31 Aralık 2007
BİR ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı... Bakanlarının, milletvekillerinin bir ikisi dışında hemen tümü... Eğer opera, bale ve klasik Batı müziği izlememişse, izlemiyorsa, o ülkenin kültür düzeyi mümkün değil yükselmez.
Ve o ülke tıpkı bizim gibi vıcık vıcık bir kültür yozlaşmasına uğrar.
İşte böyle bir ülkede çok büyük çoğunluk da Fazıl Say’ı, onun ruhundaki travmaları anlayamaz.
Ve oturduğu yerde Başbakan Erdoğan’ın lütfuyla milletvekili olan eski şarkıcı, ünlü dizilerin yapımcısı Osman Yağmurdereli de kalkar Fazıl Say için şöyle der:
"Bu kardeşimizin acaba hangi CD’si Türk halkı tarafından beğenilip rağbet gördü, çok sattı, hangi klasik bestesi? Ne yaptı da bu kadar şöhretli oldu?"
Ben biraz Osman Bey kardeşime Fazıl Say’ın ne yaptığını anlatayım.
Fazıl Say bir dünya sanatçısıdır.
Yılda ortalama 130-140 konser verir. Bu konserlerin sadece 10’u, 15’i Türkiye’dedir. Gerisi dünyanın dört kıtasındadır.
Piyano virtüözü olarak dünyanın en önde gelen sanatçılarından biridir.
2008 ve 2009 konser takvimi bugünden dolmuştur.
Bu konserlerinin çoğunda sanatçıya dünyanın en ünlü orkestraları ve şefleri eşlik eder.
* * *
Osman Bey’e anlatmaya devam edelim.
36 yaşındaki sanatçının 25 klasik bestesi, 9 albümü, 15 tane de uluslararası ödülü var.
Fazıl Say dünyanın dört bir yanındaki konserlerine yetişebilmek için günlerini uçaklarda ve havaalanlarında geçirmek zorunda kalıyor.
En büyük sıkıntısı ise vizeler.
Avrupa’nın birçok ülkesi kendisine pasaport vermek için can atıyor.
Ama o "Ben Türk’üm, bütün vize zorluklarına katlanırım, çünkü dünyayı ay yıldızlı pasaportla dolaşmak istiyorum" diye bu önerileri yıllardan beri geri çeviriyor.
Osman Yağmurdereli sanatçı hakkında daha geniş bilgi edinmek istiyorsa bunu internetten, ansiklopedilerden ve arşivlerden kolayca elde edebilir.
Belki o zaman "Ne yaptı da bu kadar şöhretli oldu" gibi ucuz ve anlamsız sözler sarf etmez.
Osman Bey kızmasın, Fazıl Say’a teşekkür etsin.
Keşke Fazıl Say gibi bir iki kişi dışında öteki sanatçılarımız da ülke için duydukları endişeleri dürüstçe söyleyebilseler.
Ülkemizin ortaçağ karanlığına sürüklenmesine karşı çıksalar.
Hiç kuşkunuz olmasın sanatçıların tepkisi her iktidarı inanılmaz şekilde etkiler.
* * *
Bence Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a yakın olan gazeteci arkadaşlarımıza da büyük görevler düşüyor.
Bu arkadaşlarımız onların masalarına oturabiliyorlar.
Uçaklarına biniyorlar.
Onlarla konuşabiliyorlar.
Bu az buz bir mazhariyet değildir.
Onlara düşüncelerini söyleyebilirler, eleştirilerini yöneltebilirler.
Laik, demokratik cumhuriyetin vazgeçilemezliğini anlatabilirler.
Bunu yaparlarsa hem sempati besledikleri iktidara iyilik etmiş olurlar, hem de daha az hata yapmasını sağlarlar.
Örneğin Cumhurbaşkanı’na AKP’nin noteri olmadığını, 70 milyonun cumhurbaşkanı olduğunu anımsatabilirler.
Bir iktidarı eleştiriler değil, yandaşlarının şak şakları yıkar.
Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2007
İŞADAMI Dikran Masis "Beni Düşündüren Öyküler" adlı ilginç bir kitap yayınladı. Satmak için değil, dostlarına dağıtmak için. Nedenini şöyle açıklıyor: "Sakın ha kimse kitap falan yazdığımı sanmasın. Benim böyle bir kabiliyetim yok. Sadece okuduğum kitaplardaki öyküleri yıllarca topladım. Bu öykülerin her biri bana bir şey öğretti. Üzeyir Garih derdi ki; ’Senin ne bildiğin önemli değil. Kaç kişiye öğrettiğin önemli.’"
BİR BARDAK SÜT
Howard Kelly yoksul bir ailenin çocuğuydu. Kapı kapı dolaşarak bir şeyler satıyordu. O gün hiç satış yapamamıştı. Karnı açtı. Çalacağı ilk kapıdan yiyecek istemeye karar verdi.
Kapıyı genç bir kadın açtı. Howard utandı ve sadece bir bardak su isteyebildi. Kadın kocaman bir bardak süt getirdi. Çocuk sütü içti, teşekkür ettikten sonra "Borcum ne kadar?" diye sordu.
Genç kadın gülümseyerek, "Borcunuz yok. Annem bize yaptığımız iyiliğe karşı bir bedel almamamızı öğretti" dedi.
Howard bir kez daha teşekkür ederek gitti.
Yıllar sonra o genç kadın hastalandı. Onu büyük bir kentin hastanesine götürdüler. Kendisine Howard Kelly adlı genç bir doktor baktı.
Howard kadını hemen tanıdı. Yıllar önce kendisine süt veren kadındı bu. Ama belli etmedi. Onu tedavi etti ve iyileştirdi.
Kadının ödeyeceği fatura Dr. Kelly’nin önüne geldi.
Dr. Kelly bir not yazarak faturaya ekledi. Kadın faturayı nasıl ödeyeceğini kara kara düşünüyordu.
Zarfı açtı ve notu gördü. Káğıtta şunlar yazılıydı:
"Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir."
DELİKANLININ ADI
Bir delikanlı şiirlerini, o devrin en büyük yayıncılarından birine göstererek, "Bunları satmak istiyorum" dedi. Yayıncı şiirlere bakıp "Bunları basmam, çünkü hiçbiri beş para etmez" diye genci tersledi.
Delikanlı kendinden emin: "Yazık. Büyük bir serveti kaçırdınız. Çünkü ilerde yazacağım bütün eserlerin telif hakkını size satmak istiyordum."
Yıllar geçti o genç çok büyük bir yazar oldu. Adı da Victor Hugo idi.
VASİYET VE AKIL
Ölmek üzere olan yaşlı adam 3 oğluna vasiyetini açıkladı: "Size 17 deve bırakıyorum. Develerin yarısı büyük oğlum senin, üçte biri ortanca oğlum senin, dokuzda biri de küçük oğlum senin."
Babaları ölünce kardeşler toplanıp develeri vasiyete göre paylaşmak istediler ama başaramadılar.
Köyün bilgesine gittiler. Bilge çocukları dinledikten sonra "Benim bir devem var, onu da alıp yeniden hesap yapın" dedi.
18 deveyi önce ikiye böldüler, büyük 9 deveyi aldı. Üçe böldüler 6’sını ortaca oğlan aldı. Sonunda da 9’a böldüler 2 deveyi de küçük oğlan aldı.
Geriye bir deve kaldı. Çocuklar yine yaşlı bilgeye gittiler, "Biz bölüştük ama bir deve kaldı" dediler.
Bilge güldü. "İyi. Sorununuz çözüldüğüne göre ben de devemi alayım" dedi.
Dikran Masis’in yorumu: Deneyimli bilgeleri küçümseyenler bu öyküyü iki kez okusunlar.
FAKİR BİR GENÇ
Amerikan iç savaşından hemen önce bir genç bir çiftlikte iş buldu. Adı Jim olan çocuk o kadar çalışkandı ki kısa zamanda herkese kendini sevdirdi.
Bu arada çiflik sahibinin kızına áşık oldu. Bir gün cesaretini toplayıp patronuna kızıyla evlenmek istediğini söyledi. Adam "Senin gibi çulsuz ve şerefli bir soyadı olmayan birine kızımı vermem" diyerek Jim’i kovdu.
35 yıl sonra çiftliğin sahibi samanlığı yıkarken duvarda Jim’in kazıyarak yazdığı adını gördü: James A. Garfield.
O tarihte James A. Garfield ABD Başkanı’ydı.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2007
ANAYASAMIZA göre Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. "Sadaka" dağıtan bir devlet değildir.
Çağımızda sosyal devlet, sadaka dağıtarak yoksullukla savaşmaz.
Refah dağıtır.
İnsanlarının insanca yaşamalarını sağlar.
Bunun için toplumdaki gelir dağılımı dengesizliğini düzeltir.
Az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alır.
Yasadışı ekonomiye, soyguna, talana izin vermez.
Asgari ücreti vergi dışı bırakır.
Emeğin değerini korumak için gerekli önlemleri alır.
Memuruna, işçisine, emeklisine, dul ve yetimine rahat yaşayabilecekleri kadar maaş verir.
Sağlık ve eğitim hizmetlerinden herkesin yararlanmasını sağlar.
Bütün vatandaşlarını sosyal güvenlik şemsiyesi altına alır.
Onlara iş bulur.
İşsiz kalana işsizlik sigortası öder.
Sosyal devlet bunları yapmakla yükümlüdür.
Çünkü modern devlet, tüm bireylerinin onurlu birer vatandaş olmalarını amaçlar.
Onları sadakaya muhtaç etmez.
* * *
AKP iktidarı, ülkenin yönetimini eline aldıktan sonra sosyal devlet kavramını bir kenara itti.
Yardım paketleri dağıtmaya başladı.
Osmanlı dönemindeki imaretler sistemini yeniden yaşama geçirerek bedava yemek dağıtma yöntemini getirdi.
Üstelik bunları AKP yapıyormuş havası verdi.
Başbakan geçen gün övünerek açıkladı:
"Şu ana kadar 8 milyon aileye 6 milyon ton kömür dağıttık."
Doğal gaza zam üstüne zam yaptıkları için vatandaş bu temiz enerjiyi kullanamıyor.
Çaresiz dağıtılan kömürleri yakıyor, kentlerin havası yeniden kirleniyor.
Başbakan valilere, kaymakamlara, kamyonun şoför mahalline oturup yoksul halka kömür dağıtmalarını emrediyor.
Böyle yapılırsa Türkiye’nin uçacağını iddia ediyor.
Bu çağda, Avrupa Birliği’ne aday ülkenin başbakanı söylüyor bunları.
* * *
Önceki gün Türkiye İstatistik Kurumu’nun bir araştırması açıklandı:
"Türkiye’de 12 milyon 920 bin kişi yoksul.
539 bin kişi ise aç.
Açlık sınırı aylık 205 YTL.
Yoksulluk sınırı aylık 549 YTL."
* * *
Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yoksul ülke.
İşsizliğin en yüksel olduğu ülke.
Gelir dağılımının en bozuk olduğu ülke.
Vergi adaletsizliğinin en yüksek olduğu ülke.
Milli geliri en düşük ülke.
Enflasyonu en yüksek ülke.
Yolsuzlukların en yaygın olduğu ülke.
Ama yalnız OECD’de değil tüm dünyada en yüksek reel faizi veren ülke.
Başbakan Erdoğan bu acı tabloyu sadaka dağıtarak düzeltemez.
Sadaka dağıtarak partisine oy toplayabilir.
Ama sosyal devletin yükümlülüklerini yerine getiremez.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2007
TÜRKİYE için çok çalkantılı bir dönemdi 1973-76 arası...<br><br>Bu dönemde Kıbrıs Barış Harekátı yapıldı, Yunanlılarla savaşa tutuşmamıza ramak kaldı ve ABD yıllarca bizi zor durumda bırakan silah ambargosu koydu. Türk siyasi yaşamının bunalımlara sürüklenmesine, devlet kurumlarının bölünmesine, karşıt gruplardaki gençlerin birbirlerini sokaklarda kurşunlamasına neden olan Milliyetçi Cephe hükümetleri de bu dönemde kuruldu.
ABD Dışişleri Bakanlığı işte bu çalkantılı döneme ait arşivlerin gizlilik kayıtlarını kaldırdı.
Şimdi CIA’nın değişik ülkelerde çevirdiği kirli işler bir bir ortaya dökülecek.
Bu dönemde Beyaz Saray’da Başkan Ford’la buluşan ana muhalefet lideri Bülent Ecevit’in ABD Başkanı’na CIA’nın Türkiye’de gizli operasyonlar yapıp yapmadığını sorduğunu bu belgelerden öğreniyoruz.
Yine belgelere göre Ford, Ecevit’e bunun olanaksız olduğunu, çünkü kendisinin onay vermesi gerektiğini söylüyor, "Böyle bir şeye izin vermem" diyor.
* * *
Oysa Başkan Ford doğru söylemiyordu.
İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarındaki şu ilginç bölümü okuyalım:
"Geri kalmış ülkelerdeki darbelerde CIA kokusu aramak gerekir. Zaten adamlar saklamıyorlar ki! Türkiye’de iki darbe harekatı olmuştur; ikisini de CIA’nın yaptığını Ekonomist Dergisi açıklamıştır.
Bu ülkelerde kimileri CIA’nın adamı olur, onun adına çalışır ama bundan haberi olmaz.
Ben Dışişleri Bakanı’ydım. Amerikan Büyükelçisi bana geldi.
’Sayın Demirel’e lütfen söyleyiniz. Sizde nerede ne kadar haşhaş ekiliyorsa, biz onun parasını peşin verelim, ekimi durdursunlar’ dedi.
’Peki söylerim’ dedim.
Sayın Demirel’e söyledim. Aldığım cevap şöyleydi:
’Bizim 20 ilimiz ve çevresinde haşhaş ekliyor. Bizde ismini afyondan alan iller var. Bunu yapamayız. Ama ekim alanlarını giderek daraltabiliriz.’
* * *
Gittim, Amerikan elçisine söyledim.
Bana, ’Beni bir kere de bu konuda başbakanınızla görüştürebilir misiniz?’ dedi.
’Peki söylerim’ dedim.
Gittim Sayın Demirel’e yine söyledim. Demirel kabul etti.
Görüşüldü.
Aynı cevabı verdi Sayın Demirel.
Bu görüşmeden sonra Amerikan Büyükelçisi ’Çok yazık, bundan çok fena neticeler doğacak’ dedi.
Çok fena neticeler belli oldu. Üç ay sonra bizim hükümetimiz düşürüldü."
* * *
Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in sözünü ettiği hükümetin düşürülmesi olayı 12 Mart Muhtırası ile gerçekleşti.
1971 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a dönemin Genelkurmay Başkanı ve 4 kuvvet komutanı tarafından verilen muhtıra üzerine Başbakan Demirel ve hükümeti istifa etti.
Muhtıra, ülkedeki kardeş kavgasının durdurulması için gerekli yasal önlemlerin alınmasını, anayasanın öngördüğü reformların yapılmasını şart koşuyor, bunun için de partilerüstü bir hükümet kurulmasını istiyordu.
Öyle de oldu.
İki yıl sonra 1973’te seçim yapıldı ve Türkiye koalisyon hükümetleriyle yönetilmeye başlandı.
Düşe kalka 1980 yılına gelindiğinde rejim yeniden çıkmaza girdi ve bu kez 12 Eylül darbesi oldu.
Çağlayangil’in anılarında açıkladığı gibi 12 Eylül’de de CIA kokusu vardı.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2007
BİR bayramı daha geride bıraktık. Günler ne kadar büyük bir hızla yaşamı törpüleyip geçiyor. Bu bayramın insanların içini kaldıran olayı yine ortalığı kan gölüne döndüren vahşete varan kurban kesimleriydi.
Şu işi bir türlü uygar yöntemlerle yapamıyoruz. Halk yasaları dinlemiyor, devlet aciz kalıyor.
"Ulema" işte burada devreye girmeli.
Aklı başında din adamları toplanıp bu işi bir düzene bağlamalı.
İslam’a yakışmayan bu vahşeti yapanların günah işlediğini vurgulamalı.
Belki o zaman bu vahşet tablosu sona erer.
* * *
Bu bayramın güzel yanı ise trafikteki rahatlamaydı.
Meğer bizim evle gazete ne kadar yakınmış.
Ama yaşadığımız trafik bu arayı bitmez tükenmez hale getiriyor.
Geçenlerde Hürriyet’ten Fenerbahçe’ye (topu topu 40, bilemediniz 45 kilometre) tam 2 saat 15 dakikada ulaşabildim.
İnanılmaz bir işkence.
İnsanın sinirleri laçka oluyor. Herkes birbirine hırlayacak hale geliyor.
Bu işin tek çözümü metro.
Metro ağı genişletileceğine nedense çalışmalar kaplumbağa hızıyla ilerliyor.
Bunun nedenini anlamak olanaksız.
Dünyanın bütün büyük kentlerinde yöneticiler önceliği metroya veriyorlar.
İnsanlar gidecekleri yere zamanında ulaşabilmek istiyorlarsa otomobillerini bırakarak metroya biniyorlar.
İstanbul Belediyesi Taksim-Aksaray ile 4. Levent-Maslak arasını bir türlü tamamlayamadı.
* * *
Bu bayramda bizim için tatsız, iç karartıcı bir olay yaşadık.
Bayramın üçüncü günü Avrupa’nın 9 ülkesinin daha Schengen Anlaşması’na katıldığı törenlerle açıklandı.
Bu ülkeler şunlar:
Letonya, Estonya, Litvanya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Slovenya, Slovakya ve Malta.
Avrupa’nın tek ülke haline gelmesine çok az kaldı.
Artık Avrupa’nın 24 ülkesinin insanları bir ülkeden öbürüne pasaportsuz, ellerini kollarını sallayarak gidip gelecekler.
Bizim Avrupa Birliği’ne girmemizi engellemek için çırpınan Almanya Başbakanı Merkel bakın ne diyor:
"İsveç’ten İtalya’ya, Portekiz’den Baltık ülkelerine kadar sınırlar kalkıyor."
Avrupa artık Türklere tamamen kapandı.
Bir zamanlar kapitalist dünya ile komünist dünyayı ayıran "demirperde" şimdi Türkiye ile Avrupa arasına çekildi.
* * *
Bu haberi okuyunca aklıma 1966 yılında trenle Londra’ya gidişim geldi.
Çok iyi anımsıyorum, Avrupa’yı hiçbir ülkeden vize almadan boydan boya katetmiştim.
Yalnız girdiğim her ülkede görevliler ay-yıldızlı pasaportu görünce iki soru soruyorlardı:
"Hali?... Raki?..."
"No... No..." deyip Avrupalılar gibi elimizi kolumuzu sallaya sallaya geçiyorduk gümrük kapılarından.
41 yıl sonra Avrupa’nın bütün kapıları tek tek kapandı yüzümüze.
İşte madalyonun bizi ilgilendiren yüzündeki acı tablo bu.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2007
JOHAN Wilhelm Snelman (1806-1881) bir filozoftu. Yaşamı boyunca ülkesinin kalkınması için çırpınıp durdu. O ve onun oluşturduğu halk öğretmenleri ordusu, "bataklıklar ülkesi" olan Finlandiya’yı "beyaz zambaklar ülkesi"ne dönüştürmeyi başardı.
Snelman, askerlerden, öğretmenlerden, din adamlarından, doktorlardan ve işadamlarından oluşan gönüllüler ordusuyla ülkesinin yoksulluktan kurtarılmasının, ekonomik, politik ve kültürel açıdan mükemmel bir hale getirilmesinin öncülüğünü yaptı.
Snelman bu kutsal savaşı başlatırken aydınlara şöyle sesleniyordu:
"Aydın olmak, modaya uygun kıyafetler giymek veya kolalı yakalık ve modern şapka takmak demek değildir.
Halk size, akşamları káğıt ve domino oynamanız için okutup terbiye vermedi.
Bu durumda siz aydın değil de, küflenmiş aydın oluyorsunuz.
Siz halkın aklını, iradesini, enerjisini ve vicdanını uyandırmalısınız.
Köylüyü, işçiyi, toplumun alt tabakalarını nasıl iyi yaşanır, nasıl iyi yaşam koşulları yaratılır diye eğitmek zorundasınız.
Halka, hayatın değerlerini anlamayı ve onu korumayı öğretin.
Mutlu bir aile hayatı nasıl kurulur, onu öğretin.
Erkeğin kadına, kadının erkeğe nasıl davranacaklarını ve çocuklarının nasıl eğitileceğini öğretin.
Halkı doğruluğa, düzene, disipline alıştırın.
Halkın vicdan duygusunu geliştirin. Kendilerinin ve başkalarının haklarına saygı duymalarını öğretin.
Halka örnek olun, onlara eğitmen olduğunuzu gösterin.
Göreviniz onları eğitmektir. Onları büyük, kültürlü halkların ailesine sokmaktır.
Unutmayınız ki, halkın cehaleti, kabalığı, sarhoşluğu, hastalıkları, fakirliği sizin ayıbınızdır."
* *Ê *
Snelman, halkın aydınlanmasıyla uğraşanlara şu örneği veriyordu:
"Küçük kenevir liflerini alıp ince iplikler örerler. Sonra bu ipliklerden birkaç tanesini birlikte büküp kalın ipler yaparlar. Birkaç kalın ipi büküp halat haline getirirler. Ve bu halatlar kocaman okyanus gemilerini rıhtımlara bağlayacak kadar sağlam olur.
Biz de dağınık iyi niyetlerimizi bir araya getirip birleştirmek zorundayız. Bu şekilde halkımızın aydınlanmasını sağlayabiliriz."
* *Ê *
Snelman, papazlara da şöyle sesleniyor.
"Halkımızın gerçek koruyucusu olun. Papazlar kilise memurları değildir. Sizin göreviniz sadece ayinler yapıp dini görevinizi yerine getirmek değildir.
Peygamberler öncelikle halka temiz, iyi ve adil bir yaşam öğretiyorlardı. İnsanlardaki vicdan duygusunu uyandırıyorlardı. İçlerindeki başkalarına olan sevgiyi uyandırıyorlardı. Nasıl iyilik yapabileceklerini öğretiyorlardı.
Siz de sanki İsa Peygamber Finlandiya’ya gelmiş gibi, onun gibi konuşun.
Değerli din adamları, Fin halkı adına gözlerimde yaşlarla size yalvarıyorum. Üzerinizdeki ölü toprağını temizleyin ve halka bu gerçeği anlamayı öğretin."
NOT: Bu yazı Grigoriy Petrov’un Koridor Yayınları’ndan çıkan "Beyaz Zambaklar Ülkesinde" adlı kitabından alınmıştır.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2007
SEVGİLİ okurlar hepinizin bayramını kutlar, mutluluklar dilerim. <br><br>Sizlerin bayramını geleceğe güven içinde umutla bakabildiğimiz bir ortamda kutlamak isterdim. Ama olmadı.
İnanıyorum ki bu günler geçecek, Türkiye hakkı olan güzel, aydınlık günlere kavuşacaktır.
Türkiye bugün hak etmediği bir anlayış tarafından yönetiliyor.
Geçenlerde Prof. Besim Üstünel Hoca ile dertleşiyorduk.
Hoca yılların deneyimi ve birikimiyle ekonominin iyiye gitmediğini anlatıyordu.
Bu arada bir anısını aktardı.
Yıl 1955... Demokrat parti dönemi. Adnan Menderes Başbakan.
Menderes’in önüne Türkiye’de çalışan ünlü ekonomist Profesör Hollis Chenery’nin raporunu koymuşlar.
* * *
Prof. Chenery raporunda çöküşün başladığını ve önlem alınmazsa büyük bir kriz yaşanacağını vurguluyor, çarpıcı değerlendirmeler yapıyor.
Menderes rapora şöyle bir göz atıp öfkeyle bağırıyor:
"Bu adamı derhal sınır ışı edin."
Prof. Chenery’nin raporundaki öngörüler yıllar içinde tek tek gerçekleşiyor ve Türkiye 1960’ta ihtilalle sonuçlanan ciddi bir ekonomik ve sosyal krize sürükleniyor.
Besim Hoca, "Bugün de durum aynı. Çöküş başladı. Akıllarını başlarına almazlarsa ekonomik kriz kaçınılmaz olur. Yüzde 46.6’ya güvenmesinler. Her şey tersine dönüverir" diyor.
* * *
Bütçe görüşmelerinin son günü CHP adına konuşan İlhan Kesici çok gerçekçi ama o oranda da çarpıcı bir konuşma yaptı.
AKP’liler başlarını kuma gömdükleri için İlhan Kesici’nin yaptığı şu gerçekçi saptamalardan hiçbirinden hoşlanmadılar:
"2002-2007 arasında Türkiye’nin ödediği faiz tam 184 milyar dolar.
Türkiye yüzde 17.21 ile dünyada verilen en yüksek faizi ödüyor.
Büyüme hızı düşüyor, enflasyon ise yükseliyor.
2002’de toplam borç 218 milyar dolarken bu oran 2007’de 436 milyar dolar oldu. Bu borcun tamamını bu iktidar yaptı.
Cari açık tehlike sınırını çoktan aştı. Dış ticaret açığı 65 milyar doları buldu.
Bu ekonomik açıdan sürdürülebilir bir durum değildir."
* * *
Şimdi AKP’nin desteğiyle İstanbul Ticaret Odası Başkanlığı’na seçilen Murat Yalçıntaş’ın şu uyarısına kulak verelim:
"Eğer büyümedeki düşüş 2007’nin üçüncü çeyreğindeki gibi olursa 2008 için öngörülen büyüme hedefi tutturulamaz. 2008 zor bir yıl olacak."
AKP’nin atadığı Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın söyledikleri de hiç iç açıcı değil:
"Hem kur, hem faiz kontrol edilemez. Frene basma, pedala basma, gazı da serbest bırak. Peki, arabayı kim kontrol edecek?
Enflasyonda hedefi iki yıl üst üste tutturamadık. Vicdanımız rahat değil. Hedeften saptık. Gerekirse utancını da taşırız."
Başbakan’ın, bakanların Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın bu duygularını ve endişelerini paylaştığını hiç sanmıyorum.
Çünkü onlar yanıp tutuştukları Avrupa Birliği’ni bile bir kenara ittiler.
"Sosyal devlet"i "ulufeci devlet"e dönüştürdüler.
Çünkü onlar türban peşindeler, İslam şalını toplumun başına geçirme düşü içindeler.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2007
FAZIL Say’a küfürler yağdıran dinci gazete ve yazarları anlayabiliyorum. Onların kafaları, kültürleri, gördükleri eğitim hoşgörü ikliminden çoook uzak olduğu için bildikleri tek şey bu.
O nedenle onların yaptıklarına, yazdıklarına aldırmıyorum.
AKP’li politikacıların öfkelerini de anlayabiliyorum.
Hatta bazılarının ölçüyü aşan tepkilerini de...
AKP yandaşlarının, yanaşmalarının takındıkları tutum da normal.
Onlar iktidar nimetlerinden yararlanmak için böyle davranmak, "Ülkemin ortaçağ karanlığına sürüklenmesine karşıyım" diye isyan eden Fasıl Say’a vurmak zorundalar.
Ama anlayamadığım kendilerini sanatçı sınıfından sayan, oysa ufacık sanatçı duyarlılığı içinde olmayanlar...
Aydın olarak bildiğimiz yazar-çizerler, bilim adamları...
Onların Fazıl Say’ın ülkesi ve toplumu için yüreğinde duyduğu üzüntüyü duymamalarına şaşırıyorum.
* * *
Hele hele bir modacı var ki...
Türkiye’nin karanlığa sürüklenmesinden habersiz bu insanın değerlendirmeleri ne kadar düşündürücü.
Fazıl Say’ın isyanını bile anlamaktan uzak bir sorumsuzluk içinde verip veriştiriyor sanatçıya.
Düşündüm, "Bu kişi bunu ne uğruna yapıyor" diye.
Acaba bir Ortadoğu ülkesine dönüşecek olan Türkiye’de daha çok para kazanma hesapları mı yapıyor?
"Bana göre hava hoş, türbanlı, tesettürlü kadınları giydiririm, onlara göre moda yaratırım" mı diyor?
Karanlıkta görünmeyen modanın yaratıcısı olmayı mı düşlüyor acaba?
Her ne düşünüyorsa, ülkesi için, toplumu için yüreğinde Fazıl Say’ın duyduklarını duymadığı kesin.
Ya da Atatürk, Atatürk devrimleri, laik demokratik cumhuriyet, cumhuriyetin kazanımları, sanat, moda, uygarlık, çağdaşlık ve Atatürk aydınlanması onu pek ilgilendirmiyor...
* * *
Bakın bir kara ruhlu nasıl sesleniyor:
"Cenazeni camiye getirmesinler... Ben yaşarken bu ülkede ölme..."
Kime diyebiliyor bunu?
Fazıl Say’a...
O Fazıl Say ki Türkiye bayrağını dünyanın dört bir tarafına taşımak için gecesini gündüzünü uçaklarda ve havaalanlarında geçiriyor.
Bir Türk sanatçısı olarak Türkiye imajını dünyanın dört bir tarafında güzelleştirmek için çırpınıp duruyor.
Türkiye’de olduğu günlerde ülkesinin her yerinde insanlarımıza çok sesli müziği sevdirmek için soluklanmadan konserler veriyor.
Ama bu kafa bu kadar özveriyle ülkesi için çırpınan sanatçıya ne diyor:
"Cenazeni camiye getirmesinler... Ben yaşarken bu ülkede ölme..."
* * *
Atatürk’ün yaşamı boyunca uygarlığa, çağdaşlığa, aydınlığa taşımak için çırpındığı ülkesinde bugün bunlar oluyor.
O’nun emanetine sahip çıkan, O’nun yaratmayı hayal ettiği sanatçısına bazı kafalar işte bunları yapıyor.
Atatürk’ün Türkiyesi, emanet ettiği gençliğin bir kesimi tarafından arkadan hançerleniyor.
O’nun İslam dünyasında yarattığı tek laik, demokratik ülkesi bugün büyük bir ihanetle karşı karşıya.
Yazının Devamını Oku