk toplumu yüzde 47’nin faturalarını 15 yıl sonra ödemeye başlar.

Bakalım o ağır faturaların altından kalkabilecek miyiz?

* * *

Bugün Washington’da Erdoğan-Bush görüşmesi yapılacak.

Konu Kuzey Irak’ta yuvalanan PKK terörü.

Bu önemli görüşmede Amerika yine oyalama taktiklerine mi başvuracak, yoksa PKK terör örgütünün dağıtılması gerektiğini kabul mü edecek?

Etmezse Türkiye’nin sınır ötesi harekatı yapmaktan başka çaresi kalmayacak.

Akıl ve mantık, Amerika’nın terör örgütünün yok edilmesi için hem Irak yönetimini, hem de Kuzey Irak Kürtleri’ni hizaya getirmesini gerektirir.

Bush yönetiminden böyle bir akıl ve mantığı beklemek biraz hayalcilik olur gibi geliyor bana.

PKK’nın 8 Türk askerini serbest bırakması ise kesinlikle Türkiye’yi yumuşatmaz.

Amerika bunu kullanmaya kalkarsa bunun bir yararı olmaz.

* * *

PKK terörü Türkiye’nin enerjisinin büyük bölümünü yok ediyor.

Oysa özel sektörün potansiyeli ve dünyadaki para bolluğu Türkiye’yi uçuracak noktada.

Ben ne Irak yönetiminin, ne de Kürtlerin verdikleri sözlere güveniyorum.

Eğer AKP kamuoyunun baskısıyla bugün göstermek zorunda kaldığı kararlılığı 5 yıldır gösterseydi bugün bulunduğumuz noktaya gelmezdik.

Yoksa Demirel’in dediği faturaların ucu erken mi göründü?

İflah etmez intikam hırsı

BİR gazeteci ilkeli ve dürüst olabilir.Ama bu gazeteci öfkesini, kinlerini, intikam alma hırsını denetim altında tutamayacak bir ruh hali içindeyse hem mesleğine, hem de meslektaşlarına zarar verir.

Kendisini okuyanları da yanıltır.

Cumartesi günkü yazımda yazdım.

Rahmetli İnönü için 2001 yılında yalısını ve katını banka haczinden kurtarmak için eşi ile birlikte kurdukları vakfa devretme haberinden ne gazetenin patronu Aydın Doğan’ın, ne de genel yönetmen Ertuğrul Özkök’ün haberi vardı.

Haberin manşet yapılmasının da yazarın yazdığı komplo teorisinde olduğu gibi POAŞ’ın satın alınması, banka kredisi veya İnönü’yü parti kurmaktan vazgeçirmekle ilişkisi yoktu.

Cumartesi günkü yazımda bunları kimsenin avukatlığını yapmak için de yazmamıştım.

Bu haberi Hürriyet İstihbarat Servisi ortaya çıkardı.

Yazı işleri de gazetecilik açısından gerekli olduğu için manşet yaptı.

Yazar meslektaşımız buna inanır veya inanmaz, o kendi bileceği iştir.

Bunun için kafaları karıştırmak amacıyla bin dereden su getirmesine, hele hele kendisine sayfalar dolusu methiyeler düzmesine hiç gerek yoktur.

Bir insan, meslektaşlarını kafasında oluşturduğu komplo teorilerine dayanarak karalamaya kalkıyorsa bu o insanı küçültmekten başka bir işe yaramaz.
Yazının Devamını Oku

Düzeltmek zorundayım

3 Kasım 2007
BİZİM meslek öfkeyi, kini ve intikam alma hırsını hiç kaldırmaz. Hele kalem erbabıysanız...

Öfke, kin ve intikam duygusu gazetecinin dürüstlüğünü, saygınlığını yitirmesine yol açar.

Dün Sabah’taki böyle bir köşe yazısını üzüntü ile okudum.

Yazar, Erdal İnönü’nün ölümünü kullanarak kin duyduklarından intikam almaya kalkıyor.

İddia özetle şöyle.

Hürriyet 2001 yılında manşetten bir haber vermiş.

Yazara göre bu bir habermiş, doğruymuş ama dürüst değilmiş.

Erdal İnönü’nün kayınbiraderi Emlakbank’tan 2.6 trilyon lira kredi almış ve ödememiş. Bunun üzerine banka avukatları, Sevinç İnönü kardeşine kefil olduğu için İnönüler’in Anadoluhisarı’ndaki yalısına hacze gitmiş. Ancak yalı aynı gün Sevinç-Erdal İnönü Vakfı’na aktarıldığı için haciz yapılamamış.

Yazar, Hürriyet’i o sırada parti kurma hazırlığı içinde olan İnönü’nün bu girişiminden rahatsız olan CHP’nin yönlendirdiğini iddia ediyor.

Haberin manşet yapılmasının nedenini de bir yıl önce Doğan Grubu’nun POAŞ’ı İş Bankası ile ortak satın alması sırasındaki CHP yardımına bağlıyor.

Yine yazara göre CHP, Doğan Grubu’nun İş Bankası’ndan kredi alabilmesi için banka yönetim kurulundaki temsilcisini değiştirmiş ve satışın gerçekleşmesini sağlamış.

Hürriyet de CHP’ye borcunu ödemek için bu haberi manşet yapmış.

* *Ê *

Şimdi bu olayı baştan sona kadar yaşayan bir gazeteci olarak anlatmak istiyorum.

Bu, benim için hem meslek namusudur, hem de vicdani bir görevdir.

Bu haberle ilgili duyum Genel Yönetmen Ertuğrul Özkök’e değil bana geldi.

Ben de bu duyumu İstihbarat Müdürü Celal Korkut’a söyledim, "Haberin doğru olup olmadığına bakalım" dedim.

Celal bu duyumu deneyimli bir gazeteci olan Ali Dağlar’a verdi.

Aradan dört beş gün geçtikten sonra olayın doğru olduğu, yalnız yalının değil, aynı şekilde Bebek’teki İnönüler’e ait katın da hacizden kurtarılması için vakfa devredildiği anlaşıldı.

Arkadaşlarımız yalının kapısına çakılan vakıf malı olduğuna dair plakanın da fotoğrafını çekmişlerdi.

Ayrıca haciz kararı belgeleri bulunmuştu.

İnönüler Anadoluhisarı’ndaki yalıları ile Bebek’teki dairelerini Emlakbank’ın haczinden kurtarmak için vakfa devretmişlerdi.

Bu yüzden de banka haczi gerçekleştirememişti.

Burada yapılacak iki şey vardı: Ya Erdal Bey olduğu için haber görülmeyecek ya da manşetten verilecekti.

Bu haberin hazırlanmasından Ertuğrul Özkök’ün haberi olmadı.

Haber tüm belgeleriyle yazı işlerinin önüne gelince o sırada seyahatte olan Genel Yönetmen’e anlatıldı.

Haber yazı işlerinin ortak kararıyla manşet yapıldı.

Aydın Doğan olayı, haber ertesi gün gazetede çıkınca öğrendi.

* *Ê *

Yazarın çeşitli komplo teorileriyle süsleyip ilişkilendirdiği haberin hazırlanması, kullanılması süreci aynen yukarıda anlattığım gibidir.

Tamamen habercilik nedeniyle olay manşetten verilmiştir.

Zaten olayın önemi nedeniyle diğer gazeteler de bu haberi kullandılar.

POAŞ’ın Doğan Grubu-İş Bankası ortaklığı tarafından satın alınması 2000 yılının mart ayında gerçekleşti.

Yalının ve dairenin Sevinç-Erdal İnönü Vakfı’na devri ise Mayıs 2001’de yapıldı.

Bizim kafalarımız komplo teorilerine yatkın olmadığı için haberi kullanırken yazarın yıllar sonra Erdal İnönü’nün ölümü nedeniyle böyle senaryolar yazacağı hiç aklımıza gelmedi.

Yazarın yazdığı gibi "doğru" olup da "dürüst" olmayan haber nedir, nasıldır, onu anlayamadım.

Ancak asıl anlayamadığım, yazarın intikam hırsıyla yazdığı yazıda haberi yapan, kullanan meslektaşlarını hiç saygı duymadan nasıl bu kadar karalayabildiğidir.
Yazının Devamını Oku

Hem bilimin hem de siyasetin prensiydi

2 Kasım 2007
ERDAL İnönü’nün ölüm haberini Okan Üniversitesi’nin 2007-2008 akademik yılının başlama töreninden hemen önce öğrendik. Törene katılan Meclis Başkanı Köksal Toptan, konuşmasını bir tarafa bırakarak sözlerine İnönü ile başladı.

"Büyük bir bilim adamıydı. Türk bilimine büyük katkılarda bulundu" dedi.

Sonra da şöyle sürdürdü sözlerini:

"Ancak ben size onun siyaset ve devlet adamlığı özelliklerini anlatmak istiyorum. Erdal Bey, Türk siyasetçisinde çok az rastladığımız niteliklere sahipti. Bunlar sevgi, hoşgörü ve siyasette espriydi."

Toptan ile İnönü, DYP-SHP koalisyonunda birlikte çalıştılar. İnönü Başbakan Yardımcısı, Toptan ise Milli Eğitim Bakanı’ydı.

"Bakanlıkta zaman zaman başım sıkışırdı. SHP’li bazı arkadaşlar hükümet protokolünü zorlayan kararlar almamı isterlerdi. O zaman Erdal Bey’e gider, durumu anlatırdım. Hemen çözüm bulur, beni rahatlatırdı."

Bir gün Erdal Bey’in gazeteleri nasıl zarif ve nazik bir şekilde eleştirdiğini şöyle anlattı:

"Bir toplantıda gazeteler için ’Ben gazetelerin sadece benim için yazdıklarına inanmam. Başkaları için yazdıklarına ise inanırım’ dedi."

* * *

Gerçekten de Erdal Bey, çok nazik bir insandı. Zarif esprileri, yumuşak ama anlamlı eleştirileri vardı.

Önemli bir fizikçiydi. Uluslararası birçok ödülü vardı.

Ama öyle mütevazıydı ki sanki o başarıları kazanmamış gibi hareket ederdi.

Aslında Erdal Bey’in siyasete girmek, hele hele bir partinin genel başkanı olmak gibi bir düşüncesi yoktu.

Ama yazgısı onu Türkiye’nin en çalkantılı döneminde önemli bir siyasi misyon yüklenmeye sürükledi.

Bu olayın öyküsünü de kısaca özetleyelim:

12 Eylül askeri yönetimi tüm siyasi partileri kapatmıştı.

Marjinallerin parti kurma arayışları yoktu; çünkü onlara izin verilmeyeceğini herkes biliyordu.

Arayışlar merkez sağ ve merkez solda yoğunlaşıyordu.

Merkez soldaki politikacılar günlerce toplantılar yaptılar ama içinde bulunulan dağınıklığı derleyip toplayacak bir lider ismi üzerinde anlaşamadılar.

* * *

Bir gün yine arayışlar sürerken işadamı İbrahim Cevahir söz aldı ve şöyle dedi:

"Size bir ilaç buldum ki hepinizi iyi edecek. Şimdi onun ismini veriyorum. Ne yapıp yapıp onu ikna edin. Bu kişi Erdal İnönü’dür."

Herkes hiç akla gelmeyen bu ismi duyunca şaşırdı. Sonra bu ismin solu dağınıklıktan kurtaracak tek seçenek olduğunda birleşildi.

Erdal İnönü ile konuşulup kendisinin ikna edilmesine karar verildi.

Erdal Bey bu teklife güldü ve hemen reddetti.

Ama teklifi götürenler yılmadı ve günlerce süren uğraşlardan sonra kendisini ikna ettiler.

Erdal İnönü’nün politikaya girmesi işte böyle oldu.

İbrahim Cevahir’in bulduğu ilaç sayesinde solun büyük bölümü SODEP’in çatısı altında toplandı.

İnönü dürüst, akılcı, gerçekçi, hoşgörülü, sevgiye dayalı, esprili bir anlayış getirdi siyaset dünyasına.

En önemlisi de zamanı gelince bir bilim adamı gerçekçiliğiyle siyaseti bırakıp köşesine çekilmesini bildi.

Türk siyasetçilerine verilmesi gereken en anlamlı ders de buydu.

Erdal İnönü hem bilimin, hem de siyasetin beyaz atlı prensiydi.
Yazının Devamını Oku

Talabani, Barzani anlamamakta direniyor

31 Ekim 2007
BAŞBAKAN, sivil ya da emekli asker, terör konusunda görüş açıklayan herkese kızıyor.<br><br>"TV’lere çıkıp akıl öğretmesinler. O kadar biliyorlarsa seçime girip gelsinler, sorumluluk alsınlar" diyor. Başbakan’a göre şimdi birlik beraberlik günü, eleştiri yapılacak zaman değil.

Demokrasilerde her zaman her yerde insanlar düşüncelerini açıklar, eleştiri yaparlar.

Özgür toplumlarda tartışmanın sınırı yoktur.

Başbakan buna alışmalıdır.

Kızacağına iktidarı döneminde terördeki tırmanışın nedenlerini irdelemeli, kurmaylarıyla oturup özeleştiri yapmalıdır.

* * *

Bugün Türkiye’de toplumun tüm bireyleri birlik beraberlik içinde olmak için olağanüstü çaba harcıyor.

İnsanlar haberlerle yatıp, haberlerle kalkar hale geldiler.

Barzani’nin tehditleri, içerdeki Kürt ırkçılarının kafa tutmaları herkesi çileden çıkartıyor.

Kürt lider işine gelince "Ben Türklerin dostuyum" diyor.

Topraklarında barındırdığı teröristlerin Türkiye’de kan dökmelerine göz yummak nasıl bir dostluktur?

Barzani kimi kandırdığını zannediyor?

Bölgeyi gezen yabancı gazeteciler, teröristlerin Kuzey Irak’ta dokunulmazlıkları olduğunu, ellerini kollarını sallayarak dolaştıklarını yazıyor.

Barzani de alay eder gibi dostluktan bahsediyor.

* * *

Türkiye bugün öyle bir noktaya geldi ki, artık hiçbir hükümet bu işi durduramaz.

Ok yaydan çıktı.

Bunu Irak yönetimi de biliyor, Kuzey Irak Kürt yönetimi de...

Eğer Türkiye askeri bir harekát yapmazsa ne bölgede ne de dünyada sözüne bir daha kimseyi inandıramaz.

Onun için Amerika bölgedeki yangını daha da büyütecek olan böyle bir harekátı önleyecek girişimlerde bulunmalıdır.

Türkiye mi, Kürtler mi ikilemini hemen aşmalı ve kararını vermelidir.

Çünkü Irak onun işgali ve dolayısıyla sorumluluğu altında.

Ayrıca PKK konusunda Türkiye’yi iki yıldır oyalayarak olayın bu noktaya gelmesinin tek suçlusu.

* * *

Amerika, Irak ve Kürtler, Türkiye’nin Irak topraklarını işgal gibi bir niyeti olmadığını biliyor.

Amerika’nın işgali altındaki bir ülkede toprak işgal etmek mümkün mü?

"Türkiye Irak’ı işgal edecek" iddiaları, harekátı engellemeye dönük bir girişim.

Oysa Türkiye’nin yapacağı harekátı durdurmanın yolu bu değil.

Tek çare Türk topraklarına sızıp eylem yapan PKK’ya destek vermemek ve örgütü o topraklardan çıkarmak.

Şimdi Rice geliyor Türkiye’ye.

Ne yapacak?

Türkiye’yi oyalayacak.

"Aman durun. Bize biraz daha zaman tanıyın. Bu işi mutlaka halledeceğiz" diyecek.

Boşuna zahmet etmesin.

Çünkü bıçak kemiğe dayandı.

Türkiye’nin artık bu kanı durdurmaktan başka çaresi kalmadı.
Yazının Devamını Oku

Prof. Halil İnalcık ve çok önemli saptamaları

29 Ekim 2007
HER yıl coşku ve mutlulukla kutladığımız Cumhuriyet Bayramı’nı bu kez gözlerimiz yaşlı, yüreğimiz yana yana kutluyoruz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e karşı boynumuz bükük.

Hem ülkemizin bütünlüğüne dönük bölücü terörü, hem de onun kurduğu laik demokratik cumhuriyete yönelik tehlikeleri önleyemedik.

Dünyanın en ünlü tarihçilerinden Prof. Halil İnalcık’ın "Atatürk ve Demokratik Türkiye" kitabını okurken bir kez daha Atatürk’e layık olamadığımızı gördüm ve bundan büyük hüzün duydum.

İnalcık kitabında Atatürk’ü, Türkiye toplumunu bir değişime, yenileşmeye, gelişim sürecine taşıyan büyük bir düşünür ve eşsiz bir yeniden yapılanmanın mimarı olarak tanımlıyor.

Ve şu hükme varıyor: "Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri, yeniden yapılanma ve değişim atılımlarına bakınca Atatürk’ün dehası çarpıcı bir hal almaktadır."

* * *

Ünlü bilim adamının derin incelemelerini içeren kitabından bazı çarpıcı bölümleri aktaralım.

Tarih 15 Mayıs 1919... Türk toplumu açısından tam bir felaket günü.

Yunanlılar emperyalistlerin garantörlüğünde İzmir’e çıktılar ve Anadolu işgalini başlattılar.

Amaç Türkleri Orta Asya’ya sürmekti.

4 gün sonra da Mustafa Kemal Anadolu ayaklanmasını başlatmak üzere Samsun’a çıktı.

16 Mart 1920 günü Türk milleti ikinci felaketi yaşadı.

İstanbul, müttefik kuvvetler tarafından işgal edildi. Okuyalım:

"İstanbul’un resmen işgali, bir yıl önce Yunanlıların İzmir’e çıkması üzerine kendini gösteren ayaklanma gibi bütün yurtta derin yankılar uyandırdı. Ve Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde başlayan milli bağımsızlık hareketini güçlendirdi. İstanbul’da Meclis-i Mebusan ve sultan hükümeti işgal güçlerinin kontrolü altındaydı. Kaçabilen milletvekilleri Ankara’ya sığındılar. Seçilen yeni milletvekilleri İstanbul’dan gelenlerle beraber Ankara’da TBMM’ye vücut verdiler."

* * *

Prof. İnalcık, Atatürk ve Atatürk devriminin tarihini yazmada üç aşamayı işaret ediyor:

"Birinci aşama, kuşkusuz Mustafa Kemal’in milli direnci örgütleme, TBMM’yi açma ve Sakarya Zaferi’yle sonuçlanan aşamadır.

(...) Sakarya, Mustafa Kemal’in ve yeni Türk devletinin tarihinde kesin bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal’in vatan kurtarıcı önderliğine kimse karşı gelememiştir."

İkinci aşama, Sakarya’dan Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına kadar süren aşamadır. Bu dönem Mustafa Kemal idaresinde Yunan ordusuna karşı-saldırı hazırlıklarının yapıldığı, Büyük Taarruz ve Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kazanıldığı, İzmir’in Yunan işgalinden kurtarıldığı ve düşmanın denize döküldüğü dönemdir.

Üçüncü aşama Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılmasına kadar geçen aşamadır. Bu aşamada Türk devleti, tüm dünyaca resmen kesin olarak tanınmıştır."

Atatürk’
e, onun devrimlerine, ilkelerine karşı olanların ağızlarından düşürmedikleri Arif Nihat Asya’nın "Fetih Marşı" şiiri vardır.

"Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;

Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;

Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hálá ne diye oyunda oynaştasın?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!"

Eğer Mustafa Kemal’in önderliğinde Türk milleti Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıramasaydı şimdi ne İstanbul kalırdı, ne Anadolu, ne de Türk milleti.

Bu gerçeği kimse unutmasın.
Yazının Devamını Oku

Hepimize düşen büyük sorumluluk

27 Ekim 2007
BİLİYORUM bu hain ve kalleş saldırıların yarattığı öfke yüreklere sığmıyor. Buna rağmen bu öfke iç barışı, kardeşliği yok etmemeli.

Tepkilerimizi engin sabır ve hoşgörü sınırları içinde göstermeliyiz.

İçinde bulunduğumuz süreçte bu ülkenin insanlarına düşen en kutsal görev budur.

Şunu iyi bilmeliyiz ki, teröristlerin ve onları kullananların esas amacı Türkiye’yi Irak bataklığına çekmek değildir.

Ülkemizi kardeş kavgasına sürüklemektir.

Bu vatanın insanlarını birbirine boğazlatmaktır.

* * *

Biliyorum, bu millet 25 yıldır çektiği bunca acıya rağmen bu tuzağa düşmemeyi başardı.

"Ya sabır" dedi, bağrına taş bastı, birbirinin boğazına sarılmadı.

Bu soylu halk, ne yapılırsa yapılsın tarihten süzülüp gelen derin hoşgörü ve kardeşlik duygularına bağlı kalacaktır.

Bu kahpe oyuna bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da gelmeyecektir.

Bu ülkeye ihanet edenleri, evlatlarını öldürenleri ise affetmeyecek, onlara gerekli dersi verecektir.

Ne Irak yönetimi, ne kaypak Kürt yönetimi buna engel olabilir.

Ne de Amerika.

Dostumuz ve stratejik müttefikimiz(!) olan bu ülkeden artık bir destek beklemiyoruz.

Tek isteğimiz, bize gölge etmesin yeter.

* * *

Başkan Bush tutarsızlıkları, saçmalıklarıyla ABD’li talk-show’culara malzeme olmaya devam ediyor.

Onun birbiriyle çelişen sözleri ve tutarsız kararları bütün Amerikan halkını güldürüyor.

Bush 11 Eylül’den sonra yaptığı açıklamalarda, "Teröristlere yataklık ederseniz, teröristler kadar suçlu olursunuz" diyordu.

PKK konusundaki tutumu onu aynı duruma düşürmedi mi?

* * *

Yaşamı boyunca kaygan zeminde kaypak politikanın ustası haline gelen Talabani’ye gelince...

Amerika’nın kuklası olan bu zat, PKK liderlerini yakalayamayacaklarını söylüyor.

Onları bulmaları olanaksızmış.

İngiliz gazetesi Independent’ın muhabiri Patrick Cocburn, Talabani’nin ne kadar büyük bir yalan söylediğini ortaya çıkarıyor.

Şöyle yazıyor:

"Kandil Dağı’nda terör liderlerini bulmak şaşırtıcı derecede kolay."

Talabani,
Independent muhabirinin yazısını okumuş mudur acaba?

Okumuşsa utanmış mıdır?

* * *

Türkiye birtakım adamların çıkarları uğruna bugün hukukçu olmayan bir Anayasa Mahkemesi Başkanı’na sahip oldu.

Yeni başkan 17 yıl önce "Hukuk mu, guguk mu?" diyen Özal tarafından Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak atanmıştı.

Bu kişi Anayasa Mahkemesi’nde görev aldığı süre içinde cumhuriyet yanlısı her karara karşı oy verdi.

Onun başkanlığa seçilmesi "malum hedef"in ilk adımıdır.

Kimsenin kuşkusu olmasın, Anayasa Mahkemesi hızla AKP’lileşecektir.

Anlayacağınız, ülkemizde artık "hukuk, guguk olacaktır".
Yazının Devamını Oku

Hükümet sıkıntılı ama sansür çare değil

26 Ekim 2007
1979 yılında ekonomik sıkıntı artık dayanılmaz hale gelmişti.

Kentlerin caddelerinde benzin, yağ, ampul, sigara, tüp gaz kuyrukları uzadıkça uzuyordu.

Halk burnundan soluyordu.

Ecevit Başbakan, Demirel muhalefet lideriydi.

Demirel her gün verdiği demeçlerle hükümeti fena halde sallıyordu.

O günlerde  Ecevit sık sık yurtdışı gezilerine gitmek zorunda kalmıştı. 

Ülkedeki sıkıntı nedeniyle Ecevit’in önceden programlanmış bu gezileri bile tepki çekiyordu.

Bir gün gazeteciler, Demirel’e geziler hakkında ne düşündüğünü sordular.

Demirel  anında golü attı: 

Yazının Devamını Oku

Talabani ile Barzani’nin kronik kaypaklığı

24 Ekim 2007
1993 yılında Demirel’in başbakanlığında kurulan DYP-SHP koalisyonunun Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’di. Bakanlıktaki odasında kendisiyle bir söyleşi yapıyordum.

Teybi açıp soruları sıralamaya başladım.

Hikmet Çetin sorulara açık ve net yanıtlar veren bir bakandır.

PKK ve Kuzey Irak’ı konuşuyorduk.

O dönemde gerek Talabani, gerekse Barzani Türkiye’nin kulu kölesiydi.

İkisi de Türkiye’nin verdiği kırmızı pasaportlarla dünyayı dolaşıyorlardı.

Türkiye onlara her türlü yardımı yapıyordu.

Çetin’e şu soruyu sordum:

"Sayın Bakan, Talabani ile Barzani’ye güveniyor musunuz?"

Güldü. Sonra da teybi kapamam için eliyle işaret etti.

"Kesinlikle inanmıyorum. Hiçbir sözlerine güvenmiyorum" dedi, sonra da şöyle devam etti:

"Ama onlarla diyaloğu sürdürmem gerekiyor. Çünkü Batılılara karşı onların bizim yanımızda görünmeleri benim işimi kolaylaştırıyor."

* * *

Yıllar Hikmet Çetin’i haklı çıkardı.

Hem Talabani hem Barzani, sırtlarını Amerika’ya dayayınca cibilliyetlerini ortaya koydular.

Şimdi her ikisi de PKK’nın avukatlığını yapıyor.

Katilleri barındırıyorlar, besliyorlar ve Türkiye’ye geçip cinayetler işlemesine göz yumuyorlar.

Yani ikisi de Türkiye’yi arkadan hançerliyor.

Türk halkı affedicidir.

Ama hainleri ve ihanet sahiplerini hiç unutmaz.

Bir gün yine Türkiye’ye muhtaç olurlar. O zaman bu ihanetlerin hesabı sorulur.

Bunu hem Talabani hem de Barzani unutmasın.

* * *

Şimdi Avusturya’da yaşayan 20 yaşındaki Teoman Cihan adlı okurumun mektubundan kısa bir özet okuyalım:

"Bugün (Cumartesi 20.10.07) çalışırken Viyana’nın en işlek caddesinde kulağıma müzik sesleri geldi. Merak ettim, yaklaşınca, sarı-yeşil ve kırmızı renkli bez parçaları gördüm. O bez parçalarının üzerinde terörist başı Abdullah Öcalan’ın resimleri vardı. Teröristler Mehmetçikleri şehit ederken Viyana’da turistlerin alışveriş yaptığı yerde 30-40 kişi toplanmış, dans edip eğleniyorlardı. Terörist başını öven sloganlar atıyorlardı. Ben Avusturya polisini ’Bunlar terör örgütü’ diye uyardım. Polis bana ’Onlar sizin için terörist, bizim için değil’ dedi.

Bu yetmiyormuş gibi bir grup polis orada durmuş onları izliyor, çaldıkları müziğe ayakları ile tempo tutuyorlar ve onları benim gibi Türklerden koruyorlardı."

* * *

Dün bütün Batı basınını taradım.

Bir tek gazete, ajans PKK’yı terörist olarak tanımlamıyordu.

Ya "Ayrılıkçı Kürtler" ya da "Asi Kürtler" diye söz ediyorlardı.

Ne yazık ki gerçek bu.

Siz Batılı devlet adamlarının resmi söylemlerine bakmayın, hiçbiri PKK’yı terörist olarak görmez.

Batılılar karakterleri nedeniyle kendilerine dokunmayan yılanın bin yıl yaşamasını umursamazlar.

Bir gün o yılan kendilerini de sokunca feryat ederler.
Yazının Devamını Oku